“Savaş: kendi gitse de hayaletleri gitmiyor…”
Aysel SAĞIR
İnsanlık için ağır bir travma olan savaşların ardından uzun yıllar geçse de izleri silinmiyor. Bir evde, bir otobüste, bir işyerinde, bir yemekte, piknikte, yolculukta, eğlencede… yaşamın tüm rutin seyrinde, gizlendiği yerden çıkarak yıkma işlemine devam ediyor. Psikolojik izleri derinlere iniyor, toplumsal bilinçaltına yerleşiyor, gerçekleştiği zamanı aşarak uzama yayılıyor… bir kez savaşa tanık olanlar, ondan darbe yiyenler artık iflah olmuyor, diğer kuşaklara da acıyı devrediyor. Tüm kötülüklerin bir araya gelmiş hali olan savaşın çocukları büyüyüp hayata karıştıklarında ‘mış’ gibi yapıyorlar, öfke patlamaları yaşarken, adı konulmamış nefret ise tüm ruhları esir alıyor. Kötü hayaletleri ortalığa salıyor savaş. Kendi gitse de hayaletleri gitmiyor.
Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı’nda, Hitler’in ortalığa saldığı vahşetin kaynağını bir-iki yüzyıl önce Batılılar’ın Afrika halklarına uyguladığı zulümle bağlantılandırır. Yahudiler’in insan olarak görülmeyip, toptan yok edilmesini besleyen zihniyet, siyah insanlara uygulanan yok etme davranışıyla aynı temelden beslenir. Siyahlara yapılanlar adeta Yahudiler’in başlarına gelecek facianın yollarını döşemiştir. Dehşet verici olan, her savaşın bittiği denildiği anda bir yanılsamayı da beraberinde getirmesidir.
Ancak, savaşlar durup dururken çıkmıyor. Kapitalizm her yapısal kriz yaşadığında insanlığın başına da çorap örüyor. Yani küresel sermaye arasındaki rekabet, Ergin Yıldızoğlu’nun ifadeleriyle, “jeo-ekonomik, klasik ismiyle piyasalar ve kaynaklar üzerinde emperyalist rekabeti hızlandırırken, bölgesel savaşlar, savaşlara açılma olasılığı”yla da bunalım had safhaya ulaşıyor.” Türkiye’ye gelince, “AKP Hükümeti’nin ekonomi politikaları, keyfi uygulamaları, başladığında çok sert biçimde yaşanacak bir ekonomik krizin mayalanmasını hızlandırıyor… IŞİD ile yapılan ideolojik, kültürel, askeri ekonomik işbirliği, ülkeyi bu grubun çalışma ve eylem alanı haline getirme olasılığının” yollarını da açmış bulunuyor.
Türkçe, Kürtçe, Almanca, İngilizce…
Taşa Fısıldayan Öyküler-Kobane ise tüm bunlardan hareketle, iktidarların ve kapitalizmin yangına çevirdiği yeryüzüne bir not düşüyor. Kitap, bir grup (içlerinde benim de olduğum) yerli- yabancı yazarın öykülerinden oluşuyor. Diğer bir anlatımla, yanı başlarında savaş gibi bir vahşete tanık olanların, -yaşananların daha büyük acıları beslememesi adına- öncelikle onu kayıt altına alarak bir söz söyleme gereğinden, sorumluluğundan besleniyor.
Şengal’de, Kobane’de… IŞİD’in neden olduğu insanlık faciasına ve genel olarak da savaşa karşı ortak ses olan Taşa Fısıldayan Öyküler- Kobane’nin serüveni, Ekim 2014’de “Susmak, akan kana ortak olmaktır!”açıklamasıyla başladı. Ardından da, -1 Kasım Cumartesi günü- Urfa’ya gidildi. Urfa Topçu Meydanı’nda Türkçe, Kürtçe, Almanca ve İngilizce okunan basın bildirisinde savaşın durdurulması, yaraların bir an önce sarılması için çağrı yapılarak bunun altı da kalınca çizildi. Bir kez daha, hatta bir kitap çerçevesini aşan birkaç bin kez daha bunun altının çizilmesi gerekiyordu. Tüm dünyadan gelen sesler bir kitabın içine sığabilir miydi? Almanyalı, Avusturyalı, İrlandalı, Suriyeli, Japonyalı, Kürdistanlı ve Türkiyeli yazarlar, Taşa Fısıldayan Öyküler-Kobane’yi daha o sıralarda, Kobane ateş altındayken yazmaya başlamışlardı bile…
Maksat sözcüklerle; düşünceye, vicdana, duygulara, sevince… yer vererek; rekabet, hırs, kötülük ve yok etme gibi edimler karşısında bir kalkan oluşturmaktı. Dolayısıyla da bu kalkan, kitabın öncülüğünü yapan, yayına hazırlayan Tekgül Arı başta olmak üzere, yerli-yabancı otuz sekiz yazarın öyküleriyle de yapılandırılmış oldu.
Böyle Buyurdu Rüzgar, Kısacık Bir an, Uç Uç Artık, Kurşun, Gecenin Şarkısı, Ayak İzlerimi Siliyorum, Kırmızının İç Sesiyle, Nişan Yüzükleri, Aynı Toprağın Renginde, Bir Tren ve Üç Ülke, Halfeti Gülü, Eylemsiz, Sesizce Şarkı Söylüyorduk, Mangok Bağları, Diş Ağrısı, Veda, Kobane, Fotoğraf… diye uzayıp gidiyor öyküler. Aşırı rasyonelliği iteleyerek, kalbe, insani olana dokunuyorlar. Her bir öykünün alt metni, yıkıcı duyguları iteleyip, vicdanı öne çıkartıyor. Düşünmeyi önceliyor, savaşın anlamsızlığını basit, doğal istek ve ihtiyaçlarla deşifre ediyor… Evrene iyicil fısıltılarını salıyor…
Düşmanın gözünün içine bakmak
“Gidiyorum anne. Şimdi çıkınımı alacağım ve kapıyı ardımdan kapatacağım. Gözyaşlarımı, sizi terketmek zorunda olduğum için ağladığım görmeyeceksin. Sana korkumdan söz etmeyeceğim, çünkü ölmek istemiyorum. Ateş etmeyi ve düşmanın gözünün içine bakmayı öğreneceğim, öldürmeyi öğreneceğim. Ama öldürmekten hoşlanmayı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim, ölmeyi ve erkek ve kızkardeşlerimin ölümünü hazmetmeyi hiçbir zaman öğrenemeyeceğim…
……..
Ölüm tuzaklarını anlamıyor çocuklar, hiç kesilmeyen patlama seslerini –eğlenceli olmayan- bir oyun sanıyorlar. Zaman durmuş, rüzgar yönünü şaşırmış. Çocukların üzerine fırlatılan gaz fişeklerini geri çevirmek için tersten esiyor bu defa. Beyaz bulutçuk halindeki zehir keseciklerinin üzerlerine ulaşmadan başka bir yöne neden süzüldüklerini bilmiyorlar…”
Arîn, Kızılbaş Nejat…
“Kobanê arasında yol boyu çok kayıp vermiş ve büyük telefat yaşamış. Sonra Kobanê’ye yerleşenlerin Kiliseleri, evleri, işlikleri oluşmuş. Gerçi şimdilerde Ermeniler’den birkaç ev hariç pek kimsenin kalmadığını söylüyor görebildiğimiz Kobanê’liler. Ama yine de eski komşuluklarından, dostluklarından içtenlikle söz ediyorlar.
………
Şimdiye kadar ben, cebinde neden kendi fotoğrafının olduğunu bilmiyordum. Bu çerçeveyi duvara astığını söylemiştin. O gece gördüm ki sen beyaz geceliğini o selvi boyuna giydirmiş kendini nehre bırakarak o çerçeveyi de suya batırıyordun. O gece herkesin gözü sizdeydi, çoğu da yüksek sesle o çerçeveyi soruyordu ve o da şöyle diyordu; bu Kürtler düştü. Ben bütün fotoğrafları çektim ama baktım ki sadece sen nehirden çıkarıyorsun ama çerçeve üzerinde yüzerek kahkaha atıyor…
………
Bırakmazlar beni, biliyorum. İşte, geliyorlar. ‘Arîn, Kızılbaş Nejat siz… ölmediniz mi? Kollarımdan tutup kaldırıyorlar beni. İşaret ediyor Arin onları takip etmem için. Öylesine hafifim ki sesler çarpıyor kulağıma, cıvıl cıvıl. Bacaklarım artık ağrımıyor, oldukça hızlı. Uzakta altın sarısı parlak bir ışık, barış işaretinin tam ortasından bana doğru yansıyor, oraya varmalıyım…”
TAŞA FISILDAYAN ÖYKÜLER
KOBANE
Yayına Haz. Tekgül Arı
Notabene Yay. 2015. S, 220
(T24 – Aysel SAĞIR – 8.2.2015)