1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. Savaş, Barış Ve Hükümet
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

Savaş, Barış Ve Hükümet

A+A-

İnsanın başı dönüyor olup bitenler karşısında. Daha birkaç gün önce Adeviye Meydanında katledilen Esma’ya babasının yazdığı mektubu dinlerken gözyaşlarına boğulan Erdoğan, Dışişleri Bakanını önceki gün Esma’yı kurşunlayanların sponsoru Suudi Arabistan’a gönderdi. Ne için? Suriye’ye yapılacak saldırıya Suudi Arabistan’ın desteğini istemek için!

Sisi Cuntasına açıkça mali ve siyasi destek vermekte sakınca görmeyen Suudi Arabistan ile darbeyi “yeterince açık” kınamayan Batı, Erdoğan’ın eleştiri oklarının hedefi olmuş, “Ey Birleşmiş Milletler! Ey Batı! Ey İslam Örgütü” diye başlayan seslenişlerle meydanları inletmişti.

Mısır’da darbe gerçekleştiğinde, faşist Sisi cuntasına ve cuntayı destekleyenlere bayrak açtığında kendisini itidale ve diplomasinin temel kurallarını dikkate almaya davet edenleri “Adeviye’de masumlar katledilirken batsın rasyonel diplomasiniz” diye azarlamıştı Erdoğan.

Bütün bunlar geçtiğimiz hafta içerisinde oldu. Ve aynı hafta içerisinde, aynı Erdoğan, Mısır’da Cuntayı kınamadığı için ikiyüzlülükle eleştirdiği Batı’yı Suriye’ye müdahaleye davet etti. Aynı Erdoğan Dışişleri Bakanını S. Arabistan’a gönderdi.

AKP’nin iç politikaya boca ettiği dış politika gündemi o kadar seri hızla değişiyor ki, insan tepe sersemi oluyor izlemeye çalışırken.

Mısır’da Mursi iktidarına karşı kanlı bir darbe gerçekleştiren General Sisi’yi ve onu destekleyenleri lanetleyen AKP liderliği, daha Rabia masumlarının kanı kurumadan Sisi’yi desteklemekle suçlayanları Suriye’ye birlikte saldırma davetiyesi yolluyor. Yurdumun zavallı muhafazakârları da peşine düştükleri pragmatizmin hızına yetişmekte zorlanıyorlar haliyle. Geçen hafta elden ele dolaştırdıkları Esma ve Rabia sembollerini nereye sokuşturacaklarını bilemiyor garibim muhafazakârlar.

Tehlikeli bir durum bu… Ortak vicdani ve ahlâki değerlerin ayarlarıyla bu kadar oynarsanız, toplumu evrensel değerlere karşı kayıtsızlaştırmaya başlarsınız. Bu yüzden her cinayetin karşısına başka bir cinayet, her acının karşısına başka bir acı dikilmeye başlar. Yaşadığımız şey tam da budur. Bir katliamla infiale kapılan toplumun bir kesiminin acısının, bir diğer kesim tarafından küçümsenmesinin nedeni ortak değerlerin ayarlarıyla bu denli oynanmış olmasıdır. Öyle ki Roboski’de kılı kıpırdamayanlara duyulan öfke, Rabia masumlarına karşı haksız bir kayıtsızlığa dönüşür. Şam katliamına verilen tepkiyi yeterli görmeyenlerin öfkesi, Rojawa’yı küçümsemeye neden olur. Oysa hepimizin ortak değeri, bir insanın katlinin tüm insanlığa karşı işlenmiş bir cürüm olduğudur… Katilin ve mazlumun kimliğine bakmaksızın…

İlkelerin peşinden değil, liderlerin ya da partilerin peşinden koşmaya başladığımızda, aklımızı ve vicdanımızı mensubu olduğumuz partiye ya da lidere ipotek ettiğimizde işimiz zorlaşıyor. Yanlışı eleştiremediğimiz sürece doğruların da güçlü savunucusu olmakta zorlanıyoruz.

En fenası, ekranlardan kayıp giden vahşet görüntülerinin yarattığı çaresizlik duygusunun, elinde güç ve iktidarı tutan bir Başbakanın ağzından kışkırtıcı ifadelerle birleştiğinde, toplumu derin bir pasifizme itmesi. Günün sonunda “ben ne yapabilirim ki bu vahşet karşısında?” hissinin yaygınlaşması…

Oysa bizler, gözümüzün önünde akıtılan vahşet görüntülerini görmezden çok önce adalet ve vicdan dürtülerimizle “hareket eden” insanlardık. Barış mücadelesi, demokratik hak ve özgürlükler için verilen mücadelenin ayrılmaz parçasıydı bir zamanlar. Barış, ekmek ve adalet sözcükleri bir arada telaffuz edilirdi dünyanın dört bir yanından akan görüntüler henüz parmağımızın ucunda değilken…

Şimdi, bütün ayarlarımızla oynandığı bu delilik günlerinde gözüne far tutulmuş tavşan gibi donup kalmış, üzerimize gelen ölümü izliyoruz. Yanı başımızda sayısını bile bilemediğimiz askeri üslerden kalkan uçaklar üstümüzden geçerken… Belki bizi sarsacak tek şey ocağımıza düşecek bir füze olacak… Ki biliyorsunuz, o sarsıntı sevdiklerimizin cesetlerini verecek elimize.
Belki de beklediğimiz bu… Belki de tek ölüm paklar bizi…
* * *
Bütün bu hengâme içerisinde, uzun uğraşılardan sonra Kıbrıs’ın Kuzeyinde CTP-BG/DP-UG Hükümeti kuruldu. Kabinede tek bir kadın bakanın bulunmaması, “toplumsal cinsiyet eşitliğini” programına almış olan CTP’den beklenmeyecek bir düş kırıklığı benim açımdan. Hele ki Sibel Siber gibi, kendisine fırsat tanındığında toplumun tüm kesimlerinin sempati ve beğenisini kazanacak çok sayıda kadın siyasetçinin bulunduğu bir partinin tek bir kadın bakan belirlememesi üzücü. “Önemli olan bakanın cinsiyeti değil, tecrübesi” demesin hiç kimse. Keşke bıraksaydınız da Kıbrıslı Türk kadınları da o yıllar içerisinde kazandığınız ve bir türlü vazgeçemediğiniz tecrübeyi kazanma fırsatı bulabilseydi…

CTP iddialı bir söylemle girdiği seçimlerin sonunda kurmayı başardığı Hükümette, verdiği sözleri tutma sorumluluğu taşıyor. Ekonomik dayatmalara, özelleştirme furyasına, toplumun mallarının peşkeş çekilmesine, ekmeğin küçülmesine, toplumun kimliksizleştirilmesine karşı açık ve net politikaları yaşama geçirmek zorunda CTP-BG/DP-UG Hükümeti. Her halde, en acil iki görevden biri, içinde bulunduğumuz savaş tehlikesine karşı toplumu uyanık tutmak, Kıbrıs’ı bir bütün olarak savaş üssü haline getirme girişimlerine karşı durmak… Zira bir hükümet her şeyden önce tarafı ve bileşeni olmadığı bir savaştan kendi toplumunu korumayı hedeflemeli…

İkinci önemli görev de Türkiye ile karşılıklı saygıya dayalı bir ilişkinin kurulması ki, bu da ekonomik ve siyasi dayatmalara karşı dik durmaktan geçiyor. Bir TC yurttaşı olarak Büyükelçimin etten evvel tencereye düşmediği, bürokratlarımın Kıbrıs’ın Kuzeyindeki her meseleye burnunu sokmadığı bir Türkiye-KKTC ilişkisinin kurulmasını bekliyorum hem kendi Hükümetimden hem de yeni KKTC hükümetinden…
Beklenti büyük… Olası bir başarısızlığın ise telafisi yok…

Bu yazı toplam 2356 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar