Sarı Taşlar
Utanıyorum bilmemekten geçmişi, geçmişimi. Susuyorum, rüzgar üflüyor kulağıma .
Asu Demircioğlu
[email protected]
Sarı taşlar kusuyor zaman.
Pasla karışık yanık bir demir kokusu.
An ağlıyor iç çekerek.
İz saklanmış her yere.
Bir kolonun önünde, şimdi hissedilen geçmiş.
Kalbimde garip bir his.
Bana bakan dedem, gülüyor her zamanki gibi; vuruyor demire, artıyor bedenimde garip bir sancı, sıcacık bir sevgi.
Kolonun önünde ben şarap içiyorum, o demir dövüyor.
Duvarlar kazınmış, geçmiş an’a bürünmüş.
Sıvaların altından fırlamış demir kokusu.
Sarı taşlar içine çekmiş dedemi, çocukluğumu, geçmişi…
Dokunuyorum titreyen bedenimle.
Kırmızı.
Ellerim ellerinde. Ben oradayım, o burada.
Ve sesler...
Tak...tak... tak...
Her vuruşta rengi değişen bir kırmızı, şekillenen sapasağlam bir demir.
Büken, can veren koca bir yürek demire.
Uzun ince elleri, parmaklarıyla demir tutan ustalardandı dedem.
“Abdurrahman Dayı” derlermiş oralarda .
Şaşkın bakışlarımla sormuştum: “Dayı mı? Dayınız mı?”
“Yok“ dedi, bana hep dedemin şatosu gibi görünen yerin yeni kiracıları.
“Herkes öyle dermiş eskiden buralarda.”
Yıllar öncesinin ilk kira mukavelesinde de Abdurrahman Dayı olarak yazılmış adı.
Yüzümün kıvrımlarını hissettirerek okşuyor yaşlar, teselli eder gibi.
Utanıyorum bilmemekten geçmişi, geçmişimi.
Susuyorum, rüzgar üflüyor kulağıma .
Bisikletini görüyorum, işte orada duruyor!
Bandabulya’dan alınmış taze sebzeler asılı siyah bisikletin yanlarında.
Hatırlatıyor eşlik eden rüzgar, caminin karşısında dedemin bana aldığı tam ne olduğunu anımsamadığım güzel şekerleri, kuru yemişleri; mutluluk tadı bir an damağımda, garip bir neşe…
Yaş 6-7… Gülüyorum…
“Bu kızın ağzında diş yok galiba, hiç bir şey yemiyor? Dişlerin var mı senin?”
“Amannnn dede, offff… Hep aynı soru.”
Telaşla bakıyorum sağıma soluma o zamanlardaki gibi, utanarak, ilgi görmenin şımarıklığıyla.
Kıkır kıkır gülüyor ve koşuyorum, kaçıp saklanacağım bir yer bulmaya.
Derin bir iç çekişle cesaret ediyorum bandabulya çevresinde dolaşmaya.
Bırakmıyor dedem emek dolu eller, gülen gözlerle.
O bisikletinde, ben yanında.
Kese kağıdında şeker; eskiden daha gerçek.
Zaman şarap, şarap kırmızı tadında.
Geziyoruz sokaklarda, bandabulya çevresinde…
Aynı şımarık ifade burnumun ucunda, “bizim buraları” gururuyla.
Birilerini arıyorum dedemin eski tanıdıklarından; izleri ben, beni biz yapan.
Bir kapı. Dar. Beni, dedemi, ruhumu sığdıracak kadar.
Yine dar bir koridor, tozlanmış eski ayakkabılar, otlar, zeytinler, keskin deri kokusu; birleşmiş yaşanmışlıklarla.
Koridorun sonu, ikinci bir kapı, dedem arkamda...
Dört beş kişi var içeride, aynı anda dönüp bakıyorlar bana.
Onlar açılınca görülüyor ayakkabı tamir eden, adının Arif olduğunu sonradan öğrendiğim usta .
Gülüyor çok içten.
“Merhaba” diyorum. “Bir şey soracaktım ama çok yoğunsunuz, sonra gelirim.”
“Yarım saate işim biter. Sen Abdurrahman Ustanın torunu değil misin?” diyor.
Donuyorum, kanım çekiliyor, ateş basıyor.
Gözlerim muhtemelen fal taşı gibi o anda...
Nasıl olur? Kesin dedemi gördü arkamda.
Dedeme bakıyorum, büyük bir gururla omuzuma dokunuyor .
“Aaaaaa! Beni tanıdınız” diyorum hayretle.
Daha sormadan başlıyor anlatmaya:
“Sıcak demir ustasıydı deden. 1968 yılında geldik. Dedenin karşısındaki kahveyi almıştı babam. O zamandan sonra yıllarca çok iyi anlaştık, ne kavgamız ne gürültümüz oldu. Bir Ermeni vardı yanında çalışan, 1980’lerde öldü. Ustaydı deden, çok çalışırdı. Rahmetli halan her öğlen yemek tası elinde gelir, sıcak sıcak yemek getirirdi.”
Başımı çeviriyorum, halam geçiyor elinde yemek tasıyla kapının önünden.
Duvarda duran saate bakıyor Arif Usta.
“Tam bu saatlerde, 12 gibi gelirdi. Hiç aksatmazdı dedenin yemeğini. Çok şanslısın, dedeni tanıyan biri daha var burada” diyor.
Başımı daha o yöne çevirmeden anlatmaya başlıyor Elmas Amca:
“Ben köyde kalırdım. İşim olduğunda gelirdim Lefkoşa’ya. Yaptırırdım dedene yaptıracağımı, giderdim. O zamanlarda köyden çok gelen vardı. Hayvan da çoktu. Toynaklara nal, nal çivisi, kasaplara da bıçak yaparlardı. İsteseler insan bile yapardı demirden deden. O kadar yetenekli, becerikliydi. Sanatkardı yani.”
Dedeme bakıyorum, aaaa! arkamdaydı, yok şimdi! Nereye gitti ki; duyması lazımdı bu güzel kelimeleri. Tabii ya, halamın getirdiği yemeği soğutmadan yemeğe gitmiştir.
Arif Usta ekliyor: “Ali vardı yanında çalışan, o daha bu işi yapar. Bir de rahmetli Yıltan enişten gelirdi yardım etmeye, görürdüm. Buralarda başka yoktur dedeni hatırlayan. Yaşlılar rahmetli oldu, çoğu da buralı bile değil artık. Yok, gerçekten şanslısın.”
Karşı kahvenin daha da eski sahibinin torunu giriyor kapıdan.
Dedem yemeğini yemiş olmalı, halamın eve gitmek için geçtiğini fark ediyorum boş yemek tasıyla.
El sallıyorum, görmüyor. “Dedem de gelir birazdan” diyorum kendi kendime.
Kahvenin Arif Ustalardan önceki sahibinin torunu Mehmet Amca başlıyor hatırladıklarını yaşayarak aktarmaya:
“1960’lı yıllar Rum, Ermeni, Türk hep beraberdik buralarda. Dedenle karşılıklıydı dedem. Arada sandalyeler vardı. Bütün kahveler buradaydı o zaman. Otel vardı. Nargileci Derviş Dayının nargileci dükkanı vardı, yıkıldı. Şimdi yol oldu. Terminaldi burası. Sonra Arif’in babasına sattı dedem kahveyi . Bende dedenin yaptığı nacak var. “
“O ne” diyorum.
“Ağaç kesmeye yarayan tahta saplı, sivri uçlu keser gibi bir şey” diyerek açıklıyor Arif Usta.
Bir çekiç getirip koyuyor yanımda duran buram buram Kıbrıs kokan sandalyenin üzerine.
Anlıyorum daha söylemeden.
Elimi uzatıyorum hissetmek için, benden önce dedemin eli çekicin kıvrımlarında.
“Deden yapmıştı bu çekici.”
Dedem sarılıyor dostlarına.
Hava nehir berraklığında.
Tüm yüzler şeffaf mutluluk tadında.
Kulağımda rüzgar yürüyorum Ermeni, Türk, Rum dostlar arasında.
Karşımda otel, geçiyorum selam vererek nargileci Derviş Dayının yanından.
Kahvede oturanların arasından karşılıyor dedemin şatosu beni, bizi.
Ve yanıyor kırmızı.
Dövülüyor.
Şekil değiştiriyor sokaklar, insanlar, amaçlar...
Artıyor eskiye özlem .
Kucaklıyor sarı taşlar.
Okşuyor demir kokusu beni, dedemi...
Dedem bakıyor sütunun önünde, elinde alev alev yanan kırmızı bir demir.
Ben oturuyorum sütunun önünde, yüreğimde bir kadeh kırmızı şarap.