Şarkılarla büyütülen çocuklar
Şarkılarla büyütülen çocuklar
Umut Bozkurt
[email protected]
Arkalardan bir yerden Kemani Sarkis Sucuyan efendinin nihavend makamındaki şarkısı yükseliyor:
Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Ağır dumanlı bir meyhanedeyiz. Bana eşlik eden sevgili arkadaşımın gözleri buğulanıyor: “babacığımın en sevdiği şarkıydı bu”. Birden benim de gözlerim doluyor, hem arkadaşımın kaybını, hem bu şarkının benim hayatımdaki yerini düşünüyorum, canım ağlamak istiyor.
Türk Sanat Müziğiyle yetiştirilen çocuklardık ikimiz de ve çocukluk anıları içinde şarkılara özel bir önem atfeden yetişkinler. Ben “zeytin gözlüm, sana meylim nedendir”i hatırlarım, gece eve dönüşlerinde babam, hele de biraz çakır keyifse, arabada söylerdi, o gerçekten güzel, davudi sesiyle. Birçok eski şarkıyı defalarca dinlemekten farkında olmadan ezberime almışım, dedem bir keresinde Abdullah Yüce’nin “Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap” şarkısını söyleyen aile korosuna katılmama çok şaşırmış, “sen bu eski şarkıları nereden biliyorsun?” diye soruvermişti.
80li yıllarda İstanbul’da sol hareket içinde yer alan çok sevdiğim bir dostum dönemin solcularının Sanat Müziğini nasıl burjuva beğenisi olarak reddettiğini, onlarla bu yüzden çatıştığını anlatırdı. Neyse ki benim üniversitede olduğum 90lı yıllarda artık böyle bir yaklaşım sözkonusu değildi. Fasıl dinlenen, rakı içilen gecelerde memleket meselelerini çok konuşmuşluğumuz vardı. Aslında bu müziğin sağcılarla solcuları birleştirdiğini gözlemlediğim çok olmuştu, sanki gecenin bir yarısı bu şarkılara teslim olan ruhlar yumuşuyor, kalkanlar düşüyor, herkes kendi hüsranlarına gömülüyor, kırılgan ve hassas birer ruha dönüşüyordu.
Türk Sanat Müziğini seven insanların ruhunun aşka daha yakın olduğunu düşünmüşümdür hep. Onların aşkları günümüzün uçarı, çabucak tükenen aşklarına benzemez. Derin aşklar yaşarlar, kolay kolay unutamazlar, unutmak da istemezler. Böylelerinin aşk kadar hüzne de yakın olduğunu düşünürüm. Ayrılmanın vahşi tadını en iyi onlar bilirler, bir yerlerden “gecenin matemini aşkıma örtup sarayım/ gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım” dizelerini bulup dolarlar dillerine. Onlar her daim aşık ve biraz da yaralı ve kırgın ruhlardır, onları bu kadar hakiki kılan da budur, ruhları parça parçayken becerip de hayat karşısında rol kesemezler. Ruhlarının pencereleri ele verir onları, aşk acılarını bir nişane olarak taşır, en güzel şarkılarla taçlandırırlar.
Peki bu kırılgan ruhlar, yaşam şartlarından insan ilişkilerine herşeye müthiş bir bencilliğin ve rekabetin damgasını vurduğu bugünün şefkatsiz, soğuk dünyasında nasıl olup da varolabiliyorlar? Aşkın süpürüldüğü, kimsenin faka basmamak için içini açamadığı, kırılmaktan ölesiye korktuğu için sevemediği bir dünyada? İşte Türk Sanat Müziğiyle büyütülen kendi kuşağımın üyelerinin en hazin tarafının bu olduğunu düşünürüm her zaman. Onları sevgiyle ve şarkılarla büyüten ebeveynleri de birer birer çekip gittiği zaman, geriye zamane aşklarının asla dolduramadığı bir büyük boşluk kalıyor, adına hayat denen soğuk, mesafeli, şarkısız, şiirsiz ve şefkatsiz bir boşluk… Yaprak dökümlerinin yalnızlığımızı bu kadar katmerlendirmesi bundan, sadece aramızdan ayrılanların değil; annelerin şarkılardan fal tuttuğu, küsen sevgililerin şarkılarla barıştığı, babaların kızlarına “gezdiğim dikenli aşk yollarında elimden bir kırık saz geldi geçti” dizelerini öğrettiği, artık yitip giden bir dönemin de yasını tutuyoruz....
-----------------------------------------
Bu yazı daha once Havadis (2010) gazetesinde yayınlanmıştır.