Salıncak, ya da Başkalarının Acılarına Bakabilmek
Salıncak, Susan Sontag’ın tabiriyle, “başkalarının acısına bakmak” neden önemli, bunu bir roman kurgusu içerisinde son derece akıcı bir şekilde anlatan bir roman.
Hakan Karahasan
[email protected]
Salıncak, Susan Sontag’ın tabiriyle, “başkalarının acısına bakmak” neden önemli, bunu bir roman kurgusu içerisinde son derece akıcı bir şekilde anlatan bir roman.
Cenk Mutluyakalı’nın 2020 yılında yayınlanan Salıncak adlı romanı, birçok bakımdan düşünmeye, tartışılmaya değer bir çalışma. Özellikle 1974 ile bir bıçak gibi kesilen, aynı zamanda devam eden Kıbrıs sorunu üzerine farklı bir yaklaşım olarak değerlendirilebilecek bir roman olan Salıncak, bunu en başta ana karakter seçimi ile sağlıyor. Daha çok gazeteci kimliği ile bildiğimiz Cenk Mutluyakalı’nın romanı adada var olan önemli bir sorun olan “öteki”ni insan olarak görme konusuna değinmekte. Salıncak, Susan Sontag’ın tabiriyle, “başkalarının acısına bakmak” neden önemli, bunu bir roman kurgusu içerisinde son derece akıcı bir şekilde anlatan bir roman.
Adına “Kıbrıs Sorunu” denilen problem elbette1974 yılında birdenbire ortaya çıkmadı. Her sorunda olduğu gibi geçmişten bugüne biriken birçok şey, bu noktada var olan durumun neden bu şekilde olduğunu anlamak konusunda önemli unsurlar içerse de, söz konusu bireyler olduğunda “büyük anlatılar” yüzünden halkın önemli bir kısmı sesini duyur(a)madan yaşayıp, toprağa kavuşmuyor değil.
Belki de bu yüzden, romanın başlangıcında ortaya koyduğu karakter ile bizlere bir bireyin kişisel deneyimlerinin toplumsal karşılıklarını düşündürtüyor Mutluyakalı. Romanın ana karakteri, Alexia, bir Kıbrıslı Rum. Böylece, adanın her iki kısmında hâkim olan anlatılarda olduğu gibi, “biz”im öykümüzü anlatmaktansa, “onlar”ın hikâyesini anlatmayı tercih etmesi, başkalarının acılarına bakmaya çalışma denemesi olarak adlandırılabilir. Girne doğumlu olan Alexia, 1974 ile birlikte doğduğu evden ayrılmak zorunda kalır. 2003 yılında karşılıklı geçişlerin başlamasıyla, önemli bir girişim yapmaya karar verir: Doğduğu Girne’ye, evine gitmek ister. Savaş sonrası kendi ülkesinde pasaport kullanmayı reddeden babasını ikna edemeyince, tek başına arabasına atlayıp, evini görmek üzere yola çıkar. Evine vardığında ise, o dönem birçok Kıbrıslının hatırlayacağı üzere, kendisini farklı duygular içinde bulur: Bir yandan var olan duruma isyan etmek ister, diğer yandan ise evini, bir yabancı olarak da olsa, görebildiği için mutludur. Evinde oturan insanlara karşı da farklı duygular besler. Onlara yönelik olarak ne hissetmesi gerektiğine karar veremez: Nefret mi etmeli, yoksa nötr mü kalmalı? Özellikle ziyaretler arttıkça, beklendiği üzere, duygusal gel-gitler yaşar. Evinde yaşayan insanlarla ilk başta içten içe kızgınlık hissi baskın olsa da, zaman içinde farklı bir ilişki kurmaya başlar ve fark eder ki, adına Kıbrıs Sorunu denilen şey görünenden fazlasını içermektedir. Kıbrıs’ta mevcut duruma bakıldığında, özellikle aradan geçen 50 yıl düşünüldüğünde, kim(ler) kim(ler)i nasıl yargılamalı? Örneğin, 1974 sonrası bu adada doğan bir birey, sırf doğduğu için suçlu olabilir mi?
Roman ilerledikçe Alexia ve Salih’in (Alexia’nın doğduğu evde büyüyen Kıbrıslı Türk) sohbetlerinde, Kıbrıs’taki ulusal anlatıların bireyleri ne kadar etkilediğini anlarken, aynı zamanda sohbetleri sayesinde zaman içinde birbirlerini daha iyi anlamaya, üzüntülerini paylaşmaya çalıştıklarına, kaygılarına ortak olmaya başladıklarına dair bazı ip uçlarını bulabiliyor okur. Aynı zamanda, romanda karakterler üzerinden birlikte yaşamak için nasıl bir Kıbrıs gerektiği sorusuna dair yanıt arayışları aranmıyor değil.
Romanda bir yerde Alexia ile sohbet ederken Salih’in söylediği, “Birbirimizi anlamadık, anlamak istemedik, anlamamızı istemediler” (s. 138) ve Alexia’nın ona cevaben, “Biz sizi hiç eşit görmedik… Çünkü yüzde seksen bir nüfus, yüzde yirmi dahi olmayan bir azınlığı eşit görmez, hazmetmez, onlarla bir devleti paylaşmaz” (s. 138) sözleri, diyalog kurulabildiğinde insanların birbirlerini anlama yolunda önemli adımlar atabileceğine dair önemli bir örnek olarak verilebilir.
Ev neresidir? Doğup büyüdüğümüz yer mi, yaşadığımız yer mı, yoksa bambaşka bir yer mi? Bir ulusa mensup olmak demek ne demektir? Özellikle 1974’ten sonra aradan geçen 50 yıl içinde, geçmiş, haklı olma, yaşam deneyimleri, kültür vs. gibi birçok konuyu ve sorunu karakterler üzerinden tartışan Mutluyakalı’nın romanı, Kıbrıs Sorunu’na yönelik basmakalıp algıları sorgulayan, bunu yaparken de konuya insan odaklı yaklaşan, okunması, tartışılması gereken bir roman. Son söz olarak şu söylenebilir: Romanın adı neden Salıncak, onu da okuyanlara bırakalım…
Cenk Mutluyakalı. Salıncak. İstanbul: Kor Kitap, 2020.