Sarı Kehribar: ‘Şimdi’den ‘Geçmiş’e Bir Hafıza Yolculuğu
Sarı Kehribar: ‘Şimdi’den ‘Geçmiş’e Bir Hafıza Yolculuğu
Hakkı YÜCEL
[email protected]
Susan Sontag Pavese’den Camus’ya, Lucaks’tan Benjamin’e, Canetti’den Barthes’e, edebiyat ve düşünce dünyasında her biri ayrı bir değer olan yazarlara yönelik eleştirel denemelerinin yer aldığı “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş” (Metis Yayınları) kitabında Canetti’yi anlatırken, onun ilginç bir fantezisinden söz eder. Sürekli ölümle pazarlık yapmakta, ona bahşedilen ömre, “Bir yüzyıl olsa? Yalnızca yüz yılcık! İçtenlikli bir niyete karşılık çok mu?” diyerek kendine göre bir süre biçmektedir Canetti. Bu uzun ömür talebini ise “Bir şeyi düşünmeden önce mutlaka içinde hissetmek isteği” ile açıklarken, erken ölmesi halinde “kendini tıka basa doldurmamış olmak, bu yüzden zihnini kullanabileceği kadar kullanamamak” gibi bir bahtsızlığa uğrayacağı için hayıflanmaktadır. Daha on altı yaşında not defterine hayatının amacını “herşeyi öğrenmek” olarak yazan ve ömür boyu bu tutkusunu gerçekleştirmek için yoğun zihinsel çaba gösteren ünlü yazar, ilerde yine defterlerinden birine “zihinden hiçbir şeyin kaybolmaması ne harika” notunu düşecek, “bu bile çok uzun süre ya da sonsuz yaşamak için kendi başına yeterli bir neden sayılmaz mı” diyerek, ölümle (beyhude) pazarlığını sürdürecektir. Bu ısrarlı talepler işe yaradığından mıdır, tabiat Canetti’ye karşı oldukça cömert davranacaktır ve sonuçta yüz yıl olmasa da seksen dokuz yıllık bir ömür bahşedecektir. O da bu ömre, başta, neredeyse çeyrek yüzyıl dünyadan el ayak çekerek yazdığı kült eseri ‘Kitle ve İktidar’ ve bir o kadar ünlü “Körleşme” romanıyla birlikte bugün hâlâ okunmakta olan eserler sığdıracak, ‘zihninden hiçbir şeyin kaybolmaması’ için çırpınıp duran Canetti, ölümsüzlüğü başka zihinlere miras bıraktığı bu eserleriyle sağlayacaktır. Bunları niye yazıyorum?
Canetti’yi, ama asıl onun “zihinden hiçbir şeyin kaybolmaması ne harika” veciz cümlesini hatırlamamın sebebi, farklı bir bağlamda olsa da, sevgili Mehmet Yaşın’ın geçtiğimiz aylarda Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan son romanı “Sarı Kehribar”. Yayınlanmadan önce okuma şansı bulduğum, dahası yazım sürecine yakından tanık olma ayrıcalığına sahip olduğum romanı son haliyle okuyup bitirdikten sonra, “zihinden hiçbir şeyin kaybolmaması ne harika” demekten kendimi alamadım. İpçizâdelerden üç kızkardeşin hikâyesinin öne çıktığı ‘Sarı Kehribar’ romanı, sisler içinde kalmış, unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuş geçmişe doğru, etkileyici bir hafıza yolculuğu. Ancak bu kadar olduğunu söylemek romana da Yaşın’a da büyük haksızlık olacak. Doğrusu belki şu: ‘Sarı Kehribar’ ‘şimdi’den başlayarak ‘geçmiş’e uzanan, zamanların kesiştiği, çağrışımları yoğun, ebedi/estetik bir hafıza yolculuğu. Nasıl mı?
İki biçimde/içerikte yapar bunu M.Yaşın: Birincisi, 2007 yılının 26-27 Mayıs’ına denk düşen, belirgin karakterleri, farklı mekânları, tarihsel-kültürel-siyasal arka planıyla görünür olanın bir olay-kurgu çerçevesinde somutlaştırılarak hikâyeleştirilmesidir. Roman sanatı açısından ifade edilecek olursa, geleneksel romanın temel sorusu ‘ne anlatıyor’un karşılık bulduğu bölümlerdir bu. Burada gerçeklik yüzeye taşınmıştır; bir yandan olay-kurgu bütünlüğü okurda merak saiki uyandıracak ve onu heyecanlandıracak bir yapıya dönüştürülürken, aynı anda bu yapıya içkin tarihsel-kültürel-siyasal bir bilgilen(dir)me -dışsal gerçekliği kuşatan ‘bilinç bakışı’dır bu- ve de bunu karşılayan berrak bir dil (biçem)/anlatım söz konusu olmaktadır. Yazar adeta okuru elinden tutarak ona yol göstermektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki bu romanı, okuruna tarihsel bilgiler aktarmayı gözeten bir tarihçi değil, yazarken tarihi de göz önünde bulunduran (hayal ederek göz önünde bulunduran), bir edebiyatçı/romancı (üstelik şair olan) kaleme almaktadır. Nitekim M. Yaşın da bu hususa dikkat ediyor olmalıdır ki, bir yandan olayın geçtiği coğrafyanın tarihsel-siyasal-kültürel dokusuyla ilgili bilgiler aktarırken, sahneyi bu kadarla sınırlandırmamakta, bu somut tablonun içine hayali kayıp bir ülkeyi -Atlantis’i- de yerleştirmek suretiyle o somut tabloda çatlaklar oluşturmaktadır. Böyle olduğu içindir ki, başta (dış) gerçeklikle örtüşen ‘bilinç bakışı’, bunun kurgusal yapısı ve dili (biçemi)/anlatımı; açılan çatlaklardan içeriye sızan, daha çok iç gerçekliğe yönelik ‘sezgisel bakış’la -bilinçaltının açığa çıktığı bakışla- yer değiştirecek ve giderek onun kurgusal yapısına ve diline (biçemine)/anlatımına dönüşerek, romanın edebi/estetik bir yoğunluk ve çeşitlilik kazanmasını sağlanacaktır.
İpçizâdelerden üç kızkardeşin hikâyesinin anlatıldığı bölümler, işte bu biçim/içerik farklılaşmasının doruğa çıktığı bölümlerdir. Tam da burada daha ileriye gitmeden, hem roman karakteri hem de kazanın yaşandığı nehir olan ve aynı ismi taşıyan, romanın ana eksenini teşkil ettiğini düşündüğüm Mnemosyne’ye ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Mitolojide Mnemonyse, Uranos ile Galia’nın kızı ‘Hatır(lam)a (hafıza) Tanrıça’sıdır ve Zeus’tan olan dokuz çocuğu, ilham (şiir) perileridir. Keza, “Mnemonyse aynı zamanda yeraltı dünyasında (ahiret-hades) akan bir nehrin adıdır; kendisinden içenlere (ki bunlar reenkarne olmaya hazırlanan ölü canlardır) geçmiş yaşamları hakkında her şeyi hatırlatır.” ‘Sarı Kehribar’da ‘şimdi’den ‘geçmiş’e uzanan, geçmişe uzanmakla kalmayan, oradaki sisler dünyasında gezinen ölülere can katan ‘hafıza yolculuğu’nun arkasında, işte yarı gerçek/yarı hayal, yarı bilge/yarı meczup Mnemoynse vardır. Ya da sanki Mnemonyse’nin ruhu yazarın içine akmıştır. Bu kadarla da kalmamış, onun ilham (şiir) perileri devreye girerek, anlatımda ‘şiirsel dil’i öne çıkarmışlardır. İpçizâdelerden üç kızkardeşin hikâyesinde, artık gerçeklik/hakikat derine gömülmüştür, orada çoğalmıştır ve yeniden yüzeye çıkmak için zahmetli bir çabayı gereksinmektedir. Belirgin karakterler hayaletlerle yer değiştirmişitir; somut olandan soyut olana geçilmiştir; bilinç yerini bilinçaltına, sezgilere ve hayallere bırakmıştır. ‘Ne anlatıldığı’ değil, ‘nasıl anlatıldığı’ sorusunun öne çıktığı ve karşılık bulduğu -yazar burada bunu gözetmektedir-, bu bölümde, roman sanatı bakımından ‘geleneksel’ roman anlayışından ‘deneysel’ roman anlayışına doğru bir geçiş yaşanmaktadır. Bu ise ‘Sarı Kehribar’ı bir roman olarak kendinden fazlasına dönüştürmektedir.
Evet, bir bütün olarak ‘Sarı Kehribar’ bir romandan fazlasıdır; bu nedenle kategorik bir tür içine yerleştirilmesi zordur; daha çok türler çeşitliliğini içkindir. Yazar başlarda elinden tuttuğu okur’un elini artık bırakmış, onu özgür kılmıştır. Ancak M. Yaşın burada bir başka ustalık sergilemiş, loş bir zaman tünelinin içine salıp hayaletlerle başbaşa bıraktığı okuruna görüntüler (görseller) sunarak yolunu, bu serüvene kendini de katarak, kendince bulmasına dolaylı olarak yardımcı olmuştur. Hem roman tekniği açısından ilginç bir yöntemdir bu ve hem de roman sanatı adına görünmeyeni görünür hale getirmesi, bunu çarpıcı biçimde gerçekleştirmiş olması bakımından dikkat çekicidir.
“Roman varoluşun araştırılması”dır der Kundera ve bütün romanların öyle ya da böyle ‘ben’in gizleriyle uğraştığının altını çizer. Gösteri Dergisi’nin Ağustos-Eylül-Ekim 2014 sayısında kendisiyle yapılan söyleşide M. Yaşın, ‘Sarı Kehribar’ romanında “kendi izimi sürüyorum” derken ve de bugüne kadar yazdıklarının da bu ‘iz sürme’ serüvenine dahil olduğunu ilave ederken, benzer bir yaklaşım içindedir.
Kendi varoluş serüvenimiz kendi ‘ben’imize doğru bir yolculuktur. Ona ulaşabilir miyiz, ya da onu bütünüyle ele geçirebilir miyiz, meçhûldür. Ancak varoluşumuza anlam kazandıracak olan da bu serüveni sonuna kadar sürdürebilmektir. ‘Şimdi’, bu serüvende geldiğimiz son noktadır ve birazdan bizden uzaklaşıp ‘geçmiş’ olacaktır. Bizden uzaklaşıp giden, hafızalarımızın karanlıklarına gömülen ‘geçmiş’i hatırlamak ise onu ‘şimdi’ye yeniden taşıyacağı gibi, bizi kendi ‘ben’imize biraz daha yaklaştıracaktır. “Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür”. Hafızalarımız hatırladıklarımızın ağırlığından çok unuttuklarımızın hafifliğinden ibarettir. Varoluşun kendi ‘ben’imizi bizden uzaklaştıran hafifliğidir bu. Unuttuklarımız hatırlamak işte bu yüzden bizi kendi ‘ben’imize biraz daha yaklaştıracaktır.
M. Yaşın bugüne kadar yazdıklarıyla ve son romanı “Sarı Kehribar”la ‘hafıza yolculuğu’ da demek olan yazın serüvenini, kendini aşarak yetkinleşen doğurgan bir ‘yazı şöleni’ olarak sürdürmekte ve biz sadık okurlarına da aynı oranda doğurgan bir ‘okuma şöleni’ sunmaktadır.
İyi ki romanlar var. Canımızı acıtsa da, o romanlarda yaşadığımız varoluş serüveninde, bizi kendi ‘ben’imize biraz daha yaklaştıracak olan ‘hafıza yolculuğu’nda, “zihinden hiçbir şeyin kaybolmaması ne harika!”