Savaşın Saklanan Yüzü: Tecavüzler
Savaşın Saklanan Yüzü: Tecavüzler
FEMİNİST ATÖLYE
[email protected]
Kıbrıs’ta savaş sırasında yaşanan ve üzerinden yıllar geçmesine karşın halen konuşulması tabu olarak görülen tecavüz olayları bir kez daha gündeme geldi. Daha önce milletvekili Doğuş Derya’nın da dile getirdiği tecavüz olaylarını bizzat yaşayan kadınların ağzından dinlemek geçmişle yüzleşmenin ne denli önemli ve gerekli olduğunu bir kez daha bize gösteriyor. Kıbrıs Haber Ajansı’nın derlediği bu tanıklıklardan birkaçını sizinle paylaşmak istiyoruz.
Defalarca tecavüze maruz kalan Anna, Girne bölgesinin bir köyünden. 1974 yılında henüz 14 yaşındaydı. Yurt dışında yaşamını sürdüren Anna şunları anlatıyor:
“Bizi tüm ailem ile birlikte Voni köyünün okul salonuna koydular. İstedikleri zaman, odaya giriyorlardı, kızları seçiyorlardı ve kendi cinsel arzularını tatmin etmek için onları dışarıya çıkarıyorlardı. Ben yaşlı görünmek için anneannemin elbisesini giyiyordum ama onlar yüzümü görebiliyordu…Çocuklar etrafımda oturuyordu ki böylece askerler bana tecavüz etmek için beni sürükleyemesinler. Bu durum Kızıl Haç gelmeden önce üç ay boyunca sürdü. Kaçan bir adam onları bizim Türk ordusu tarafından rehin olarak tutulduğumuz konusunda bilgilendirdi. Kızıl Haç, diğer şeyler arasında, istenmeyen bir gebeliği önlemek için bize doğum kontrol hapı göndermişti. Ben çok korkuyordum, dehşete kapılmıştım, hala daha korkuyorum, bugün bile, bu kadar yıl geçmesine ragmen. Akrabalarım yaşadıklarımdan dolayı anneme ‘O’nu yurt dışına gönder, kimse O’nu istemez artık’ şeklinde tepki gösterdiler. Anne de öyle yaptı ve beni yurtdışına gönderdi. Ben ailemin yüz karası oldum… Tüm köy benim hikayemi biliyordu. Evlendim. İki çocuk ve iki torunum var. Ben 55 yaşındayım ve 1974 yılının o korkunç yaz döneminde bana neler olduğunu asla unutmamıştım.
Şimdi, 42 yıl sonra, devlet bizi hatırladı ve konuyu ele almak için bize bir mektup gönderdi, bizim tecavüz edilmemizi kanıtlayan tıbbi belgeleri almamız gerektiğini söylüyor. Bu nihai aşağılamadır.”
Maria ise Mağusa’nın bir köyünden. 1974 yılında o da 14 yaşındaydı. Yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Biz köyün dışındaki tarlalara gittik. Yaklaşık yüz kişiydik, dört gün boyunca saklanıyorduk… Köye geri döndük, ellerimizi havaya kaldırdık ve teslim olduk. Kadınları erkeklerden ayırdılar… Annem, altı yaşındaki kız kardeşim ve ben başka kadınlarla beraber köyün son evlerine koyulduk. İlk gece onlar bizi saymaya geldi. Beni ve diğer kızları sürükledi ve yakındaki karanlık alanlara götürdüler. Annem beni uzağa çekmeye çalışırken silahla vuruldu. Beni zorla dışarıya çektiler ve defalarca tecavüz ettiler. Tanrıya bana yardım etmesi için yalvardım. Çığlık attım. Sadece on dört yaşındaydım. Onlar eğlendi ve bizi geri götürdüler. Ben evdeki kadınların bu eziyetten kurtulmak mutfak gazını açık bırakarak intihar etmeyi konuştuklarını duydum…Bu işkence, iki ya da üç ay boyunca devam etti…Hayatım, yanlış temeller üzerine başladı. Bir yalan üzerinde. Ama benim hatam değil. Meclis’te bu konuyu gündeme getirdiklerini duyduğum zaman kendi kendime geç olsun güç olmasın dedim. Devlet sorumluluklarını üstlenecek. Ben hala yaşadıklarımın eziyetini çekiyorum. Umutsuzum ve şu anda işsizim. Kollarımda onların benim üzerime söndürdüğü sigara izi var” diyor (i)
Bu kadınların her zaman var olduğunu biliyoruz. Ancak, yaşadıklarını dile getirmek onlar için kolay olmuyor. Bu sebeple özellikle barış sürecinin yoğun olarak devam ettiği bu günlerde, kadınların savaşta yaşadığı tecavüzleri görmezden gelmek ve sorgulamamak altı boş bir ‘barış’ anlayışından öteye gidemez. Bu konuda Kıbrıs’ın Güneyinde yıllar sonra devlet, ilk kez savaş sırasında tecavüze uğrayan Kıbrıslı Rum kadınların yaşadıklarını kabul etmiş; onların yaralarını sarmaya yönelik hassasiyetle hareket ederek destek ve mali yardım yapacağı sözünü vermişti. Ancak atılan bu adım, sürecin sadece bir parçasını oluşturuyor. Yıllardan beri üstü kapatılan bu tecavüzleri somut bir şekilde ele almak, her iki toplumun geçmişle yüzleşmesini sağlamak müzakere sürecinde atılacak olan adımların en başında geliyor. Bu anlamda, müzakere sürecinde hakikat komisyonlarının kurulması için gerekli hukuki çalışmaların yapılması önemlidir. Bu çalışmaları yapacak olan özel komisyonların ivedilikle kurulması gerekiyor. Özellikle görüşmelerin yoğunlaştığı ve samimi ilişkilerin kurulduğu bu günlerde her iki toplum liderinin de müzakere masasına kadınları dâhil edip, onların deneyimleri ve acılarıyla yüzleşmesi ve kabul etmesi bu sürecin en önemli kısmını oluşturuyor.
***
(i) https://www.gazeddakibris.com/kadinlar-1974te-yasanan-tecavuzleri-anlatiyor-2
----------------------------------------------------------------------------------
Organiko Feminiko
ÖLDÜRME SPORU !?
Uzun bir süredir aranızda yoktum. Kendi köşemde oturmuş, olan biteni izlemekteydim. Nükleer santral kurma girişimleri, bacası zehir saçan elektrik santralleri, denize sızan petrol, inşaat sektörünün önü alınamayan gelişimi, ekolojik yıkımlar, sorumsuzca kesilen/koparılan bitkiler, katledilen hayvanlar ve daha neler neler... Bazen o kadar çok doluyorum ve üzülüyorum ki, bu duygu hâli ile nasıl baş edeceğimi bilemez duruma geliyorum. Tek yapabildiğim, kendi içime kapanmak oluyor öyle zamanlarda.
Bir süre sonra kendi içime kapanmanın faydasız olduğunu fark ediyorum. Onca sorun hâlâ devam ederken, sessiz kaldıkça içim içimi yiyor adeta. Bu günlerde sessizliğe dayanamıyorum, mesela. Neden mi dersiniz? Geçtiğimiz hafta av “sezonu” açıldı ya, şu bizim “centilmen sporcularımız” çıktılar yine meydana.
Avlanma “kültürü”nün militer öğeleri barındırmasından tutun da, eril tahakkümü beslemesine ve hayvan özgürlüğünü yok saymasına kadar, o çok sorunlu yanı var ki, hangi birinden başlasam bilemiyorum.
Geçmişe yolculuk edecek olursak, ilk çağlarda hayvan avı insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan zorunlu bir ritüeldi. Günümüzde ise kapitalizmin, kültürün bir parçası olmaya başlaması ile “ihtiyacın kadar tüket” fikrinden uzaklaşılmakta, aşırı tüketim tutkusu bir hastalık olarak kendini göstermektedir. Açlık duygusu hissetmeyen insanlar, yine de avlanmaya devam etmekte; amaçlarının ise “spor” olduğunu söylemektedirler.
Bir spor müsabakası, eşit şartlar alında ve sporcuların gönüllü olarak katıldıkları bir faaliyet değil midir? Sizce avlanma koşulları bu şeklide mi gerçekleşmektedir? Tabii ki, hayır. Takımın birini elinde silahlar, belinde cephaneliği olan insanlar oluştururken, karşı takımda bu müsabakadan habersiz ve herhangi bir donanıma sahip olmayan hayvanlar yer almaktadır. Avcı, koşulların belirleyicisi olarak sözde bu sporun parçası olan (aynı zamanda durumdan bihaber olan) insan olmayan hayvanları öldürmeyi hedefler. Temelinde bir canlıyı öldürme fikrini barındıran her türlü eylem bana spordan ziyade, savaşı çağrıştırıyor. Bu sözde “gelenek” insanlığın, insan olmayan hayvanlara karşı açtığı bir savaştır adeta.
Tamamen üst-alt ilişkisi oluşturan ve silah/tüfek gibi donanımlarca üstün olan tarafın, güçsüz tarafı avlaması üzerine kurulu bir spor dalı düşünülemez. Eşitsiz güç ilişkisi kurarak egemen olmaya çalışmak, tam da eril tahakkümün benimsediği yöntemdir.
Övünme hâli ve gösteriş merakının birleştiği erkeklik, sosyal medya mecralarında cesetlerle poz veren “sportif” avcı manzaralarının yayılmasına sebep oluyor. “Erkek”liğini öldürdüğü canlılar üzerinden ispatlamaya çalışan bizim sportif avcılar, bu sayede kendilerini var edebilecekleri bir alan oluşturuyorlar. Spor yaptıklarını zanneden ve var olma sorunu yaşayan bu arkadaşlar, şiddet kültürünü yeniden üretiyorlar.
Son sözlerim: Böyle spor olmaz olsun!
--------------------------------------------------------------------------
MOR KİTAPLIK
Kadın ‘İkinci Cins’
Bu hafta sizlerle doğumunun 108. yılında Simone de Beauvoir'ın ‘İkinci Cins’ adlı kitabını paylaşmak istiyoruz. Beauvoir’ın 1949 yılında yazdığı eser, feminist kuramın en önemli eserleri arasındadır. Payel Yayınları’ndan çıkan bu kitap, bugüne kadar süre gelen "kadınlık anlayışı"nı farklı bir yerden ele alıyor. De Beauvoir’ın 3 cilt halinde yayınlanan (1. Genç Kızlık Çağı, 2. Evlilik Çağı, 3. Bağımsızlığa Doğru) kitabı, toplumsal cinsiyet ilişkilerini çözümlerken, kadınların, erkeklerin merkezde olduğu bir toplumsal cinsiyet rejimi içerisinde öteki olarak konumlandırdığını belirtiyor. Kitapta geçen “kadın doğulmaz kadın olunur” vurgusu Varoluşçu Feminizmin temellerini atarken, De Beauvoir, kitap boyunca tarih, toplum, beden, cinsellik, evlilik ve annelik gibi farklı konular üzerinden kadın sorununu tartışmaya açıyor.
------------------------------------------------------------------------------
MALUMAT-I NİSVAN
Çek Cumhuriyeti’nde 15 yaş üstü çalışan nüfus içerisinde,
• Tam zamanlı işlerde istihdam edilenlerin %43.4’ü kadın iken, % 56.6’sı erkek
• Kadınlar ayda 1114 Euro kazanırken bu miktar erkeklerde 1425 Euro.
• 15-74 yaş arası nüfusta yüksek öğrenim oranı kadınlarda %13.6 iken, erkeklerde % 14.7
• Her gün yemek pişirme ve ev işlerine en az 1 saat ayıran çalışanlar içerisinde kadınlar % 63.1, erkekler %11.2
• Her 2 günde bir ev dışında yapılan spor, kültür ve eğlence aktivitelerine çalışan kadınların sadece %6.2’si katılırken, bu oran erkeklerde %12.5.
• Kabinedeki kadın oranı %17, erkek oranı %83.
• Parlamentodaki kadın oranı %18, erkek oranı %82.
• Bölgesel kurullar/belediyelerde kadın temsili %19, erkek temsili %81.
----------------------------------------------------------------------------
CADI SÜPÜRGESİ
Geçtiğimiz hafta Girne-Lefkoşa anayolu üzerinde yaşanan tecavüz vakasını hepimiz öfkeyle karşıladık. Bu tecavüz haberini, ‘Kıbrıs’ta arabada tecavüz’ başlığıyla aktaran Yankı24 adlı haber sitesini hem kullandığı dil hem de haberde tecavüzü adeta bir fantezi unsuru olarak gösteren görselinden dolayı uzay çöplüğüne süpürmek istiyoruz!