“Sanatın içinde bir hayata doğdum”
Uzun zamanır görüşmeyi çok istediğim sanatçılardan biri Filiz Ali… Sabahattin Ali’nin tek evladı olmasından öte, çok önemli bir sanat insanı, profosör, piyanist ve yazar…
Simge ÇERKEZOĞLU
Uzun zamanır görüşmeyi çok istediğim sanatçılardan biri Filiz Ali… Sabahattin Ali’nin tek evladı olmasından öte, çok önemli bir sanat insanı, profosör, piyanist ve yazar… Yıllardır sergileriyle, belgeselleriyle Sabahattin Ali’nin izini sürmem, sonunda Filiz Ali’nin evinin kapılarının bana açılmasına olanak yarattı. Sabahattin Ali’nin ışığında, Filiz Ali’nin sanat hayatını, kitaplarını ve çocukluğunu konuştuk. Benim için çok duygusal bir röportaj oldu. “Devlet beni müzisyen yaptı. Bana verileni fazlasıyla gençlere vermeliyim, öğrendiklerimin daha fazlasını gençlere öğretmeliyim, bu borcu ödemeliyim” diyerek yıllarca çalışan sanatçı, fazlasıyla mütevazi davranarak, aslında devletin kendisine borçlu olduğunu unutuyor.
“Sanatın olmadığı bir hayat görmedim”
Sanatla yoğrulmuş ailede doğmak, kaçınılmaz olarak Filiz Ali’nin de bu alana yönelmesini sağladı...Sohbetimiz de bu noktada başladı.
“Babam, Sabahattin Ali, Ankara Devlet Konservatuarında tiyatro bölümünde ve opera bölümünde hoca olduğu için, dünyaca ünlü rejisör Carl Ebert’in de hem yardımcısı hem de dramaturku olduğu için çocukluk anılarım, üç yaştan itibaren, konservatuarda müzikle, tiyatroyla ve operayla içiçe geçti. Sanatın olmadığı bir hayatı görmedim. Gözümü açtım ve sanatın içinde bir hayata doğdum, kendimi orada buldum. Hayatıma da hep öyle devam ettim.”
“Hala kendimi devlete borçlu hissediyorum”
Akademik hayatı boyunca pek çok gençin yolunu açan Filiz Ali, hala genç müzisyenler için çalışmaya, onlara yeni olanaklar yaratmaya devam ediyor, yılmıyor.
“Sayısız gençler yetiştirdim tabii. Ben Ankara Devlet Konservatuarında parasız yatılı okudum. Devlet beni okuttu. Devlet beni müzisyen yaptı. Şimdi artık böyle değerlerin pek farkında olunmuyor. Benim kuşağım kendini devlete hep borçlu hissetmiştir. Ben de hala kendimi devlete borçlu hissederim. Bana verileni ben fazlasıyla gençlere vermeliyim. Benim öğrendiklerimin daha fazlasını gençlere öğretmeliyim, bu borcu ödemeliyim diye düşünürüm. Atatürk’ün başlattığı müzik devrimi devam etsin diye uğraşıyorum. Tabii çok yol alındığını görünce çok mutlu oluyorum. 1940’lardan şimdiye bakacak olursak müthiş yol alındı. Yurt dışında ve yurt içinde çok değerli genç müzisyenler yetiştirdik. Saymakla bitmez isimleri… Pek çok öğrencimin başarılarını görüyorum, beni çok mutlu ediyor.”
Ayvalık Kültür ve Sanat Vakfı (AKSV) Filiz Ali’nin Türkiye’ye bıraktığı en önemli mirası… 27 yıl önce, Ali öncülüğünde, onun çabasıyla küçük bütçe ile yola çıkan vakıf hiçbir kuruluşa bağlı olmadan, bireysel ve kurumsal desteklerle, dayanışma ve gönüllülükle bugünlere ulaştı.
“Ben 1995 yılında Ayvalık’ta ev almıştım. O sırada Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müzikoloji bölümünün de başkanıydım. Müzikle ilgili birtakım şeyler yapabilir miyim diye düşündüm. Emekli olduktan sonra devam edebileceğim bir hayat fikriyle 1998 yılında Ayla Erduran ile birlikte on günlük yaylı çalgılar ve oda müziği atölyesi yaptık. Dünya çapında tanıdığımız hocaları davet ettik. Çok sayıda öğrenci geldi ama binamız yoktu. Belli bir kuruma bağlı değildik. Ümit ve Cem Boyner’ın evlerinde bu atölyeleri gerçekleştirdik. Başarılı olunca da on yıl, göçebe olarak bu atölyelere devam ettik. Her yıl dünyaca ünlü hocaları davet ederek yurt dışından da öğrenci çekerek, devam ettik. On yıl sonra 2005 yılında Ayvalıklı bir aile bize ev bağışladı. Orada yaşayan, Tuncay ve Haluk Barutçuoğlu evlerini bağışladılar. Bizim o sırada ismimiz Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi olmuştu. Bu ev akademinin tüm faaliyetlerine bu evde devam etmemiz koşuluyla bağışlandı. Zamanla daha da genişlettik. Aile bize piyano da bağışladı. Mucizevi bir olaydı. Kolay kolay kimse bize bir şey bağışlamazdı. Piyano bağışlayınca İdil Biret ile de derslere başladık. Yirmi yedi yıl oldu. Artık yönetici ve danışman olarak orada çalışıyorum. Buraya bağlı olarak, Ayvalık Akademisi Sanat Vakfı’nı kurduk.”
Filiz Ali sadece çok iyi bir akademisyen veya piyanist değil… Aynı zamanda yazdığı kitaplarla da tarihe iz bırakır nitelikte bir yazar... Kendisi kabul etmese de ...
“İlk olarak 1970’lerin sonuna doğru gittiğim konserlerle ilgili yazılar yazmaya başladım. Eleştiri yazısı diyebilirsiniz ama müzik yazısı diyelim. Eleştiri Türkçe’de yanlış anlaşılabiliyor. Eleştiri olumsuz anlamda algılanıyor. Oysa benim yaptığım criticizm’dir. Değerlendirmedir. Bu şekilde çeşitli dergilerde yazmaya başladım. Milliyet Sanat dergisi, 1980’li yıllarda çıkan Gösteri dergisi gibi. Daha sonra Cumhuriyet gazetesinde de aktif olarak yazmaya başladım. Yazmak gittikçe hoşuma gitti. Yazarlık, yazar olmaktan ziyade, benimkisi müzik yazarlığıydı. Aynı zamanda araştırma yapmayı da çok sevdiğim için, müzisyen portreleri, müzisyen biyografileri yazmaya başladım. Böylece yazma merakım bugüne kadar geldi.”
“Carl Ebert unutulacak biri değildi”
Filiz Ali ile kaleme aldığı en son kitabı konuşuyoruz. ‘Bir Tutkunun Peşinde Carl Ebert’ismini taşıyor… Kitapla Türkiye’de cumhuriyet döneminde başlayan tiyatro eğitimi ve opera sanatının doğuşuna yönelik gösterilen çabaya şahitlik ediyoruz.
“Carl Ebert ile ilgili şahsen ilgim ve tanışıklığım vardı. Babamın çok yakınıydı. Bu kitabı yazmayı o nedenle düşündüm. Aynı zamanda Türkiye’de tarihimiz ve geçmişimizle ilgili yeterince gerçek ve belgelere dayanan akademik bilgiler oldukça az. Etrafta kulaktan dolma bilgiler dönüp dolaşıyor. O kulaktan dolma bilgiler bir yerde gerçek sanılıyor. Özellikle Türkiye’de tiyatronun bilimsel olarak eğitiminin verildiği ve yaratıldığı, hiç bilinmeyen opera sanatının yaratılış hikayesini anlatıyorum. Buna karşı Osmanlı’da da opera vardı diyenler olacaktır ama Osmanlı’da opera yoktu. İstanbul’da gelen opera turupları vardı. Sarayda misafir edilip, devlet erkanının, İstanbul’un bellirli zümresinin dinlediği, tanıdığı İtalyan sanatçılardı. Opera, Ankara Devlet Konservatuarı’nda kuruldu. Halkın herhangi şekilde opera ile ilişkisi yoktu. Konservatuara öğrenci alınacağı gazetelere ilan edildiğinde, oraya ilk başvuranlar müzik öğretmeni olmayı düşünmüşler. Hep orta halli ailelerin çocukları. Türkiye’nin her yerinden müzik yeteneği olan gençlerin önüne böyle bir imkan serilmiş. Bana çok olağan üstü gibi geliyor. Operanın kuruluşu ve Carl Ebert’in kendi hikayesi önemli. 1933 yılında Hitler iktidara geldiği vakit Carl Ebert Berlin Şehir Operası’nın müdürüydü. Kariyerinde o denli yükselmiş tbir sanatçı, rejisörve yönetici. Ancak Hitler tarafından işine son veriliyor. Ebert Türkiye’den teklif gelmeseydi zaten İngiltere veya Güney Amerika’ya gidecekti. Ama bir şekilde hiç tanımadığı ülkeden gelen böyle bir teklifi Kabul etti. Bunun nedenini aslında kendi açıklıyor. ‘Türkiye’de hiçbir alışılmış gelenekle bozulmamış olan, saf bir malzeme vardı diyor. O saf malzemeyi ben hep yapmak istediğim şekilde ellerimle yoğurdum’ diyor. Hala onu çok net hatırlıyorum. Babam öldüğünde 11 yaşındaydım. O yaşıma kadar yıllarca hayatım onlarla geçti. Kulislerde, konservatuarda hatta temsil provalarına bile girerdim. Carl Ebert ayrıca çok görkemli bir insandı. Unutulacak biri değildi. Yapılı ve uzun boyluydu. Kimseye benzemezdi. Opera kahramanı gibiyidi. Kendisine hayranlık duyardım.”
“Babam bir fotoğraf sanatçısıydı”
Filiz Ali’nın benim için en dokunaklı kitaplarından biri ‘Filiz Hiç Üzülmesin’ ismiyle yayımlanan kitabı. Pek çok fotoğrafın yer aldığı bu kitap biyografi niteliğinde…
“Aslında babamın mektuplarından yola çıkarak yazdımğım bir kitap. Bir çeşit biyograf i olmasını, ayrıca babamın fotoğraf sanatçısı olarak değerini bir şekilde ortaya çıkmasını istedim. Çektiği fotoğraflar album köşelerinde kalmasın istedim. Babam hayatını kamera ile belgelemiş. Almanya’dan getirdiğini düşündüğüm bir Kodak fotoğraf makinası. Kendimi bildim bileli o makine vardı. Sadece aile fotoğrafları veya toplu fotoğraflar değil. Belgesel tarzda da fotoğrafları vardı. Dağların, nehirlerin, demir yollarının, tünellerin bile fotoğrafları vardı. Kazı alanlarında çektikleri vardı. Yaşadığı farklı şehirlerde Yozgat, Konyahepsinden fotoğraflar vardı. Hepsi birer belgesel niteliğindeydi. Sırf Ankara fotoğrafları bile yeterdi. Dönemin Ankara’sını babamın fotoğraflarında görürsünüz.”
“Akrabalarımız birden yok oldular”
Sabahattin Ali cinayeti cumhuriyet tarihinin ilk faili meçhul cinayeti olarak kabul ediliyor. Bu cinayetin çözülmemesi, hatta üstünün örtülmesi, sadece ailede değil, Türkiye tarihinde de pek çok trajediyi beraberinde getirdi.
“Babamı en son Urfa’dan Ankara’ya geldiği zaman hatırlıyorum. Aylardan Şubat’dı, hava karlıydı ama balkonda birlikte fotoğraf çekmiştik. İstanbul’a gidiyordu. Sonra da bir daha görmedim. Çünkü İstanbul’dan Kırklareli’ne geçmiş. Gerisi malum. Bilirsiniz taksi şöförleri tarfik için İstanbul’a kızar oysa İstanbul’un ne kabahati var bilmem. Babamın başına gelenlerde de Türkiye’nin bir kabahati yok. Birinci dünya savaşı sonunda dünyada ortadan kalakan Osmanlı, Rus, Avusturya-Macaristen İmparatorlukları var. İngilizler de bir şekilde dağıldı. Sanıyorum ki bunlar içinde en büyük kaybı Osmanlı yaşadı. O kaybın verdiği reflekslerle de kimi zaman çok acımasızlıklar yaşandı. Babamı kaybettiğmiz dönemde toplum çok korkutuldu. Sindirildi. Sabahattin Ali ile yolda selamlaşanlar bile koruyordu. Akrabalarımız hem anne tarafından hem baba tarafından birden bire ortadan yok oldular. Bazen annem çok üzülürdü çünkü tamamen yalnız bırakılmıştı. Arada bir onlarla ilgili kötü de konuşurdu. Yıllar sonra düşündüğümde onlara da hak verdim. Babamın gittiği her yerde peşinde polis varmış. Konuştuğu her kişiyle ilgili araştırmalar yapılıyormuş. İnsanların da ödü kopmuş anlaşılan. Yaşarken zaten babama rahat vermediler, hayatı zindan ettiler. Babam iyi niyeti ve zekasıyla bunlara çok önem vermedi. Vermediği için de kaçmadı. Bizleri de geride bırakmak istemedi sanırım. Herhangi bir örgüte de bağlı değildi. Tamamen bağımsızdı. Tek başınaydı ve sonu böyle oldu. İşte Türkiye’nin gerçekleri bunlar.”
“Kürk Mantolu Madonna’nın bu kadar popüler olması şaşırtıcı”
Kürk Mantolu Madonna, artık Türk edebiyatının kült eserlerinden… Filiz Ali bu durumu şaşırtıcı olarak nitelendiriyor. Benim en sevdiğim kitabı İçimizdeki Şeytan, “içimizde şeytan yok... içimizde aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var” diyor Sabahattin Ali.
“Tabii Kürk Mantolu Madonna kitabının bu kadar popüler olması şaşırtıcı. Kuyucaklı Yusuf mesela bu kadar popüler olmadı. Bu kitabın gençler tarafından bu denli okunması, belki de zamanın ruhuna çok daha uygun olmasındandır. Türkiye’nin 1950’ler ile 1980’ler arasındaki yazar çizerler ve tabii 1940’lı yıllarda babamı tanıyanlar Kürk Mantolu Madonna’yı Sabahattin Ali’ye angaje olmamış, hafif eser olarak algılarlardı. Eleştirel yönü yok kabul ederlerdi. Halbuki eğer gerçekten her bir paragrafı inceden inceye analiz edecek olursanız orada bu kitapta da çok eleştşrşler var. İkinc dünya savaşı sonrasındaki Berlin’de o eski savaş kaybetmiş Alman askerler arasındaki tartışmlardan tutun da, baş karakterin yarı yahudi olmasına kadar çok ince politik referanslar var. Fakat sıradan okuyucu için fark edilmiyor.Kitap daha çok aşk romanı gibi okunuyor.”