“Salih Özdağ tatlıcılıkta isim yapmış, espiritüel bir insan, iyi bir babaydı...”
Ulus IRKAD
(Çok değerli arkadaşlarımız, YENİDÜZEN Genel Yayın Yönetmeni ve Genel Müdürü Mert Özdağ ve YENİDÜZEN Gece Editörü ve Web Editörü Levent Özdağ’ın sevgili babaları Salih Özdağ’ı geçtiğimiz günlerde, hiç beklenmedik biçimde kaybettik... Arkadaşlarımızın ve ailesinin acısını paylaşıyoruz. Ulus Irkad, “Salih Özdağ tatlıcılıkta isim yapmış, espiritüel bir insan, iyi bir babaydı” diye yazıyor. Ulus Irkad arkadaşımızın Salih Özdağ’la ilgili yazısını paylaşıyoruz, nur içinde yatsın, ailesine sabırlar diliyoruz... S.U.)
Salih’i 1980’li yılların sonlarında Şehit Osman Ahmet İlkokulu’nda müdürümüz Aygün Sevengül’ün ve Ülkü Sevengül’ün kızı Canan arkadaşımızla evlendikten sonra tanıdım. Salih, Sevengül ailesinin o sevecen ve insan sevgisiyle dolu kalbine esprileri ve hoşsohbetleriyle girmiş ve aileye daha da mutluluk katmıştı. Kayınpeder ve kayınvalidesi de çok iyi insanlardılar. Her ikisinin de fedakarca Kıbrıs Türk eğitimine özverileri ile kattıkları değerler unutulamaz. Tabii ki onlar Mağusa’da olunca Salih’in iki erkek çocuğuna, Mert’e ve Levent’e de ilgi Mağusa’ya kadar uzanmıştı. Kayınpeder ve kayınvalide Mağusa’da olunca, Salih’i de bu arada tanımıştık. Rahmetli Ülkü Hanımın şimdi sevmesin, çocuklarına ve torunlarına olan sevgisi örnektir. Bu arada Aygün Bey’le Ülkü Hanım’ın büyük bir özveri ile Güvercinlik İlkokulu’ndaki değerli katkıları ve pek tabi ki verdikleri eğitim de oldukça önemlidir ve göz doldurmuştur.
“LONDRA PASTANESİ” TATLICILIKTA EFSANEYDİ...
Salih’i tanıdıktan sonra elbette gerek babasıyla, gerekse daha sonraları kendisinin çalıştırdığı Vakıflar yanındaki İnönü Meydanı’nda “Londra Pastanesi”ne giderek orada vakit harcadığım günler de oldu çünkü bir zamanlar Mağusa’ya giden otobüsler oradan kalkardı. Bazen Salih’le orada çene çalıp otobüslerin kalkışına kadar konuştuğumuz çok olmuştur. Bildiğim ve takip ettiğim kadarıyla Salih, Lefkoşa Bölgesi’nde de epey arkadaş çevresi olan ve elbette tatlıcılıkta da isim yapmış bir kişiydi. “Londra Pastanesi” de efsane bir isimdi tatlıcılıkta... “Londra Pastanesi”, önceleri Çağlayan bölgesindeydi, rahmetlik Anibal’ın lokantasının tam karşısında, Çağlayan Çocuk Bahçesi’nin ve Çağlayan’daki yazlık sinemaların yanındaydı... Bir zamanlar Londra Pastanesi dolup dolup taşardı, insanlar buraya dondurma ve tatlı yemeye, sinemaya gitmeden önce veya sinemadan çıktıktan sonra uğrardı... Londra Pastanesi, Lefkoşalılar’ın çok sevdiği bir tatlıcıydı... “Londra Pastanesi”nin unutulmayan tatlıları arasında sütlü börekleri, badem ezmeleri, içi doluları ve “Şarlot” tatlısı da vardı... Ailenin “Tatlıcı Resa” diye tanınan ve küçük amcamın da (Ata Irkad) tanıdığı Resa abiyle akrabalıkları olduğunu öğrenmiştim çünkü Resa abi 1960’lı yıllarda Çağlayan Çocuk Bahçesi arkasındaki dükkanında çok nefis dondurmalar yapardı. Amcamla onun pastahanesine, 1974 öncesi Baf’tan Lefkoşa’ya gittiğimde birkaç defa gitmiştim. Çocukluğumda yediğim dondurma ve pastaların hala daha tadı damağımdadır.
ESPİRİTÜELDİ, İYİ BİR BABAYDI...
Salih arkadaşımız oldukça espritüel ve iyi bir babaydı. Dediğim gibi Sevengül ailesinin o kucaklayan sevgi dolu ortamına katılmış ve o ailenin bir parçası olarak sevgilerine sevgi katmıştı. 1980’li yıllarda tanıdığım ailenin ilk iki torunu da onun çocuklarıydı. Ailenin o neşeli ve mutlu halini unutamam. Geçmiş senede Ülkü Hanım’ın şimdi de sevgili Salih’in rahmetli olması elbette hem çevrelerini, akrabalarını ve de yakın dostlarını oldukça üzmüştür.
ÜZÜNTÜLERİNİ HİSSEDİYORUM...
Kayınvalidesinin kısa bir süre önce vefatından sonra birkaç gün önce onu da kaybettik. Sevengül ailesinin sevgi dolu ortamı, elbette Salih arkadaşımızın kaybıyla büyük bir üzüntüye boğulmuştur. Sevengül ailesinini tüm fertlerinini üzüntüsünü yakından hissediyorum. Çünkü aileyi çok iyi biliyorum. Tabİi ki Özdağ ailesinin üzüntülerini de… Tabiİ Hanımı Canan Özdağ’ın da üzüntüsünü ve de çocuklarının üzüntüsünü de çok iyi anlıyorum.
SALİH ÖZDAĞ, BULUNDUĞU ORTAMI NEŞE VE MUTLULUĞA BOĞARDI...
Salih’in esprileriyle bulunduğu ortamı neşe ve mutluluğa boğmasını unutmayacağım. Ülkü Hanımın Aygün Bey’le birlikte ailelerine dayanışma göstermeleri, ailelerine yardımcı olmaları, bu arada Aygün Bey gibi değerli bir eğitimcinin de ailedeki varlığı ve aileye dayanak olması, Özdağ ve Sevengül ailelerinin Salih’in kaybından dolayı sarsılması, ailenin örnek teşkil eden olgunluk ve dayanışmasıyla, elbette onun ebediyete intikali ile boşalmayacak, çocuk ve torunlarıyla, onun anısının bıraktığı değerli etkilerle bir dayanma gücü elbette sağlayacaktır. Ülkü Hanımla Salih arkadaşımızın anıları ailenin dayanma gücünü artıracaktır. Bunu biliyorum.
Tüm aileye başsağlığı dilerim. Salih arkadaşımız hep aydınlıklar içinde kalsın…
Salih Özdağ, sevgili eşi Canan Özdağ'la birlikte...
*** BASINDAN GÜNCEL...
“Neil Young’ın kedileri...”
Zeynep ALPASLAN/GAZETE DUVAR
Melankoli en çok Neil Young’a yakışıyor bence. Bir de sarı kedilere… Bir kediyle temas kurmak, tıpkı Burroughs’un İçerdeki Kedi kitabında sözünü ettiği gibi, insanda içten içe derin bir melankoli yaratıyor; çünkü insan bir kediye baktığında onda hem sonsuz sevgiyi hem de faniliği, ölümü görüyor.
KEDİ KALBİMİZİN DERİNLİKLERİNE NÜFUZ EDEBİLİYOR...
Birlikte geçirebileceğimiz süre kısıtlı olsa da, bir kedi tıpkı bir Neil Young şarkısı gibi kalbimizin ta derinliklerine nüfuz edebiliyor. Hem de sonsuza dek orada kalmak üzere… Çok sevdiğim Neil Young’ın bundan uzun yıllar önce küçük sarı kedisiyle çekilmiş bir fotoğrafı karşıma çıktığında işte tam da bu yüzden gözlerim doluyor.
Bir zamanlar birlikte yaşadıkları hayatı düşünüyorum. Ve Young’ın onu muhtemelen hâlâ özlediğini… 1960’ların sonunda, Laurel Canyon’da başka kedilerle, hippi müzisyenlerle ve küçük köpeklerle hep birlikte yaşarken, ne kadar mutlu olduklarını gözümde canlandırabiliyorum.
O yıllarda Joni Mitchell ile de tanışmış olmalı. Neil Young’dan değil, kediden söz ediyorum. Mitchell’ın onu kucağına aldığını, burnunun ucuna bir öpücük kondurduğunu görebiliyorum.
KÜÇÜK, SARI BİR KEDİ HAYALİ...
Bir an için ben de o küçük eve ışınlanmak, orada onlarla birlikte yaşamak istiyorum. Hatta evde yanan tütsülerin kokusunu bile alabiliyor, salonda kısık sesle çalan Elvis şarkılarını duyabiliyorum.
Kanada’da doğup büyüyen Neil Young, çocukluğunu bir kulağı radyoya yapışık bir hâlde geçirmişti. Çocukken bir kedisi olup olmadığını bilmiyorum ama belki de müzik dinlerken hep kucağında küçük, sarı bir kedi hayal etmişti.
O günlerde bir yandan yumurta satıp gazete dağıtarak harçlığını çıkarıyor, bir yandan da radyoda çalan rock’n roll şarkıları eşliğinde, kendini tamamen müziğe kaptırarak, hayaller kurup duruyordu. Little Richard, Chuck Berry… Ama en çok da Elvis Presley! Küçük Neil büyüdüğünde Elvis gibi olmak istiyordu.
MÜZİK TEK TESELLİSİYDİ...
On iki yaşına geldiğinde annesiyle babası ayrıldı. Abisinin babasıyla, Neil’ın da annesiyle kalmasına karar verildi. İkisi Winnipeg’e taşındı. Burada hava sanki her daim soğuk ve griydi. Sokaklarda hiç kedi yoktu. O günlerde müzik, küçük çocuğun tek tesellisiydi.
Küçük sarı bir kediyi andıran plastik bir ukuleleyle başladı müzik hayatına. Ukulelesini hep yanında taşıdı, bu dört telli küçük çalgı onun en büyük sırdaşı oldu zamanla. Onunla çaldığı şarkılar özgüvenini ve neşesini yerine getirdi, ancak melankoli bir kez onun yüreğine işlemişti ve onu hiçbir zaman terk etmeyecekti.
Neil Young gençlik yıllarında birçok küçük rock grubunda çalacaktı ama kendini bulması, ancak ve ancak ruhuna çok uygun düşen o melankolik folk müziğiyle tanıştığı zaman olacaktı. Ve belki de sevgisini kalbinden asla eksik etmeyeceği sarı kedilerle…
KUCAĞINDA KEDİLER...
1960’ların ikinci yarısında ise artık Kanada’yı terk edip ABD’ye gitme zamanı gelmişti. Onun, hep olmayı hayal ettiği kişiyle olduğu kişi arasındaki uçurumun nihayet kapanacağı yer olacaktı Amerika.
Bu tatlı pazar sabahında, benim için tam da burada zaman duruyor sanki. Onun öyküsünde daha fazla ilerlemek istemiyorum. Burada kalmak ve havadaki portakal kokusunun, altın rengi Laurel Canyon güneşinin tadını çıkarmak istiyorum. Neil Young’u güneşin üzerine portakal suyu gibi yayıldığı bir kahvaltı masasında, kucağında kedileriyle, müzik dinleyip kahvaltı ederken düşünmek istiyorum.
KEDİLER...
“Only Love Can Break Your Heart” dinliyorum üst üste. En sevdiğim Neil Young şarkısı bu. Ve kedileri düşünüyorum ister istemez. Her birinin nasıl da kendine özgü bir öyküsü olduğunu ve hayatımızdan nasıl da geçip gittiklerini…
Geçen yıl kaybettiğim kedilerimin yerini doldurmaya çalışmadım hiç. Ama pencereye gelen küçük bir kediyi içeri almadan da edemedim, tabii. Bunun için gözlerimin içine bakması ve burnunu çekmesi yetti.
Onu bu kadar kısa süre içinde böylesine çok sevmek, hem bana hayatta her şeye rağmen yeniden sevebilmenin mümkün olduğunu hem de sevmenin, tıpkı Burroughs’ın dediği gibi, en güçlü ağrı kesici olduğunu gösterdi.
Son bir kez daha çalıyorum “Only Love Can Break Your Heart” şarkısını. Neil Young insanın kalbini kırabilecek tek şeyin sevgi olduğunu söylerken, ben de William S. Burroughs’ın İçerdeki Kedi kitabına dönüyorum bir kez daha.
Sel Yayınları’ndan Ahmet Ergenç çevirisiyle çıkan bu küçük kitabı çok seviyorum. İçerdeki Kedi, tüm iyi kitaplar gibi hem mutlu ediyor hem de hüzünlendiriyor beni. Onu yıllardır kütüphanemin baş köşesinde saklıyorum.
Telefonumun ekranından Neil Young ile sarı kedisi bambaşka bir zaman diliminden bana gülümserken, Burroughs da “Bizler içerdeki kedileriz,” diye fısıldıyor kendi aleminden. “…ve bizim için tek bir yer var.” Bunun üzerine yapabileceğim tek bir şey kalıyor geriye: Gülümsüyor ve müziğin sesini biraz daha açıyorum ben de.
(GAZETE DUVAR – Zeynep ALPASLAN – 12.1.2025)