“Sana vakit ayırdım Ada’m”
“Sana vakit ayırdım Ada’m”
Stella Aciman
Lefkoşa’dan başladım…
Bir gün, “Bu Ada zaman içinde insanı içine alır ve bir daha bırakmaz” demişti bir arkadaşım. O gün bu gündür Kıbrıs’ı gezerken bu sözün gerçekliği hep beni takip etti. Attığım her adım, bastığım her toprak parçası, maviliğinde kaybolduğum denizi ile tüm olumsuzlukları bir köşeye iterek bütünleştim Kıbrıs’la. Doğrusu Ada çok cömert davrandı bana, kollarını açtı. Önceleri biraz çekimserdi, belli ki, canımı yakar mı acaba?” diye düşünüyordu. Öyle ya; O, her tarafını bilinçsizce deşen kazma, küreklerin hoyrat saldırılarından çokça nasibini almıştı yıllar boyu ve hala alıyordu. “Koynumda tarih barındırıyorum, kollarımda doğal güzellikleri taşıyorum. Beni tanıman, bana zaman ayırman gerek… Ben eşsiz bir mücevherim!” diye böbürleniyordu. O’nun bu içten çağrısına duyarsız kalmam mümkün değildi. İlk buluşmamız, ılık bir kış günü Arasta’da gerçekleşmişti. O günlerde yıkık, dökük, kaderine teslim olmuş; hüzünlü bir görüntü sergileyen Kumarcılar Hanı’nın önündeki derme, çatma kahvede çayımı içerek seni seyrediyordum. Karşıdaki küçük Bereket Fırını’ndan pilavuna ısmarlamıştın bana. O sabah ilk defa sana özgü bir tatla da tanışmıştım. Birlikte Arasta’yı, Surlariçi’ni dolaşırken yüzünü çevreleyen hüznü görmüş, “neyin var?” diye sormuştum. Bana “burası bir zamanlar benim kalbimdi, tarihim yazıldı buralarda… Bana iyi bakamadılar, kaderime terk ettiler, pisliklere boğdular, kalbimi kırdılar” demiştin, derin bir “ah…” çekerek. Yüzünde biraz da utanç vardı galiba ki, sana, “seni bu hale getirenler utansın!” dediğimi hatırlıyorum. Bu sözden sonra aramızdaki o görünmeyen mesafe kapanmaya başladı, birbirimizi sevmeye ve anlamaya başladık. Bahar yüzünü göstermeye başladığında, pıtrak pıtrak açan altıntop’lar, sarıpapatyalar, arpa çiçekleri, tarlaları alabildiğine sarıya dönüştüren katırtırnaklarıyla donattığın bedenini hayranlıkla seyretmek ayrı bir heyecan katardı ruhuma. Bahar ayları başladığında içimde bir yerler harekete geçer, seni daha bir özler olurdum çünkü bilirdim ki bana sunacağın çok şey vardı o küçük bedeninde hiç doyamayacağım.
Batı’ya yöneldim…
Nisan ayı geldiğinde Yeşilırmak Köyü’ndeki çilek tarlalarının içinde kaybolmak, ellerimle kopardığım mis kokulu çilekleri arsızca yemek, ne müthiş bir keyiftir… Geçtiğimiz hafta sonu yine beni oralara sürükledin. Argonya’da sana özgü bir kahvaltı, ardından Erson Hoca’nın Organik Çiftliği’nde, tarladan çilek toplama… Organik, ilaçsız ve doğal! Onlarca kayısı ve şeftali ağaçlarının toprakla bütünleştiği, gözün alabildiğine uzandığı bereketli topraklar… Ahşap pergolaların sıcak güneşle aranıza girdiği, gözlerinizin yeşilin her tonuna ulaştığı bahçede dostlarla kebap yemek ve bu güzelliklere şükretmek… Bak, görüyorsun, bedeninde güzel şeyler de yapılıyor. Ya festivallere ne dersin? Mesela ben Bağlıköy’ü bu sene orada yapılan festivalden dolayı tanıdım. Köyün, kimisi kaderine terk edilmiş eski evlerinin arasında dolanırken kerpiç duvarların arasından kendine yer bularak çıkan kırmızı sardunyaların yaşam azmine hayran kalmıştım. Ben, her yıl yapılan onlarca festivalde kendime bir yer buldum ve senin kültürünü böyle öğrendim.
Girne’yi gezdim…
Zeytinlik’te, Templer Şövalyeleri’nin ayak izlerini hissetmek, zeytin ağaçlarının barış kokan yapraklarını ellemek ve doğumu bekleyen meyvelerini beklemek…
Girne Limanı… Biliyorum, “nerde o eski şaşalı günleri?” diyeceksin. Ben de sana “sahilde çekirdek çitleyip, kabuklarını yerlere atan yurdum insanını, denizi pisleten restoran sahiplerini görmeyeceksin! Gözlerini olabildiğince uzaklara, denizin enginliklerine, lacivertine kilitleyeceksin ve o şaşalı günlerini hayal edeceksin ki, bu bağrından kopan hasretini duyan birileri olsun! Gözleri kör, kulakları sağır değillerse tabii.” demiştim.
Doğu’ya yöneldim…
Baharını, tüm güzellikleriyle önüme serdin yıllar boyunca. Yaz aylarında da aynı cömertliğin devam etti. Yeşili sarıya teslim etmeye başladığımız Mayıs ayında başlardı benim Mağusa günlerim. Türkuaz suların koynuna koşmayı, yumuşacık kumun üzerinde yürümeyi, denizin kıyısında gün batımını izlemeyi özlemle beklediğim günler… St. Barnabas Manastırı’nın önünden her geçişimde içinde gördüğüm tarihi objeleri düşünürken Kıbrıs’ın son kraliçesi Caterina Cornaro’ yu hatırlarım. Salamis Harabeleri’nin anfi-tiyatrosunda, ayın gülümseyen yüzü eşliğinde izlediğim konserlerin tadı, yaz aylarına olan özlemimin bir başka anlatısıdır. Karpaz Yarımada’sı ve köyleri… Her birinde geçirdiğim zaman içinde ne çok anı biriktirmişim meğerse… Ayfilon’da ay ışığının denize vurduğu anda oluşan yakamozlarla oynaşmak, kayaların üzerindeki restoranda balık ve şarap eşliğindeki dost sohbetlerinde şen kahkahalar atmak… Biraz temiz hava, biraz güneş, biraz deniz ve biraz da dolup boşalan kadehlerin etkisiyle beden yorgun, ruh doymuş bir halde Dipkarpaz Köyü’ndeki sevimli otele hafif yalpalayarak varış…
Senin bize verdiklerinin karşılığında biz sana çok az şey veriyoruz, biliyorum hatta, “yetmez!” dediğini duyar gibiyim. Haklısın, bir taraftan petrol dolum tesisleri, diğer taraftan elektrik santrali derken yavaş yavaş ırzına geçiyorlar rant uğruna. Ama yine de az da olsa seni düşünen, o güzel bedenini zedelemekten korkan insanlar da var. Belki de o insanlardır seni hala ayakta tutan… Ve onlar var oldukça sen de var olacaksın…
Bak, sözünü dinledim, sana vakit ayırdım, tüm bedenini tepeden tırnağa defalarca dolaştım, seninle güldüm, ağladım… Sana geleli dokuz yılı geçti. Yüzünde ilk gün gördüğüm o hüzün hiç eksilmedi. Ara sıra yüzünde hafif bir gülümseme yakalasam da o hüzün hiç eksilmedi. Umudunu kırma ve umudumu kırma. Gel bugün bir zeytin dalı yakalım seni tütsüleyelim ve umudumuzu yineliyelim…