Sarı sıcağın aynasından… KADIN ve KENT…
Kadın ruhen çırılçıplak… Kadın / İnsanın en yalın halidir çıplaklık…Giysilerden, aksesuarlardan, çevreden, dekordan, tüm ilişkilerden… Hatta zamanın sınırlarından arınmış…
Neriman Cahit
Deneme… Beni şiir kadar rahatlatan…
Alabildiğince bir sonsuzluk içinde koştuğum, uçtuğum, soluklandığım, dal budak salıp çiçeklendiğim bir alan…
Deneme benim için bir çırılçıplaklık…
Ruhumdaki her şeyden soyunan bir kadın figürü ve bir kent…
Kadın ruhen çırılçıplak… Kadın / İnsanın en yalın halidir çıplaklık…
Giysilerden, aksesuarlardan, çevreden, dekordan, tüm ilişkilerden… Hatta zamanın sınırlarından arınmış…
İnsan ancak çıplaklığında yalnız… Yapayalnız… Kendisiyle baş başa… İçiyle bütün… Özüyle bütün…
Kadın çıplaklığında, güzelliğini, dişiliğini, yumuşaklığını görüyoruz…
Bir de çıplak bedenin sakladığı tüm sırları, gizemi…
Ve bir de Lefkoşa… Kadın gibi…
Karanlıkla – aydınlık arasında… Geceyle – Gündüz arasında… Alacakaranlıkta gibi hep…
Gölgelerin uzadığı, girintilerin, çıkıntıların, ayrıntıların büyüdüğü saatler gibi…
Kadın ve Kent… Yağ(ma)mur altında, rüzgâr altında, tehdit altında…
Özellikle de gündüzle gecenin tam sınırında… O bulanık, yarı saydam, karanlık ve alacakaranlığın arasında…
Kentte o saatlerde insanlar ne evlerindedir ne de işyerlerinde… Arada bir yerlerdedirler…
İçerisi ve dışarısı arasında…
Hele bir de yağmur yağıyorsa ya da sarısıcağın en turuncu saatlerindeyse vakit… İçerisiyle dışarısı arasında da sıkışıklık yoğunlaşır…
Kalabalık ortasında daha da yalnızlaşır kadın… ve kent…
Yağmur altında, sarısıcak altında daha bir bunalır kent… ve ‘yanız kadınların’ ayak sesleri daha bir büyür…
Ve her ikisi de, ışıkla ışıksızlık arasında gizemini örtünüverir… Artık sadece görünmeyeni değil, görüneni de susar…
Kentin ve bedenin gizli güzelliklerini… Kentin ve bedenin gizli korkularını, endişelerini… Kentin ve bedenin belirsizliğini… Bu belirsizlikteki acıları acımasızlıkları…
Kendin ve bedenin gücü ve güçsüzlüğü… O müthiş gizem…
***
Ve ışık… Işığın özü, ruhu…
Kent ışığa hasretken, ışığa açılırken… Kadının çocukluğu kör karanlıklarda geçtiği için… İkilemler arasında büyüdüğü için… Çok ışıkta gözlerinin kamaştığını, bazen acı çektiğini… Çok ışıkta saklanacak yer bulamadığını... Kalabalıklar içinde yalnızlığın acısını yaşadığı için yalnızlığıyla mutlu olduğunu… Kalabalıklarda saklanmanın gereksinimini duyduğunu…
Çocuk yaştan beri görünen değil… Gören olmak istediğini ve öyle olduğunu...
Kentine hep suların, sarısıcağın, yağma ve acıların aynasından… Camlardan bakan… Yazılan çizen şiir hep o bakışın uzantısıdırlar…
Alacakaranlık, belirsizlikler saatidir... Ama o, insanın ki kentin ruhunun en iyi görebileceği saatlerdir onlar…
Kentin ruhunu ve özünü en iyi görebileceği…
***
Edebiyat ve deneme derken… Niçin çırılçıplaklık… Ve kadın…
Belki kadının çok yalın olarak hayatın kendisini doğurduğu gerçeği…
Yalnız bu kadar da değil: Hayatın / bereketin simgesi olduğu için…
Ezelden beri var olup, sonsuza dek var olacak “Nü”aracılığıyla zamana, koşullara, meydan okumak için…
Çıplak bedeni nice gizi barındırdığı için…
Çıplak kadın bedeni gibi, içinde sonsuz diyalog ve tartışma olguları taşıyan / taşıyabilen konular yaratabilmek için…
Ama aynı zamanda…
Günümüzde kadın bedeninin olsun, çıplaklığın olsun reklam amacıyla kullanılmasına, sömürülmesine karşı öfkesini dillendirmek için…
Birçok toplumda kadına getirilen yasaklar ve engellere karşı baş kaldırmak için…
Çıplaklığıyla kadın baş başadır…
Zamanın dışında, modaların dışında, kendisine giydirilmeye çalışılan onca şeyin dışında…
Yaşamın yoğunluğu ve özgürlük çabasında…
Kendiyle özdeş…
Kentiyle özdeş…
DÜŞ İNSANI…
Gerçeğin ötesinde bir düş insanı mıdır O… Belki…
Bir ömrü harcadığı tek bir şeyin dahi gerçek olmadığını görmek, yaşamak ve hâlâ ummak bir insanı nasıl ve ne yaparsa… Odur O… İşte…
Sevgisizlik ve yalnızlığın kol gezdiği bir kentte… Hep Cemal Süreya’nın dizelerinin eşlik ettiği: “Kuşkusuz artacak yalnızlığım… / Biliyorsun ben hangi şehirdeysem / yalnızlığın başkenti orası…”
Belki sürekli yazması bundan…
Elli yıl geçti nerdeyse tek bir gün atlamadan sürekli yazmak…
Yazarak kişiliğini bulduğunu ve kendini aştığını… Tüm olumsuzluklara yazarak direndiği gerçeği… Tıpkı Turgut Uyar’ın vurguladığı gibi:
“Sonbahar geldi hüzün / kış geldi kara hüzün / Ey en akıllı kişisi dünyanın / Bazan yaz ortasında gündüzün… / Sevgim acıyor…”
LEFKOŞAM… CANIM BENİM…
Lefkkoşam, canım benim.. Aşk da var…
Aşk da var kuşkusuz Ama
M. Mungan’ın dediği gibi,
“Ben sende bütün aşklarımı temize çektim…”
Sanıyorum biz hep yanlış zamanlarda ve koşullarda yaşadık… Yaşama zorunda kaldık…
Daha da doğrusu, kimi doğruların çemberinde sıkışıp kaldık…
Hangi doğrular… Kimin doğruları… İşte asıl sorun buydu… Kesin olan bizimkiler değil çoğu ama…
Başkalarının doğruları uğruna yitip giden hayatları, umutları ve yarınları düşünüyorum… Toplumsal kurallar, birlik ve beraberlikler v.b zırva adına girilen çıkmazları, yaşanan acıları, ödenen diyetleri ve yalnızlıkları…
Aslında yanlış deneni yaşamak gerekiyordu… Böylece de yaşamımıza konan kurallar, sınırlar ve ipoteklerle boğuşmak yerine… Kendi doğrularımızı yaşamak…
Sonunda, hangisini yaşarsak yaşayalım, onca ağır diyeti ödemek hep bize düştü…
Bu yüzden de çoğumuz sarısıcak acılara ve yalnızlıklara garkoldu…
***
Aslında kaybetmek ya da bulamamak değildi… Değildir sorun…
Sonuçta galiba yaşaması gerekeni yaşıyor insan…
Asıl olansa koşullara ve kurallara aldırmadan yaşamak...
Evet yaşamak…
Tıpkı bir romanda insanın kendini okuması gibi…