Savaşa, Zulme, Baskıya Karşı Hangi Edebiyat?
Hikâyesiz kalan, bellekleri üzerinde ince ayarlar yapılan toplumlarda ‘barış’, karşı tarafın imhası ya da daha hafif bir ifadeyle boyun eğdirilmesi anlamına gelir.
Emel Kaya
[email protected]
Dil, pek çok farklı tanımının yanı sıra, esasen, düşünce ve ideolojiyi taşıyan temel bir araçtır. Hegemonya, dili kendi söylemlerini üretecek, ideolojisinin aktarımını yapacak ve toplumdaki bireylerin, hâkim grupların çıkarlarını destekler şekilde düşünmesini sağlayacak biçimde kullanır. “Böl ve yönet” düsturuyla hareket eden hegemonik düşünce, ‘çatışma’ kültürü üzerine kuruludur. Clausewitz, insanlar arasındaki çatışmanın iki unsura bağlı olduğunu söyler: düşmanlık duygusu ve düşmanlık niyeti. Bu iki unsurun en tehlikelisi ve hegemonyanın sürekli diri tutmaya, savaş ve şiddet söylemlerini üzerinde temellendirmeye çalıştığı unsur ‘düşmanlık niyeti’dir. Bu ‘düşmanlık niyeti’ algısı ve vurgusu, her tür baskıyı ve zorbalığı aklayabilecek bir söylem olarak, iktidarlar tarafından sürekli çoğaltılır; bir ruh, bir hayalet gibi toplumsal bilince sızdırılır; şiddetin ‘haklılık’ zemini oluşturulur.
Dilimize, düşüncelerimize, dünyaya bulaşmış savaş ve şiddet ruhundan arınmak oldukça zor. Hegemonya, kendi baskıcı duyma ve düşünme biçimlerini her an, her dakika televizyon, sosyal medya, hatta edebiyat gibi çeşitli vasıtalarla bize dayatmakta. Hiç farkına varmadan, militarizmin dilini, şiddet dilini kullanmaya başlıyoruz. Medyanın şiddet bilincini semirtme konusundaki başarısı, çeşitli zeminlerde dile getiriliyor ancak, asıl büyük tehlike, edebiyatın da savaş ve şiddetten yana tavır almasıyla, savaşı efsaneleştirerek normalleştirmesiyle, yıkımı örtbas etmesiyle başlıyor. Çünkü edebiyat, zannedildiği gibi, her zaman estirdiği bahar rüzgârları ile savaş kasırgasının önünü kesmeye, savaşın açtığı yaraları sarmaya çalışmıyor.
Türk toplumunda yaşamış ve eğitim kurumlarında ders görmüş herkese, okul hayatı boyunca çeşitli eserler okutuluyor. Çoğu Kurtuluş Savaşı, Dünya Savaşları, Sarıkamış, Çanakkale gibi konular etrafında dönen bu eserlerde, savaşlardan “kahramanlık destanı” olarak söz edildiğini, savaş acıları ve savaşın yol açtığı yıkımların bu eserlerin pek çoğunda dile getirilmediğini biliyoruz. Ülke kurtarılmıştır ve her şey yolundadır. Oysa savaş acı, vahşet ve şiddet demektir. Tek ve mutlak anlamda ölüm ve öldürmek vardır. Bu eserlerde, memleketseverlik, ancak ölmeye ve öldürmeye hazır bulunuşlukla ölçülebilir. Aynı durum okul yıllarında çocuklara okutulan şiirlerde de söz konusudur. Bayrağa hitaben yazılan, “Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım”, “yeryüzünde yer beğen, nereye dikilmek istersen söyle/ seni oraya dikeyim” dizelerindeki saldırgan, tehditkâr, nefret dolu söylemin alımlayıcısı olan; doğadaki unsurlar, kuşlar, börtü böcekler dahil, etrafında gördüğü her şeyi ‘tehdit’ üzerinden tanımlayıp anlamlandıran çocuk, nasıl bir “barış” algısıyla büyümektedir ve ileride toplumsal barışa, dünya barışına, ‘bir aradalık’a nasıl bir katkı yapacaktır? Hem dilde, hem de hikâyelerin içeriğinde millî acı, millî düşman, mağduriyet duygusu, ötekiler, ezelî ve ebedî düşmanlar fobisi, korku, nefret, şiddet ve vahşet, milletinin sürekli aşağılandığı, haksızlığa uğradığı, millete ihanet edildiği vb. ifadelerle, hegemonyanın istediği kıvama gelen beyinlerin hangi ‘barış’ söyleminin parçası olması beklenir?
Barış, ötekileştirmeden, bir arada yaşayabilme kültürüdür. Dolayısıyla ötekileştiren her söz, her davranış, hegemonyaya hizmet eder. ‘Onlar’ dediğimiz anda ‘biz’in dışındakinden ‘öteki’nden bahsetmeye ve ‘düşmanlık niyeti’ için zemin hazırlamaya başlarız. Hegemonyanın savaşı, cephede olup bitmez. Bir kültür olarak ailenin, toplumun içinde hüküm sürer, kuşaktan kuşağa aktarılır ve toplumu zehirler. Dolayısıyla bizim, barış kültürünü yeşertmek için hikâyelere ihtiyacımız vardır. Edebiyat, savaşın vahşetini, utancını imleyen; barışın huzurlu ve üretken ortamını, bir arada yaşama kültürünü ön plana çıkaran hikâyeleri çoğaltabildiği, ‘öteki’nin acısını duyurabildiği sürece toplumsal uzlaşıya hizmet edecektir. Hikâyesiz kalan, bellekleri üzerinde ince ayarlar yapılan toplumlarda ‘barış’, karşı tarafın imhası ya da daha hafif bir ifadeyle boyun eğdirilmesi anlamına gelir.
Albert Camus, sanatçının zorbalığa karşı çıkma işlevinin açık seçik olduğunu söyler. Sanatçı, ne susmayı ne yansız kalmayı benimser. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onların yerine konuşması gerekir ama sanatı bir tür toplumsal din dersine dönüştürmeden. Edebiyatın ve özellikle de romanın neredeyse 90’lı yıllara kadar savaş ve şiddetin bireysel ve toplumsal yıkımlarının belleğini oluşturmak yerine, resmî tarihe eşlik eden bellek tutulmasını, Cumhuriyet dönemindeki siyasal baskılara bağlayabiliriz belki. Kurulu düzen, belleğin yıkıcı işlevinden endişe duymuş olabilir. Ancak bu, tarihin, belleğin sakladığı şey olduğu gerçeğini değiştirmez.
Oysa, daha antik çağda Aristofanes, Lysistra adlı komedyasında, savaşın ardındaki çıkarları ve savaşta zarar görenlerin bu çıkarlarla ilişkisizliğini; savaşın erkeklere özgülüğünü, çözümün savaş karşıtı kadınların eylemlerinde olduğunu anlatmıştı. Emile Zola, Hermann Hesse, Stefan Zweig, Thomas Mann gibi yazarlar, savaş karşıtlığı dolayısıyla çeşitli baskılara maruz kalmıştı. Savaş karşıtı edebiyatın başyapıtlarından olan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un yazarı Remarque, vatan haini ilan edilmişti. Elbette Hemingway, Heinrich Böll ve Sartre gibi pek çok ismi ve insanın yaradılış efsanesinden yola çıkarak şiddetin mitolojisine dönüşmüş Kabil kitabıyla Saramago’yu; Kral Ölüyor, Ölüm Oyunları gibi tiyatro oyunlarında hegemonyanın, savaşın, şiddetin oldukça etkileyici absurt metinlerini ortaya koyan E. Ionesco’yu da anmak gerekir. Eluard, Elitis, Brecht, Ungaretti, Neruda gibi isimleri de ekleyerek…
Türkiye’de “Benim kitaplarımı okuyan bir kimsenin savaştan yana tutum alması mümkün değildir” diyen Yaşar Kemal bir tarafa, savaş karşıtı edebiyatta romanın yeterince ses çıkaramadığını üzülerek söylemek gerekir. Milli Mücadele dönemindeki savaşların anlatıldığı romanlar dışında (ki bunlar da savaş karşıtı değildir), örneğin II. Dünya Savaşı, pek çok kayıpların verildiği Kore Savaşı, Kıbrıs çıkarması ve halen ateşkes düzeyindeki Kıbrıs’ta devam eden sorunlara ve Doğu’da 80’lerde başlayıp bugün de bütün şiddetiyle yaşamakta olduğumuz çatışmalara kimi romanlarda –kısacık ve üstünkörü- değinilmekle birlikte, henüz doğrudan bir karşı çıkış görülemiyor. Karşı çıkış bir yana, Reyhanlı’daki gibi bombanın patladığı ve pek çok insanın öldüğü oldukça tramvatik olaylarda bile, belki de şiddetin sıradanlaştırılması yüzünden, bir çeşit gerçeklikten kaçış psikolojisiyle, travma anlatıları dahi yeterince ortaya çıkamıyor.
Türkiye’de de Kıbrıs’ta da bugün, savaşa, şiddet ve baskı politikalarına karşı en güçlü sesin şiirden çıkmakta olduğunu söylersek, yanılmış olmayız herhalde. Bu ses, yoğunluklu olarak iki biçem üzerinden şekilleniyor. Birisi, daha naif, insanın kendisiyle, etrafındakilerle uzlaşım ve uyum içinde, ötekileştirmeden yaşamasını öngören bilincin ön plana çıkarıldığı ve eserlerdeki yapının bu bilince göre kurgulandığı, barış kültürü odaklı biçem. Diğeri, daha yıkıcı, hegemonyanın her türlü dayatmacı tavrına karşı, iktidarın savaş, baskı ve zulüm üzerine kurulu eylem ve söylemlerini metinlerde hegemonyanın aleyhine kullanarak, onu kendi silahıyla vurmak, teşhir etmek bilinciyle geliştirilen, daha politik bir biçem. Her iki biçem de protest bir tavrın sonucu.
Çok değil, daha bir buçuk ay önce zeytinin Yahudi ağacı olduğu ve kesilmesi gerektiği yönündeki söylemler, hegemonyanın vakti zamanında özenle oluşturduğu ‘toplumsal hassasiyetler’i irinli bir çıban gibi yokladığı, sinir uçlarını gıdıkladığı bir fantezi ânı olarak yerini aldı belleklerimizde. Umulan odur ki edebiyat, ister bağıra çağıra, ister usul usul bize zeytinin ‘zeytin olmaklık’ını anlatsın, sezdirsin; kuşun ‘kuş olmaklık’ını, böceğin ‘böcek’… İnsanın irinini akıtsın. Hegemonik söylemi çoğaltmak yerine, Kafka’nın deyimiyle, algılarımızın ve duygularımızın üzerine, içimizde dondurulmuş denizi kırmak için bir buz baltası gibi insin!