Savaşa Bütün Dillerde “Savaş” Derler!
Savaşa bütün dillerde savaş derler.
Ve savaşta kan akar...
“Barış için savaş” deyimi çarpık bir uydurmadır, kendi içinde çelişkilidir ve amacı da gerçekleri kamufle etmektir.
Yakın Kıbrıs tarihinde bu ucube deyimi ilk defa Yorgos Grivas kullandı. 1964 yılında Yunanistan’dan adaya gelip Milli Muhafız Ordusunun başına geçtiğinde yaptığı bir konuşmada Kıbrıslı Türklere seslenerek, barış için savaştığını söylemişti.
Tam on yıl sonra, Türkiye Kıbrıs savaşına giriştiğinde barış için savaştığını ileri sürmüştü. Kıbrıslı Rumlara hitap etmek üzere uçaklardan atılan Türkçe ve Yunanca bildirilerde “barış için geldik” deniyordu.
Fakat gerçek şudur ki, ne 1964’te ne de 1974’te barış için savaşılmadı.
Milliyetçi saplantılarla büyük ulus olma hevesleri ağır basıyordu.
Kıbrıs’a Megali İdea ve Pantürkizm hayalleriyle bakılıyordu.
Zihinlerde çoktan “biz” ve “öteki” ayırımı kurgulanmıştı ve “onlar” insandan sayılmıyordu.
Sonuç olarak, insanlar öldürüldü, kaybedildi, evlerinden kovularak sefil bir yaşama sürüklendi.
Bu savaşları yapanlar büyüklük ve genişleme hayalleriyle davrandıklarını asla kabul etmezler. Onların yanıtı her zaman aynıdır: “milli çıkarlarımızı korumak için savaşıyoruz!”
Peki ama hangi “milli çıkarlardan” söz ediyorlar?
Bu çıkarlar nelerdir ve kim bu çıkaların “milli çıkar” olduğuna karar veriyor?
Bu tür soruların yanıtını arayacağımız yer, milliyetçiliktir.
Savaşı doğuran da, savaşı aklayıp haklı göstermek isteyen de milliyetçiliktir.
Milli narsisizmi ve büyük devlet olma heveslerini milliyetçilik tahrik ve teşvik eder. Bunun bedelini ise halklar öder.
Avrupa’yı kasıp kavuran, insanlığa iki dünya savaşı yaşattıran milliyetçilik, Türkiye ve Yunanistan halklarına da büyük felaketler yaşattı.
Megali İdea, ki “büyük ülkü” demektir, Yunanistan büyük devlet olsun diye Yunan halkının kültürel değerlerinden milli narsisizm üretmiş, sonra da Yunanlıları Anadolu’da ölmeye ve öldürmeye göndermişti. Sonuç tam bir felaket olmuştu. Bırakın Yunanistan’ın büyümesini, bir buçuk milyon Yunanlı, yüzlerce yıldan beri yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalmışlardı.
Pantürkizm hayalleriyle yaşayanlar bundan daha daha küçük felaketler doğurmadılar. Çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine büyük bir Türk devleti kurmayı hesaplayan Jön Türklerin serüveni de felaketle noktalanmış, imparatorluğun yaşamı temelli olarak sona ermişti.
Yirminci yüzyılın başında büyük felaketlere yol açan Türk ve Helen milliyetçilikleri, daha sonra kavgalarını Kıbrıs’ta sürdürdüler ve Kıbrıs trajedisine yol açtılar.
“Hayali bir cemaat” olan ulus, büyük hayaller doğurarak hem kendi yurttaşlarının hem de başkalarının yurtlarını harap ediyor.
Avusturyalı yazar Robert Menasse, “ulus bir kurgudur, yurt ise insan hakkıdır” der.
Ve ne yazık ki, ulus adına yurtlar tahrip edilir...
Bu noktada ulusların bünyelerinde bulunan yıkıcılıktan da söz etmek gerekiyor.
Ulusların özellikle erkek evlatları daha doğar doğmaz, ilk nasihatlarını alırlar: “Erkekler ağlamaz!”
Sonra kışkırtmalar devam eder: “Asker olacaksın, düşmanlara karşı savaşacaksın”, Ulusun namusu ve şerefini koruyacaksın” vs. (Örneğin Rauf Denktaş çocukken “tayyareci” olup düşmanları bombalamayı hayal ediyordu.)
Böyle bir ortamda ataerki ile ulus içiçe geçer.
Ve ulusun erkekleri coşku ve heyecan içinde ölmeye ve öldürmeye giderler.
Geride kalanlar da asker selamı çakarlar...
Milliyetçiliğin yarattığı o korkunç kitle ruhu psikolojisi içinde ne insan hakkı, ne yurt hakkı kalır...