“Savaş değil, dolma yapın!”
AGOS
Varduhi Balyan
Günümüzde dünyada çatışmaların sayısı gitgide artarken, çatışmalardan, savaşlardan hiçbir tarafın kazanmayacağını anlayanlar, var olan gerilimleri çözmeye çalışıyor. Ulus devletlerin inşası ile ortaya çıkan değişken siyasi sınırlar, insanların hayatlarını doğrudan etkiliyor, insanı yaşamından, kültüründen, komşusundan, akrabalarından koparıyor. Tarihte döngü gibi tekrarlanan bu durum sınırın iki tarafında kalanları, benzer geçmişi ve hikayeleriyle birbirlerinden ayırıyor. Ancak buluşmalar da var. Karabağ savaşıyla başlayan çatışma ile birbirlerinden uzaklaşan Azeriler ve Ermeniler Türkiye’de, Eskişehir’de bir araya gelip ortak geçmişlerini, iki ülkedeki mevcut siyasi durumu, çatışma/çatışmamayı konuştular, kişisel hikayelerini paylaştılar.
Geçmişimiz ortak
Karabağ savaşından doğrudan etkilenmiş, evini, köyünü bırakıp göç etmek zorunda kalan bir aileden geliyorum. Savaştan ve ardından gelen çatışmadan her iki tarafa sadece acı kaldı, hep olduğu gibi bu savaşta da kimse kazanmadı ve bu çatışmanın kimseye hayrı olmadı. Bir araya gelen, bizimle yaşıt olan, aynı görüşleri paylaşan fakat sınırın öbür tarafında olduğu ve o sınırı geçemediği için görüşemediğimiz insanlarla bir araya gelince ve onların hikayelerini dinleyince yalnız olmadığını hissediyor, umutlanıyor insan.
Azerbaycan’dan gelen Aynur’un (Bu, gerçek ismi değil) birlikte geçirdiğimiz, sohbet edip yemek yediğimiz üç günün ardından güvenip, sarılıp anneannesinin Ermeni olduğunu söylemesiyle büyükannemin köyündeki Laura geliyor aklıma. 24 yıldır benimle Azeri olduğunu paylaşamayan Laura. Acaba kaç kez paylaşmak isteyip de devletlerin dayattığı nefretten dolayı paylaşmaya korkmuştur? Bilinmez.
“Kafkasya’da Güvercin Uçuyor” adı verilen ve aktivist buluşması olarak nitelendirilen projeyi mümkün kılan Azerbaycanlı İdgar’ın hikayesi de pek farklı değil. İdgar’ın da (O da güvenlik gerekçesiyle gerçek ismini vermek istemiyor) çatışma yüzünden sınırın öbür tarafında kalmış evi var, ailesinin anlattığı hatıralar, aştığı milliyetçilik ve inşa etmek istediği barış var.
Ailesinin Karabağ Zangilan’dan geldiğini söyleyen İdgar aile hikayesine şöyle başlıyor: “Benim ailem 1993 yılında evleri işgal edildiği için Karabağ’dan çıkmak zorunda kalmış. Aras nehrinden İran’a, oradan Azerbaycan’a geçmişler. Bizim yaşadığımız yer Zangilan, Karabağ’ın en güneyinde kalıyor, biraz üstünde ise Cabrayil ve Kubatlı var. Kubatlı’da Ermenistan askeri olduğu için oradan geçememişler ve İran üzerinden Bakü’ye geçmek zorunda kalmışlar. Gittikleri yıl Zangelanlı diğer ailelerle Bakü’de bir okula girmişler. Orada odalarda kalmaya başlamışlar. Benim ailem halen de orada yaşar. Okulun birinci katı halen okul olarak kullanılıyor, diğer katlarında ise insanlar yaşıyor. 65 aile ile birlikte halen orada yaşamaya devam ediyorlar.
Benim hayatım da orada geçti. Ailem ne zaman evde bir şey yapmak isterse, mutfak, tuvalet yapmaya kalkışsa, devlet memurları gelip: ‘Bunu yapmayın. Binaya zarar vermeyin. Zaten geri döneceksiniz. Devletimiz Karabağ’ı geri alacak, evlerinize döneceksiniz’ diyordu. Bir duvar yapmak, boyamak istediğin zaman gene geliyorlardı, aynı şeyleri söylüyorlardı. Sürekli zaten gideceğiz hissi vardı. Yani devlet o bilinci çok kolay yerleştirebiliyordu, varlığını aileme hissettiriyordu.”
“Savaş askerler arasındaydı”
İdgar’ın sözlerinden halkın savaşı istemediği, birbirlerine düşman gözüyle bakmadığı da anlıyoruz: “Benim bütün ailem, dayılarım savaşa katılmış. Babam da gitmek istemiş, ama halalarımın eşleri savaşta olduğu için onu götürmemişler. Onlara bir şey olursa halalarıma babam bakacakmış. Bütün bina savaşa katılmış. Ama şöyle bir olay da var. Babam ilk gelip binaya yerleştikleri zaman devletten asker alımı için binaya geldiklerini anlatır. Bütün erkekler okulun arka bahçedeki tuvaletine sığınmış. Yani her gün erkekler savaşa nasıl katıldıklarını anlatır. Ama bunu anlatanların büyük bir çoğunluğu tuvalette saklananlardan, savaşa gitmek istemeyenlerden. Karabağ’da savaş başladıktan sonra bile orada yaşayanlar durumun farkında değillermiş.
Yani halam yan bölgelerde çatışma varken, Newroz için Ermeni askerlere ‘xonça’ (Yiyecek dolu tepsi) götürdüğünü anlatır. Bir de bunu çok doğal bir şeymiş gibi anlatır. O askerlerin kendilerine karşı olmadığını, savaşın sadece askerler arasında olduğunu düşünmüş.”
“Babamın kirvesi Ermeni”
Savaşla birbirlerinden ayrılan insanların bir süre sonra arkadaşlarını bulmaya çalışma çabalarını kendi ailemde görmüştüm. Bunu komşu ülkede de yaşayanlar var: “Karabağ’da babamın kirvesi Ermeniymiş. Bizim için kirve çok önemlidir. Değerli insanmış ki kirvesi olmuş. Adı Antranik’miş. Şu an babamın Antranik’le hiçbir bağı kalmamış. Üzülüyorum. Bir ara Antranik’i bulmak için ‘Odnoklassniki’ denilen siteyi çok alt üst ettik.
Çünkü bizim bölgede yaşayan yaşlıların bile o sitede hesapları olur. Babam gizliden gizliye Antranik’i arıyor, sahte hesap açıp Antranik’i bulmaya çalışıyordu. Bulamadık. Belki de artık hayatta değil. Yaşlı biridir sonuçta. Ama arada sırada halen bakıyoruz belki buluruz diye.”
Bir yandan İdgar’la konuşmaya devam ederken, bir yandan büyük annemin anlattıkları canlanıyor aklımda. Bütün hayatını Şamkir’in Barum köyünde geçiren ve 1988’de sadece evraklarını ve en acil eşyalarını alarak göç etmek zorunda kalan büyük annem, son günlere kadar dedemin Azeri arkadaşlarının eve geldiğini, birlikte içip konuştuklarını anlatır hep: “Durum kötü diyorlardı ama bu bizden çok uzak gibiydi. Aile dostlarımızla halen toplanırdık, deden işine devam ederdi. Sanki o gerginlik başka yerdeydi. Ta ki bir gün dedenin, yakın köylerden birisinde yaşayan Azeri arkadaşı ona: ‘Durum çok kötü. Seni öldürürler diye çok korkuyorum. Aileni alıp gitmelisin’ diyene kadar.”
Büyük annem bunları hep bir özlemle anlatır, hep o Azeri arkadaşlarından bahseder, günümüzde onların nerede yaşadığını öğrenince çok mutlu olur, irtibata geçmeye çalışır.
“Ermeni soykırımını inkar eden birisiydim”
İdgar, Ermenilere karşı nefretten, milliyetçiliğinden nasıl kurtulduğunu şu sözlerle dile getiriyor: “Kampta duyduğum hikayelerden hep aklımda savaş, Ermeniler vardı. ‘Ermeniler hayatımızı kararttı, Allah belalarını versin, hiçbir Ermeni ile aynı masada oturmam’ diye düşünüyordum. Türkiye’ye geldikten sonra daha çok okuma yapmaya başladım. Devlet hakkında okumalar yaptım, ondan sonra savaş tuhaf gelmeye başladı.
Türkiye’ye gelmeden önce milliyetçi bir insandım. Buradayken zamanla kırdım bunu. İstanbul’a gittiğimde yerde bir yazı gördüm ‘Hrant Dink burada öldürüldü’ yazıyordu. Şok oldum. Bunun nedenlerini sorgulamaya başladım. Dink barış isteyen biriydi, niye öldürüldü?
Ermeni soykırımını inkar eden birisiydim. Çünkü bizim kitaplarda bu yazılır. Şu an ise 1915’te Türkiye’nin tarihteki en aşağılık olayını yaşattığını düşünüyorum. Bir milyonun üzerinde insan sürülmüş, katledilmiş. Bunları araştırarak öğrendim. Başka şeyler okumaya başladım, öyle öğrendim. Aynı şekilde de Karabağ savaşını savunanları, insanların ölümünü savunanları anlamıyorum.”
“Sahiplik değil, duygusal bağ”
Karabağ’a barışın geleceğine inanan İdgar, çatışmanın çözümünü ortak yaşamda görüyor: “Eskiden nasıl beraber yaşıyorduysak, şimdi de o şekilde yaşamamız gerektiğine inanıyorum. Akşamları o bölgede yaşayan Ermeniler, Azeriler, Kürtler nasıl bir araya gelip dut votkası içip kahkaha atıp, sabah işine gidebiliyorduysa, yeniden o şekilde yaşamaları gerektiğine inanıyorum. Ama bunun da çok mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. İmkansız da değil. Bizler bunu yapacağız elbette. Orada yaşayan insanları oradan çıkarmaları gerekiyor demiyorum, ama sürekli ailemin özlemini gördüğüm için ve evin her taşını kendileri inşa ettikleri için bir gün oraya dönmelerini isterim. Benim için çok önemi yok bunun. Sahiplik duygusu değil, daha çok duygusal bağdır. Aynı şey Ermeni soykırımından kurtulanların torunları için de geçerli örneğin. Ermenilerin bu coğrafyada her yerde evleri vardı. Eskişehir’de bile Ermeni mahalleleri vardı.
Bakü’den bir taksici tanıdığım var. Tiflis’e, bir Ermeni’nin evine müşteri götürmüş. Tiflis’te yaşayan Ermeni Azerbaycan’dan gelene ‘Bakü’nün Çapayev sokağından bana bir taş getir’ demiş. Vardıklarında geç olduğu için Tiflis’te yaşayan Ermeni, şoförden gece kalmasını istemiş. Masaya oturduklarında Çapayev’den götürdükleri taşı vermişler, Ermeni’nin o taşı öpüp gözlerine koyduğunu anlatıyor. Bu böyle bir şeydir. Mekanla bağ kurmaktır bu, sahiplik duygusu değil. Soykırımdan kurtulanlar için de İstanbul’da bıraktıkları ev sadece bir ev değildir, duygusal bir yerdir, kavgadır, orada kitap okumaktır.”
“Kafkasya’da Güvercin Uçuyor”
Sınırlar kapalı olduğu için Azeriler ve Ermeniler hep üçüncü ülkede buluşup üçlü projelere katılırlar. “Kafkasya’da Güvercin Uçuyor” ise sadece iki taraf arasında diyalog oluşturma amacıyla 20-26 Ağustos arasında yapılıyor. İdgar şöyle açıklıyor: “Önemli olan başbaşa kalmak. Kimlik olayı bile bir kenara bırakırsak, insanlar başbaşa bırakılınca her şeyi daha kolay çözüyorlar. Ermeniler ve Azeriler başkalarına bir şeyler anlatmak zorunda kalmasınlar istedim, birbirleriyle konuşsunlar. Buna ihtiyaç duyduğum için yaptım. İki ülkenin Azerbaycan ve Ermenistan’ın iktidarları kendi sürekliliğini bu savaş üzerinden var edebiliyorlar. Kırk sene sonra da olsa Azerilerle Ermenilerin bir araya gelmesinin temellerini atanlardan biri olmak beni o kadar mutlu eder ki. Gelecekte torunum veya torunum olarak gördüğüm insanların Ermenilerden nefret etmemesi için bu projeyi yapıyorum.”
Proje kapsamında Anadolu Üniversitesin’den Yardımcı Doçent Doktor Uğur Kara, Ermeni soykırımından günümüze Türkiye’nin politikasını değerlendirdi, imzacı olduğu “Barış için akademisyenleri” hakkında bilgileri katılımcılarla paylaştı. Katılımcılar, Eskişehir’in bir müzik grubu eşliğinde Sarı Gelin şarkısını Azerice ve Ermenice söyledi, beraber dolma yaparken ortak kullanılan kelimeleri bulamaya çalıştı. Ermenice ve Azerice şarkılar dinlendi. Sivil Düşün'ün desteği ile yapılan projeye Azerbaycan'dan 6, Ermenistan'dan 4, Türkiye'den 2 kişi katıldı. Proje, Dağlık Karabağ sorunundan dolayı her iki ülkede ortaya çıkan sorunları ve bu sorunlara alternatif üretmeyi amaçlıyor. Ancak asıl tanışma ve tartışmanın proje faaliyetleri dışında gerçekleştiğini belirtmek lazım. Dolma yaparken bile kültürlerin birebir aynı olduğu, kullanılan kelimelerin ortak olduğu aşikardı. Ortak her bulunan kelimenin ardından oda kahkahalarla doluyordu, herkes iki ülkede yaşanan insan hakları ihlallerini konuşuyordu, Karabağ sorununun iki ülke üzerindeki etkisini tartışıyordu.
Bazıları arkadaşlarının, yoldaşlarının muhalif oldukları için tutuklandıklarını anlatıyor, bu projede bulunmasının ne kadar tehlikeli olduğunu bildiklerini ancak geldikleri için bir an bile pişmanlık hissetmediklerini dile getiriyorlardı. Katılımcılardan bazıları ailelerine ne amaçla Türkiye'ye geldiğini söyleyememişler. İlkin'in ailesi Şamkir'de yaşıyor. Benim orası hakkında ne kadar detaylı bilgi sahibi olduğumu görünce şaşıran İlkin'le Şamkir'den getirdiği şarabı paylaşabilmemiz ve dostça sohbet edebilmemiz projenin en büyük başarısı. Zangelan'ın her bucağını ezberi bilen İdger'le ve diğer arkadaşlarla bir gün orada dostça çay içeceğimizi biliyorum. Tigran Hamasyan’ı, Civan Gasparyan’ı dinlemeyi çok sevdiğini söyleyen İdgar: “500 yıl sonra olsa bile benim ve şu an burada olan Spartak kardeşimin torunu oturup birlikte gülecekler. Buna inanıyorum” diyor.
(AGOS – Varhudi BALYAN – 25.8.2016)