1. YAZARLAR

  2. Dilek Karaaziz Şener

  3. Sanatın Devrimci hali!..
Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

Sanatın Devrimci hali!..

A+A-

Sanat yapıtlarıyla ilişkiniz oldukça uzak ise hayatın gerçekliğiyle başa çıkmanın zorlukları sizi yorar. Bu benim kendi görüşüm. Kimsenin bu görüşe katılmasını, sanatı sevmesini ve sonrasında da “nirvanaya” ermesini beklemiyor. Sanatın zaten böyle bir misyonu yoktur. Sanat toplumsal değişim ve gelişim grafiğiyle paralel ilerlemektedir. Toplumdan koparak giden sanatın kendi kulesindeki iç huzursuzluklarıyla zamanının geçmesini beklediğine sanat tarihi bize yeterince tatminkâr örnekler sunarak, zaten yardımcı olmaktadır. Benim sözüm, toplumsal gerçeğin kalbine saplanan okun kanayan yarasında sanatın illa ki var olması gerekliliğiyle ilgilidir. Toplumda sosyal dengeler alt üst olmuşsa çuvaldızı kendinize batırma zamanı çoktan gelmiştir zaten! 1980 sonrası süreçte dünya güçlerinin globalleşme için “işgal” ettiği ülkelerin önce müzelerini hedef alarak yarattıkları “yok etme güdümlü” politikalarına ve yıkımlarına lütfen yeniden göz atalım.

Bugünkü yazının ana fikrine sanatı koymak istiyorum. Ve fakat amacım siyaset içinde sanatın sularında gezinmek olmayacaktır. Siyasi içerikli yazı yazmadım bugüne kadar, yazmayı da bundan sonraki yaşamımda düşünmüyorum. Çünkü dünyaya sanatın gözünden bakmaya olan kararlığım nefes aldığım sürece devam edecektir.
Neden mi?
Çünkü sanat bana objektif bakabilme ve hümanist kalabilmenin şifrelerini yeterince veriyor. Arada bir de insandan ve insan kalabilmenin değerlerinden konuşsak?!
Ne yazık ki takılmış plak gibi tekrarlardan oluşan siyaset gündemi ve ezberlenmiş söz öbekleri içinde sığ sularda yüzmekteyiz.
Herkes kıyısından köşesinden siyasete bulaşma ve bulaşığıyla tekerlenip bir yol bulma gayreti içinde. Gayretler takdire şayandır gözümde, yine de büyüklerimiz der ki: boşa kürek çekmek, nafile!
Sonucunu bile bile devam etmek niye?!
En son ne zaman, bir şehrin insanları “Tiyatromuz yok!” diyerek sokaklara dökülmüştü?!

***

Ben yine işime döneyim ve sanata cümle açayım. Manzara resmini herkes sever (!). Doğanın görünümü, sesinin önüne geçer çoğunlukla. Hâlbuki sesleri dinlemeyi bilebilsek güzelliğinin arkasında saklı duran ne çok gizemi olduğunu görmek olasıdır. Olup bitmiş haliyle bir şeyler söyleyerek sadece bakmanıza izin verir. İçinde kaybolmak isterseniz artık sanatın iç sorunlarıyla ilgilenmeye başlıyorsunuzdur. Bu iç sorunlar da çoğunlukla bugünün yaşamındaki sorular demetinin teker teker cevaplara açılıp oradan içsel dürtülerinizi kelimelere veya dışavurum tepkilere dökmeye sizi sevk eder. Sonuç olarak yapıtın varoluş hikâyesini bilmek gibi bir sihrin yıldızlı büyüsüne daldıkça dalarsınız; yapıtın engin atmosferinin içinde kaybolmak adına. “Bir tablo veya heykelden tad almanın yanlış yolları olduğuna gerçekten inanmıyorum.” diyor Gombrich. Söze başlarken de belirtmeye çalıştığım gibi bir manzara resmi hoşunuza gidebilir ve hoşluk hissi içinde size anı zincirinizden bir halkayı anımsattığı için yapıtla iletişim kurulabilirsiniz. Eviniz, çocukluğunuz, gençliğiniz veya hayallerinizde olmak istediğiniz mekân, seyrettiğiniz manzara resmi eşliğinde size düşünce dünyanızın kapılarını da açar aynı zamanda. İç dünyanın saklı, gizli, gizemli, arzu duyulan, istenen, korkulan, anımsanan tepilerini tetikleyici sınırsız şeyler gelebilir yapıt karşısında duran insanın aklına. Sayısız etkiyle, sınırsız düşünce kovalar birbirini gözden usa akan imajlar karşılığında!

***

Gombrich’e göre birçok alımlayıcı gerçeklikte görmekten hoşlandıkları şeyleri sanat yapıtlarında da görmek isterler.
Bu doğal bir iç tepidir.
Olmalıdır da!
Özellikle de resim söz konusu olduğu zaman. Bir manzara/portre birçok şeyi anımsatır, çağrıştırır karşısında duran izleyiciye.
Köy manzaraları yapıp köylüleri gerçekte oldukları gibi çalışırken resmeden ünlü “Akşam Duası” adlı resminin sanatçısı François Millet’nin öğretisi aslında doğaya yeni gözle bakmanın “devrimci” halidir. Onun tarlada çalışan kadın ve erkekleri Bruegel’in tembel, devamlı eğlenen, istirahat eden ve gülünç bir karakter sergileyen köylülerinden oldukça farklıdır. Yine Millet’ye ait “Başak Toplayanlar” tablosu oldukça yalın, kendi halinde ve fakat güçlü ve kararlı bir tavır sergileyen, bunun için de kendi doğallıklarıyla yüzeye yansıyan üç kadından oluşur. Kendi sessizliğinde bu resim beğeni sınırlarımıza dâhil olmuş olabilir ama öte yandan bugün Londra Tate Gallery’de sergilenen James McNeill Whistler’in “Mavi ve Gümüş Gecesel: Eski Battersea Köprüsü” adlı tablosu izleyene, iyice duyumsattığı yalnızlık duygusu ile “birçok” dediğimiz beğeni varlığını, bir anlık bakışla yarıdan daha da aza inebilir. Bu da bir tercihtir. Ama benim için önemli olan galiba Whistler’in sanat öykülerinin yalnızlık ifadesini pekiştiren koyu renkli lekeler ardına gizlenen başlıklarıdır.
Nedir bu başlıklar? diye sorabilirsiniz. Ve ben de hemen bir hikâye ile yazının akademik/kuramsal dilini yumuşatabilirim bu noktaya vardığımda: Whistler, döneminde, sanat camiasında kışkırtıcı davranışları ve kendi deyimiyle “düşman kazanma sanatında” oldukça yetenekliydi. Turner’ın ateşli destekleyicisi sanat eleştirmeni John Ruskin’in düşmanlığını kazanmakta geri durmadı. Japon tarzında yapmış olduğu 1870’lere tarihlenen tablolarına fahiş fiyatlar koyunca Ruskin aynen şöyle yazmıştır: “Halkın suratına bir çanak boya atmak için, bir soytarının iki yüz eski İngiliz lirası isteyeceğini hiç ummazdım.” Aralarındaki gerginlik mahkeme koridorlarına kadar uzanarak hakaret davalarıyla sonuçlanan bir serüvene dönüştü. Tablonun günlük hesapları, üzerinde harcanan zaman ile eşdeğer bir değer kargaşası yaşandı.

Hâkim Whistler’e sordu: “iki günlük bir iş için gerçekten o kadar para istiyor musun?” Whistler’in cevabı üzerinde düşünülmeye değer: “Hayır, iki günlük bir iş için değil; tüm yaşam boyunca elde etmiş olduğum bilgiye karşılık bu parayı istiyorum.”

***

Clifford Geertz’in “Arts as a Cultural System” makalesinde de belirttiği gibi “Sanat gibi, bizim için anlam yüklü olan bir şeyi öyle arı anlam dünyasına terk edemeyiz.” 
Sanatın öyküsüne başlıklar atıp satır aralarında yaşamdaki yerine dair, anlam avcısı olmak, kaçınılmazdır. Yine Geertz’in de vurguladığı gibi sanatın toplumsal işlevi üzerine teoriler geliştirir; sanatı bir dil, bir yapı, bir sistem, bir edim, bir simge ve duygu kalıbı olarak tanımlar; bilimsel, manevi, teknolojik ve siyasal mecazlar peşinde koşarız.
“Bilgi” dediğimiz olgu karanlığın içindedir. Karanlığa dalıp bilgiyi asılı durduğu askıdan doğrulara ulaşmak adına istidlal etmek, yaşamın gerekliliğidir. Sonsuzluğun enginliğine dalıp karanlıkları korkmadan, bilerek, doğru/yanlışların ortasına dalarak götürebilecek bir eli tutmak istemez misiniz?

Bu haftanın son sözü:

Günlük yaşamın sığ sularından kurtulmak gerek!

Bu yazı toplam 2202 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar