1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Savaşı ben çıkarmadım, sevdiklerimi, evimi yerimi kaybettim… Niçin?...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Savaşı ben çıkarmadım, sevdiklerimi, evimi yerimi kaybettim… Niçin?...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR…

“1974’te savaşı ben çıkarmadım fakat bedelini ben ödedim. Sevdiklerimi, evimi yerimi kaybettim. Niçin? Ukranya savaşına da, bütün savaşlara da HAYIR.” diye yazıyor değerli arkadaşımız, “kayıp” yakını Leyla Kıralp geçtiğimiz hafta içindeki sosyal medya paylaşımında…

Leyla Kıralp, henüz bir yıllık yeni evli genç bir kadındı 1974’te savaş patlak verdiğinde – bu yüzden o günlerden kalma gelinlik fotoğrafını paylaşıyor… Kendi gelinliğini kendisi dikmişti ve çok güzel bir gelin olmuştu… Ancak eşi Ahmet Mustafa’yı EOKA-B’ciler, Terazi’deki (Zigi) evinden alıp, Dohnili ve Zigili diğer Kıbrıslıtürkler’le birlikte iki otobüse koyup “kayıp” edeceklerdi… Böylece Leyla Kıralp seneler boyunca kayıp eşinin acısıyla başetmeye çalışacaktı…

Yıllar sonra Kayıplar Komitesi’nin yürüttüğü kazılarda ondan geride kalanlar bulunmuş ve Ahmet Mustafa, Terazili diğer “kayıplar”la birlikte düzenlenen cenaze töreniyle Mağusa’ya defnedilmişti…

Leyla Kıralp, özyaşam öyküsünü ve çektiği acılar ile barış umudunu, “Paylaştığımız Islak ve Beyaz Mendil” başlıklı otobiyografik kitabında paylaşmıştı… Bu kitap özellikle Kıbrıs’ın güneyinde köy köy dolaşacak ve ilerici örgütlerin tanıtım gecelerinde, Leyla Kıralp’ın barış mesajı, hem sembolik, hem de çok somut biçimde Kıbrıslırumlar’a ulaşarak onları etkileyecekti… Leyla Kıralp, bu kitabın geliriyle gerek Kıbrıs’ın güneyinde, gerekse Kıbrıs’ın kuzeyinde ihtiyaçlı olanlara çeşitli yardımlarda bulunacaktı…

LEYLA KIRALP BU KİTAPTA NELER YAZMIŞTI?

Leyla Kıralp, “Paylaştığımız Islak ve Beyaz Mendil” başlıklı otobiyografik kitabını 2009 yılında önce Türkçe, sonra da Rumca olarak yayımlamıştı… Kitabın Türkçesi yayımlandığı zaman, bu konuda bu sayfalarda yazdıklarımızı bir kez daha paylaşmak istiyoruz… Şöyle demiştik bu kitapla ilgili olarak:

“…Minik sarı çiçekli kocaman bir iğde ağacının altında oynayarak büyüyen Marili (Tatlısu) Leyla’nın tam yedi tane erkek, bir tanecik de kızkardeşi vardı. Leyla iğde ağacını çok seviyordu, bu ağacın verdiği minik sarı çiçeklerden kendine taç yapıyor, ninesinin ona anlattığı fantastik hikayeleri düşünüyordu. Babası Vasiliko limanında çalışıyordu – kızı Leyla’nın 1954 yılında doğumunu haber alınca, kırmızı boyalı köy otobüsünü beklemeksizin derhal koşarak köyü Tatlısu’ya (Mari) gitmiş, Kalavasonlu ebe Mariyannu’nun eline birkaç şilin bahşiş sıkıştırmıştı...

EVDE BİR ÇANAK… VE ÇIKMAYAN YAĞ LEKELERİ…

Leyla okula gidecek, sınıfının yıldız öğrencilerinden olacak, okulun tüm etkinliklerinde ön saflarda bulunacak, şiirler okuyacak, şarkılar söyleyecekti. Eğitimine devam etmek istiyordu ancak 1963 olayları bir kabus gibi Kıbrıs’ın üstüne çöktüğü zaman, savaş onun hayatını da etkilemeye başlayacaktı. Tüm ailesi evin üst katında bir odada toparlanacak, bu odadan dışarıya çıkmaları yasaklanacaktı çünkü alt katta babası ve abileri “çanağı” açarak silahları çıkarmakla meşgul olacaktı. Pratikte neredeyse bir silah deposunun ortasında yaşadığını o güne dek hiç farketmemişti küçük Leyla – onun odasına konan bazı silahlar geride öyle bir yağ lekesi bırakacaktı ki, ne kadar temizlerlerse temizlesinler, bu leke silinemeyecekti. Sonra silahlar başka yerlere taşınacaktı. Yakın köylerden Kıbrıslıtürkler kaçıp Mari’de (Tatlısu) göçmen olarak yaşamaya gelecekti. Ve 1963’ten sonra Kıbrıslırumlar’ın artık bu köye girmesi yasaklanacaktı.

KÖY KADIN KURSUNDA DİKİŞ VE YEMEK DERSLERİ…

Leyla böylece Kıbrıslırumlar’la karşılaşmadan büyüyecek, ancak Lefkoşa’da okula gittiği zaman, gidip gelirken Kıbrıslırumlar’la karşılaşacaktı. O günlerde yollar çok tehlikeli olduğu ve insanlar yollardan “kayıp” edildiği için, Lefkoşa’dan alınarak Leymosun’da bazı akrabalarının yanına yerleştirilecek ve okula orada devam etmeye çalışacaktı. Ancak sonuçta köyüne geri dönmek zorunda kalacak ve köy kadın kursuna katılarak dikiş dikmeyi ve yemekler, tatlılar pişirmeyi öğrenecekti.

“GEL SANA BİR GELİNLİK DİKELİM…”

Öğretmenleri Meryem Hanım, her gün Köfünye’den Mari’ye gelip gidiyor ve genç kızlara dikiş-nakış öğretiyordu. Meryem Hanım bir gün Leyla’ya “Sen ufak tefeksin, hadi gel sana bir gelinlik dikelim” demişti. Leyla, annesiyle birlikte Lefkoşa’ya gelerek gelinlik kumaşı satın almış ve sonra da kendi gelinliğini dikmeye başlamıştı.

İğne eline battığında ve dikmekte olduğu gelinliğe parmağından akan bir kan damlacığı bulaştığında öğretmeni ona “Bunu kötüye yorma...” diyecekti. Gelinlik bittiği zaman Leyla bunu giyip koşa koşa eve, annesine göstermeye gidecek, bu kez de annesi, “Çabuk çıkar o gelinliği! Uğursuzluk getireceksin!” diyecekti.

PENNANIN MÜREKKEBİ BİTİYOR…

Yeğenlerinden Ahmet, Leyla’nın abilerinden birisiyle konuşup Leyla’yla evlenmek istediğini söyleyecek, abisi de buna razı olacaktı. Leyla, 1973’te kendi diktiği gelinliği giyerek gelin olacaktı. Nikah kağıtlarını imzalamaya çalışırken, pennanın mürekkebi bitecek ama çevresindekiler, “Bunu kötüye yorma” diyeceklerdi.

Leyla Mari’den ayrılıp kocasının köyü olan Zigi’ye (Terazi) taşınacaktı. Eşi Ahmet İngiliz askeri kampında bulunan NAAFİ’de çalışacaktı – kıyıda bir de lokantası vardı Ahmet’in. Kısa süre sonra, Garavollis adlı yaşlı bir Kıbrıslırum’dan eşi Leyla için bir de bakkal dükkanı satın alacaktı.

Leyla için Mari’ye göre Zigi (Terazi) farklıydı çünkü burası harnıp tütüyordu... Mari’de hiç Kıbrıslırum yokken, Zigi’de Kıbrıslırumlar’la birlikte yaşam vardı... Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum balıkçılar birlikte balığa çıkıyor, birlikte çalışıyorlardı...

YÜZÜĞÜNÜ VE SAATİNİ ÇIKARTTIRMIŞLARDI…

1974 kapkara bir bulut gibi Kıbrıs’ı kapladığında, Leyla’nın içini ürpertiler alacaktı: Acaba bundan sonra neler olacaktı? Bir süreliğine Leyla’nın ailesinin bulunduğu Mari’ye (Tatlısu) gidecekler ancak sonra tekrar Zigi’ye (Terazi) döneceklerdi. 14 Ağustos 1974’te İngiliz üslerinde çalışan Ahmet, eşini de yanına alıp, üslere girmeye çalışacak ancak onu içeriye almayacaklardı. Köyün yakınındaki Birleşmiş Milletler kampına gidecekler ancak onlar da Ahmet’le Leyla’yı içeriye sokmayacaktı. Böylece Ahmet’in ailesine ait eve gidecekler ve sonra siyah bir landrover gelip köyün genç erkeklerini toplamaya başlayacaktı. Dohni’den Stasi ve Andreas ile Zigi’den Garavollis, Ahmet ile Ahmet’in kızkardeşinin eşi Ekrem’i almaya gelmişlerdi.

“Türk askerleri öbür tarafta Kıbrıslırumlar’ı esir aldığına göre, bizim de aynı şeyi yapmamız gerekir. Ama merak etmeyin, onları koruyacağız” demişlerdi. Sonra da Ahmet’e, yüzüğünü ve saatini çıkarmasını söylemişlerdi.

Leyla, “Neden çıkaracakmış?” diye sormuştu.

“Çalınmasınlar diye” açıklamada bulunmuşlardı ona...

Leyla, son kez eşi Ahmet’e bakacaktı. Ahmet, ağlamak üzereydi. Leyla, eşinin ellerini tutacaktı, Ağustos’un sıcağında sevgili eşinin elleri buz gibiydi.... Landrover köyü dolaşarak, tüm genç Kıbrıslıtürk erkekleri toplayacak ve Dohni’deki okula götürecekti.

BM KAMPINA GİDİP ANLATACAKTI…

Leyla, koşa koşa Birleşmiş Milletler kampına gidecek ve onlara neler olduğunu anlatacaktı. BM Barış Gücü askerleri Dohni’deki okula gidecek ve geriye dönüp Leyla’ya Kıbrıslıtürk esirlerin okulda olduğu şeklinde güvence vereceklerdi. Leyla, eşi Ahmet’e yiyecek ve battaniye gönderecek ve onunla BM aracılığıyla birkaç gün boyunca haberleşecekti... Sonra Dohni’deki okulda tutulan Dohnili, Marili ve Zigili Kıbrıslıtürk esirler, Birleşmiş Milletler eskortları eşliğinde Leymosun’a götürülecekti.

PALODYA ASKERİ KAMPINDA KATLİAM…

Ancak BM eskortları bir noktada geri gönderilecek ve esirlerin bir kısmı Leymosun’a ulaşırken, bir kısmı Kıbrıslırumlar’a ait Palodya askeri kampına götürülerek burada katliama tabi tutulacaktı. Burada katledilenler, daha sonra Yerasa’ya ve Prastio-Kellaki’ye gömüleceklerdi... Dohni ve Zigi’den 85 tane Kıbrıslıtürk esir kurşuna dizilecekti – onlardan bir tek henüz 19 yaşındaki Suat Kafadar sağ kalacak ve katliam alanından kaçıp yaşadıklarını anlatabilecekti...

Leyla mahvolmuştu çünkü eşinden hiçbir haber yoktu... Her gün Kızılhaç aracılığıyla eşine haber gönderiyor ancak ona hiçbir yanıt gelmiyordu çünkü ölüler yanıt veremezdi. Ancak Leyla henüz bunu bilmiyordu. Daha sonra bu katliamdan haberdar olacak ve eşinin de öldürülenler arasında bulunduğunu öğrenecekti: düşüp bayılacak ve bundan sonra onun için korkunç acılar dönemi başlayacaktı... Bir daha asla Zigi’de bulunan Ahmet’le paylaştığı kendi evine dönemeyecek, kaynatasının evinde kalacaktı.

KIBRISLIRUM GÖÇMENLER ZİGİ’DE…

14 Ağustos’tan sonra, evlerini yerlerini ve sevdiklerini kaybeden perişan haldeki Kıbrıslırum göçmenler, Zigi’ye akmaya başlayacaktı... Onlar kendi öykülerini anlatacaklar, Leyla kendi öyküsünü anlatacak ve acılarını bu sahil kasabasında paylaşmaya başlayacaklardı... Aslen Baflı olan ama Mağusa’nın Ayluka bölgesinde yaşayan ve eşi Hrisantos’la birlikte Mağusa’dan Zigi’ye göçmen gelen yaşlı bir kadın, yani Maria, Leyla’yı tıpkı kendi kızını kucaklar gibi kucaklayacak ve birlikte ağlayacaklardı. Bu yaşlı Kıbrıslırum kadın, beyaz mendilini Leyla’ya uzatacak, aynı beyaz mendille gözyaşlarını sileceklerdi... Mendil kah Maria’nın, kah Leyla’nın elinde olacak, Leyla Maria’ya kendi öyküsünü anlatacak, Maria da Leyla’ya yaşadıklarını anlatacaktı... “Islak, beyaz mendil” o korkunç günlerde bu iki Kıbrıslı kadını birbirine bağlayacak, savaşın ortasında birbirlerini teselli edecekler ve inanılmaz bir dostluğun temeli işte bu beyaz mendille atılacaktı...

MAĞUSA’DAKİ EVİN ANAHTARLARI…

1975 yılının Mayıs ayında, Leyla Kıbrıs’ın kuzeyine geçerken Maria ona evinin anahtarlarını verecek ve “Git kızım, benim evimde kal, benim eşyalarımı kullan” diyecekti.

Oysa Leyla, Maria’dan bir tek şey isteyecekti: Hatıra olarak o beyaz mendili...

Leyla, yıllarca bu beyaz mendili saklayacak ve Kıbrıs “kuzey” ve “güney” olarak taksim edildiğinde, hiçbir şekilde güneye ya da kuzeye geçiş olanağı bulunmadığında, yine de Maria ve Hrisantos’un izini sürmeye devam edecekti. 1998’de ve 1999’da “izin” alarak güneye geçecek ve onlarla buluşacaktı. Maria’nın eşi Hrisantos vefat ettiğinde ve Leyla’ya onun cenaze törenine katılma “izni” verilmediğinde Leyla Londra’ya gidecek, oradan Larnaka’ya uçacak ve Hristantos’un mezarını ziyaret ederek çiçekler koyacaktı...

“PAYLAŞTIĞIMIZ ISLAK VE BEYAZ MENDİL…”

Leyla Kıralp çocukluğundan başlayarak tüm hayatını anlattığı bir kitapta yazdı bunları: Adını “Paylaştığımız ıslak ve beyaz mendil” koydu. Uzun süre bu kitabı basmak için bir sponsor aradı ve nihayet geçtiğimiz ay kitabını yayımlayabildi... Yunanca okumuş olan biricik oğlucuğu Şevket, kitabı Rumca’ya çevirdi.

Leyla Kıralp için böylesi bir kitap yazmak nelere maloldu, tahmin bile edemiyorum: Ateşlerde yandı, gözyaşlarıyla yoğurdu her satırı ve kitabı 7elinize aldığınız zaman, bitirinceye kadar bırakamıyorsunuz... Anlatısı o kadar içten, o kadar canlı ve o kadar acı dolu ki, gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz... Tüm yaşadıklarına karşın ondaki olağanüstü insancıllığa hayran kalıyorsunuz...

Bu adanın birleştirilmesi ve barış için hayatı boyunca barış hareketinin ön saflarında mücadele eden Leyla Kıralp, Kıbrıslılar için bir dostluk simgesi. O, cesur bir kadın: Düşündüklerini korkmadan yazıyor, adamızın neden bu hale geldiğini çok iyi analiz ediyor ve bu bölünmüş topraklarda oynanmakta olan oyuncukların parçası olmayı reddediyor. Ve tüm bunları ondan çalınmış ve asla yerine konulamayacak “incisi”ne rağmen gerçekleştiriyor.

l1-081.jpg

l2-068.jpg

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler… Sevgül Uludağ – Kasım 2009)

 


BASINDAN GÜNCEL…

“Ah ah o Ermeni, Rum komşularımız…”

Murad MIHÇI

Geçen gün sosyal medyada gezinirken, ya da sörf mü desem bilemedim, önüme bir paylaşım geldi. Türkiye’de yapılan bir  araştırmaya göre nüfusun yüzde 8’i Ermenilerle olası komşuluğa olumlu bakıyormuş. Yüzde 36 fark etmez, kalanı da asla istemediğini beyan etmiş.

Araştırmalarda nefret söylemlerinde zaten başı çeken bizler bu sonuca şaşırmadık. Anket sonucunu değerlendiren dostlarımın umutsuzluk ve kızgınlık duygularıyla toplumun bizlere bakışını eleştirdiklerini gördüm. “Keşke komşum olsanız” diyen de oldu. Bu anket sonucunu sosyal medyamda paylaştıktan sonra evlerine yemeğe davet eden beni hiç tanımayan güzel insanlar da oldu. Araştırmada size komşum olsun diyenlerin oranları düşük gelse de bence bu ortamda hiç de düşük sayılmaz. Bizler için %8 ve hatta bana fark etmez diyen yüzde 36’lık kesim gelecek için umut verici kabul edilmelidir.

Bir gerçek de şu ki yüzde 8’lik kesime yetecek kadar ne Ermeni ne de Rum komşu olacak nüfus artık bu coğrafyada yok. Ne acıdır ki sayımız yok denecek kadar az. Hele ki Rum nüfus onların durumu çok daha vahim…

Bu anket paylaşımı sonrası tabii karşı görüşler de hiç az değildi. Gelen eleştirilerde özellikle “Peki Ermenistan’da Türk komşu isterler mi?’’ sorusu çoğunluktaydı.

Bu soruda bile Türkiye’nin yerli halkı olma gerçeğini içselleştirememe halini okuyoruz. Bu esasen "YA SEV YA TERK ET" sloganın devamı.

Gelelim Ermenistan’da Türk komşu isterler mi sorusuna. Ben bu sorunun üstünün kapanmasını doğru bulmuyorum. Son zamanlarda çokça konuşulan bir durum var. Ermenistan’da ciddi sayıda Türkolog var. Ermenistan’a gittiğinizde Türkçe konuşan Ermenistan doğumlu insanlarla karşılaşabilirsiniz. Bu, bir anlamda iyi bir şey olarak görülebilir fakat esasen derinine indiğinizde bu konunun çok üzücü nedenleri olduğu görebilirsiniz. Türkiye’nin söylediklerini Soykırım inkârı üzerinden anlamaya çalışmak için bu bölümü okuyan insanlar çoğunluğu oluşturuyor. Yani esas Türkolog olma motivasyonunu “Türkler ne diyor?” olarak okumak en doğru yorumdur.

Ermenistan – Türkiye ilişkilerinin normalleşme (bana göre uzlaşma) sürecinde Ermenistanlıların Türkiye’den gelen insanlara ne kadar olumlu bakacağını tahmin etmek zor değil. Bu sürecin altı doldurulmadan, doğru temaslar kurulmadan atılacak adımların kalıcı hasar vereceğini düşünüyorum. Ermenistan’da topluma “Komşunuzun Türk olmasını ister misiniz?” sorusu sorulsa, Ermenistan nüfusunun %8’i bile sorun olmaz demeyecektir. Türkiye ile teması olmayan ya da olmamış Ermeniler yüksek yüzdelerle Türk komşu istemeyecektir. Fakat Türkiye’den, Lübnan’dan ya da Suriye gibi ülkelerden Ermenistan’a göç eden Ermenilerde bu oran çok farklı olacaktır. Onlar, yaşadıkları tarihsel temaslar nedeniyle Türkleri ya da Türkiye halklarını sadece katliam ve savaşlarla tanımıyor. Toplum içindeki farklı kesimlerle de temas kurabilme imkanları oldu. Bu bazen ticari, bazen kültürel ya da sadece bir seyahat.

Ermenistan ve Türkiye’nin karşılıklı gösterdikleri olumsuz diplomatik yaklaşımlar ve tarihi geçmiş nedeniyle her iki toplum birbirini öcü görüyor ve bu da gayet normal.

Geçen günlerde Sn Doktor Sinan Oğan, Ukrayna – Rusya savaşı sırasında Ukrayna’da yakalanan Ermenistanlı bir gencin videosunu paylaşarak “Ermenistan vatandaşı yağma suçu işlerken yakalanmış. Yaşadığı ülke değişse de fıtratı değişmemiş maalesef!’’ yorumunu yaptı. Bu cümleyi kuran kişi yıllarca mecliste vekillik yapmış, tanınırlığı olan bir akademisyen ve siyasetçi. (Bu arada Rusça bilenlerin çevirisine göre, yakalanan Ermeni genci Ukrayna’ya sevgilisi için gelmiş.  Konunun yağma ile ilgisi olmadığı söylendi.)

Sinan Bey’in sözlerine karşılık olarak “Ermenilerden market yağmacısı çıkmaz” asla demiyorum. İnsan fıtratı dinden, ırktan çok daha öte bir şey. İnsanı ve ruhunu bunlara indirgemek en büyük hatadır. Eğer yağmacı Ermeni yaklaşımı önde gelen bir siyasetçide bile varsa, nefret söylemlerine rağmen %8’in “Ermeni komşu isterim.” cevabı çok anlamlı. Yağmacıları bizler 6-7 Eylül olaylarından çok iyi hatırlarız. Her halkın yağmacısı var olduğu gibi topluma güzellikler sunan fertleri de vardır gibi basit bir yaklaşımı benimseyememiş ya da benimsemek istemeyen bir siyasetçi profilini yine görmüş olduk…

(ARTI GERÇEK – Murad MIHÇI – 4.3.2022)

 

 

Bu yazı toplam 1810 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar