1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Savaşta çocuk olmak...” (3)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Savaşta çocuk olmak...” (3)

A+A-

Dr. Derviş Özer

“BABA ÇOK AÇIM...”

Babamı gördüm. Peşine takıldım, “Baba çok açım” diyebildim. Elimden tuttu ve bir yere götürdü. Lokanta gibi bir yerdi ve iki patates ve bir parça etin olduğu bir tabak getirip önüme koydular ve bol ekmek, babam istemedi, sadece bana getirtti. Ve o bol ekmekle iki patatesi yedim, eti sıyırdım ama iyi sıyıramamışım ki babam da ağzına götürüp sıyırdı, kalan ekmeği suyuna batırarak yedi. Elindeki tüm parayı bırakıp çıktık, tam okulun bahçesini dönüyorduk ki babamın ağladığını fark ettim. Ağlıyordu. Ve ben onu teselli etmeye kalktım ona dedim ki “ALLAH bizimle,  biz kazanacağız” dedim. “Çünkü Allah Müslümanlar’ın yanındadır” dedim. Ve o an gözümde şimşekler çaktı. Yediğim tokadın etkisiyle yere düştüm. Ne olduğunu anlamamıştım bile. Elimden tuttu kaldırdı. Ve bana şöyle dedi. “Bana bir daha Allah’tan bahsetme..”

Bir daha ALLAH demedim babamın yanında. O da bana bir daha Allah’tan bahsetmedi. Şimdi bile onun hakkında hiç konuşmayız. Öyle ya bizi terk eden, bu acıları çektiren, çocukları aç bırakan ve bir çocuğun yanında babasını ağlatan bir tanrıdan bahsedilir miydi? Asla, bizi terk etmişti ve bizi hiç görmüyordu. Ama hacı olan neneme sorsan bizi deniyordu. Bu nasıl denemeydi açlıkla susuzlukla kanla deneme mi olurdu? Hem de küçücük çocuklarla. Bu nasıl denemeydi. Bizi açlıkla, Terzinin çocuklarını babalarının ölümüyle denemek, babalarının ölümü üzerine o tahta kapıyı günlerce baba baba diye dövüp ağlayan çocukları denemek de neyin nesiydi.

O gün, o tokatla her şey bitti benim için, babamla aramızdaki bağ farklı boyuta döndü, Allahsız ve imansız, sırf sevgi üzerine kuruldu. Ve babama o günden sonra hep farklı gözle baktım. cebindeki son para ile oğluna yemek ısmarlayan ve kendisi yemeyen ve gözündeki yaşı oğlundan saklamak isteyen bir baba. Bir çocuk olarak babamı tanrı olarak gördüm, benim tanrım, beni yaratan, beni büyüten, besleyen ve koruyan, gerektiğinde döven ve cezalandıran.

 

“YARALILARI GÖTÜRDÜLER...”

Günler geçti çocukları ile saklanan doktor gelmiş, samanlık hastane yapılmış ve orada yaralı bakıyorlardı. Annemin eli kola kadar şişmiş ve artık kokuyordu ateşler içinde kıvranıyordu. Ve biri daha vardı ki yaralı olarak bir veya iki gün öylece cephede kalmış ve daha sonra samanlığın oraya getirdiklerinde sokağı boşaltılar ve bu adamı samanlığın içine kucakta soktular. Ve onu getiren kişiler, onu bıraktıktan sonra duvarın dibine oturup ağladılar. O da ateşler içinde yanıyordu. Ve yaraları hep kanıyordu. Yatamıyordu bile arkasına yastıklar sıraladılar ve oturur gibi acı içinde inleyerek sayıklayarak bir gün geçirdi.

Annem de hastane denilen samanlığın içinde idi. Ertesi gün mavi bereli adamlar geldiler ve yaralılara baktılar alıp götüreceklerini söylediler. Götürmezsek ölecek dediler. Götürdüler. Ve ben anasının peşinden kilometrelerce koşan bir sokak köpeği gibi koştum ta köyün dışına kadar. Ve orda günlerce bekledim.

 

“KONSERVELER KİLİT ALTINDAYDI...”

Nerede yattığımızı ve ne yediğimizi hatırlamıyorum. Hatırladığım köyün ortaokulunun iaşe merkezi olduğu ve orada kazanların kaynadığıydı. Orada toplanmıştık, bizim köyün çocukları, yakın köyün çocukları, uzak köyün çocukları. Her sabah orada beklerdik çöp kutusuna çöp atılmasını bekleyen kediler ve köpekler gibi askere gelen güğüm güğüm sütün boşaltılıp kaynatılmasını, dökülen güğümlerin yıkanmak için bize verilmesini beklerdik. Aldığımız her güğüm ki bu daha çok kavga sebebiydi. Kim güğüm alacak? İki kişi olurduk ve bir güğümü kapıp kaçardık ve konserve tenekesinden maşrapalarımızla içine su döker çalkalardık ve çıkan sulu sütü kenarları düzeltilmiş maşrapalarda içerdik.  Bir maşrapa suya bir buçuk maşrapa sulu süt çıkardı ama olsundu. O da bizim için iyiydi. Sonra bulgur pilavı pişen kazanların askerden gelmesini beklerdik kırık tuğla parçaları ile kazanların dibinde kalan bulgur pilavını kazıyarak yanık yanık yerdik ve kazanları yıkayıp tertemiz yapardık. Yıkamazsak ertesi gün kazan olmazdı.  Bizimle beraber birisi daha vardı. Savaşa karşı olan hocamız. Askerden, askerlikten kaçan ve o ortaokulun bahçesinde oturan, genellikle sigara sarar ve gelen askerlere dağıtır, çoğu zamanda kendisi içerdi. Yemek yemezdi oturur bahçede bizi seyrederdi. Aradan birkaç gün geçince Birleşmiş Milletler’in (Kızılhaç’ın) kamyonları geldi ve bir kamyon makarna ve bir kamyon konserve getirdi. Onları indirilmesine yardım ettik ama onlar kilitli bir şekilde kaldı orda. Bir gün başka çocuklarla kazanlar yüzünden kavga ettik. Bu kavga açlığın kavgasıydı, ölümüne kavgaydı. Kazanları alanlar aç kalmayacaktı ve kazansız kalanlar aç kalacaktı. Artık eskisi gibi değildi, başka köylerin çocukları da gelmişti. Kazan sayısı belliydi ama çocuk sayısı çok artmıştı. Ve biz bahçedeki harnıp ağacının altında bir kavgaya tutuştuk ki ölümüne birbirimizin kafasına taş vurarak, yere yatırdığımızın yüzünü kayalara sürterek ve ağzımızdan yüzümüzden kan akarak bir birimizin kafasını yararak. Yaptığımız bu kavgayı ne sigara saran hoca ayırabildi ne de iaşedeki kadınlar. Kazanları biz aldık ve diğer köyün çocukları ağlayarak harnıp ağacının altından bizi seyrettiler. Sigara içen hoca yerinden kalktı. Koca bir taş aldı ve erzak odasının kapısını kırdı. İçeride eline ne geçerse bize dışarı attı. Konserve kutularının ne olduğuna bakmadan alıp kaçtık. Kilometrelerce kaçtık ki gelip elimizden toplamasınlar diye ve taşla delip değnekle içinden çıkardığımız balıkları ve ananasları yedik sonrada karnımızı şişirerek bir ağacın altına yattık. Karnı çok yemekten yere değen köpek yavruları gibiydik, karın ağrısından yürüyemedik bile.

Eeee artık bu kadar yemeğin üstüne bir sigara giderdi. Ve biz mücahitlerden gördüğümüz gibi diken yapraklarından sigara yaptık ve 5-6 kişi bir sigarayı içimize çektik ve sonrada kustuk. Ertesi gün yine bekledik kazanları ve yine kavga...

 

“ANNEME SOKULDUM VE UYUDUM...”

Ha bu arada hiç beklendiğim bir anda açlığın annemi unutturduğu bir zaman da annem çıka geldi ve ona sokuldum, Öpmedim onu yaladım, yüzünü yaladım, ellerini yaladım. Ona sokuldum ve uyudum. O gün acıkmadım bile, o ise hep sarılıp ağladı. Artık yine bir aile olmuştuk akşamları toplanıyorduk ve iaşede verilen makarnaları yiyorduk ve biz yine de şanslıydık, evinde bizi misafir eden ailenin evinde epeyce rahatlamıştık. Onlar bizi hiç bırakmadılar. Ve biz de onları savaştan sonra hiç bırakmadık.

İkinci savaşta o köydeydik ve uzaktan sesleri duyuyorduk ve akşamüzeri bir tank köyün içine geldi ve o köydeki binlerce insan oraya toplandı ve erkekler o gece kamyonlarla köylerine gittiler ve ertesi gün de biz gidecektik. Geceyi nasıl geçirdiğimizi bilemedik ve ertesi gün koca koca tanklar köyün içinden geçtiler ve gittiler. Sonra da biz bulabildiğimiz araçların üstüne binip köye geldik.

 

“KÖY YANIP YIKILMIŞTI... AMA OLSUN...”

Köy yanıp yıkılmıştı. Ama olsun yine de doğup oynadığımız köydü. Her ne kadar her taraf yangın yeri olsa da sokaklarını biliyorduk birbirimizin başını yardığımız taşlarını biliyorduk. Toprağını biliyorduk. Ağaçlarını biliyorduk. Köyde kalan esir arkadaşlarımızla kucaklaştık ve birbirimize savaşı anlattık abarta abarta ve köyün içinde dolaşmaya, durum kontrolü yapmaya başladık ama garip şeyler oluyordu. Silah sesleri köyümüze dönmemize rağmen kesilmemişti. Uçaklar uçuyor, silahlar bombalar patlamaya devam ediyordu. Ve köyün içinden esirler geçiriliyordu. Ve bazı adamlar köyün içinde elinde silah bağırıyordu. Esir alınmayacak diye ve götürülenler bir daha hiç görülmedi. Onlarca adam, yüzlerce adam esir alındı ve götürüldü ama getirilmedi. Mahkemeler kuruldu masalarda, sokak ortalarında ve biz bunları seyrettik, mahkemelere seyirci olduk ve bazı esirlerin ayakkabıları bize atılarak giymemiz istendi. Köylerden getirilen eşyalardan oyuncak ve para bulmaya çalıştık. Koyun ve keçileri yakalayıp, evlerimize getirdik. Sonraki günlerde ovalarda silah ve bomba aradık. Ölü adamların ceplerini karıştırdık ve onların ceplerindeki paraları aldık, kollarından saatleri çıkarıp kolumuza taktık. Bulunan bombaların yerlerini gösterdik ve hangimiz cesaretli isek daha çok yaklaştık patlamamış bombaya, biraz daha ileri gidip kucağımıza alıp yerini değiştirdik ve en kahraman biz olduk. Ölü adamların silahlarını aldık. Ve onları sakladık. Çünkü biz artık askerdik ve bizim silahımız olmalıydı. Birer tabanca ve birer makineli silahımız oldu, koyunlarımız oldu Rum köyünden aldığımız. Onları bu silahlarla bekledik, saklı saklı atışlar yaptık. Ve silah eşliğinde birbirimize silah çekerek sigara içtik ama öyle diken yaprağından değil. Rumlardan bulduğumuz Virginia sigaralarından. Hem de yorumlar yaparak İngiliz sigarası bir başka canım. Yok yok Virginia sigarası daha başka. Sıcak Anglia, sıcak Keo birası ve belimizde tabanca önümüzde 4-5 tane koyun.

 

“RUM KÖYLERİNİ GEZERDİK...”

Bir de Rum köylerini gezerdik belimizde tabanca, para ve oyuncak arardık. Girdiğimiz evlerde talan yapardık. Her şey oyundu sanki; ölü insanlar, kaçan hayvanlar, soyulan evler, esirler, sokaklarda bombalar ve silahlar. Girdiğimiz evlerde ilk önce hırsız gibiydik. Çektiğimiz çekmecenin içinde para varsa alırdık ve yavaşça kapatırdık sonra ayaklarımızın ucuna basarak çıkardık evden. Daha sonraları çekmeceleri ters yüz ederek içinde para var mı diye bakmağa başladık ve sonra da çekmeceleri eğer içinde para yoksa kırmayı öğrendik. Televizyonları patlatmayı. 45lik plaklarla frizbi oynamayı ve elimize geçirdiğimiz sopayla piyano çalmayı.  Bulduğumuz ceketleri giyip evden çıkıp hava atmayı.

Evlere sesimiz kalınlaştırarak “Şerka bano” diye bağırarak girmeyi öğrendik ama dolabı açınca da karşında alnına dayalı bir tabancanın içindeki mermiyi de görmeyi öğrendik. Neydi nasıl olmuştu o dolabın içinde ne yapıyordu ve o tabancanın namlusunun ucundaki alnımın terinin nasıl aktığını anlatamam. Göz göze geldik, bana yalvaran gözlerle baktı ve eliyle sus işareti yaptı. Akşam tarlaların içinde uyandım oraya nasıl gittim? Nasıl kaçtım ve ne yaptım hatırlamıyorum. Tekrar gittim ama yoktu. Kimdi, nasıl kaçtı bilmiyorum. Beni öldürmedi, ben de bağırmadım ama oradan nasıl kaçtığımı bilmiyorum.

 

“KİMSE BİZİ İKAZ ETMEDİYDİ...”

O savaşın içinde neredeydik ve ne yapıyorduk? Kimse bize evlerden çıkmayın, etraf silah ve bomba dolu, bubi tuzağı dolu diye ikaz etmedi. Aksine o koca koca adamlar gidin silah toplayın bombaların yerini işaretleyin, uçakların attığı kâğıtları getirin diye bizi ovalara saldı. Bizlerin ne yaptığına ne sakladığıyla ilgilenmediler. Onlar savaş oyunu oynuyorlardı. Biz de kendi kendimize savaş oyunu oynuyorduk. Hani savaştan önce bizi şortlarla Rum köyüne doğru salarak sten ile çivi attırmışlardı ya biz onu geçmiştik şimdi çivi değil gerçek mermi atıyorduk. Haa bir de yanımızdaki Rum köyü esir kampı olmuştu. Gizli gizli oraya gidip Rum çocuklarına hava atıyorduk. Onların oyuncaklarını çalarak onları bağırtmak bizi mutlu ediyordu. Çünkü galip gelen tarafın çocuklarıydık.

 

“HEPİMİZ ÖFKELİ BİRER İNSAN OLUP ÇIKTIK...”

Aradan günler geçti artık savaşın etkisi azalıyordu. Normale dönüyorduk. Elimizdeki silahlar toplandı. Birimizde bulunan silah elimizden alınınca Ahmet’te de var, Mehmet’te de var diye birbirimizi müzevirledik ve silahlarımızdan olduk. Ama velesbitlerimize dokunmadılar.

Bu savaş bizim savaşımız olarak gösterilse de bizim savaşımız değildi. Bunu yıllardan sonra öğrendik. Kimimizin babası, annesi, kardeşi öldü. Kimimiz aç kaldık, kimsesiz kaldık, travmalar atlattık. Ruhumuza ağır yaralar kazındı. Büyüklerimiz bizlere birer bisiklet vererek bu yaraları kapatacaklarını umdular ama kapatamadılar. Hepimiz yaralı ve küskün öfkeli birer insan olup çıktık.

Bir bisiklete çocukluğumuzu elimizden aldılar. Gençliğimizi, duygularımızı, insanlığımızı ve ruhumuzu geleceğimizi birer bisiklete değiştik.

AMA BUNU BİZ İSTEMEMİŞTİK...

sayfa-16-icin-foto.jpg

 

Bu yazı toplam 1188 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar