Savaştan Barışa
"... müzakere süreçlerini bir uzlaşıyla sonuçlandırmak kolay bir iş değildir ve bu Kıbrıs için de geçerlidir."
Süleyman Gelener
[email protected]
Caroline Guinard’ın kaleme aldığı 'Savaştan barışa: geçtiğimiz on yılda barış anlaşmalarındaki başarı ve başarısızlıklardan öğrenilen dersler: barış süreçlerine yönelik en uygun stratejiler' başlıklı -Nonviolence International tarafından yayımlanan- çalışma, barış süreçlerinin nasıl işlediğine dair kapsamlı ve derli toplu bir rehber arayanlar için iyi bir başlangıç niteliğindedir.
Barış süreçlerine dair akıllara ilk gelen, bu süreçlere kimlerin dahil olduğu, müzakerelerin kapsamlarının ve gündemlerinin nasıl belirlendiği ve bu süreçlerde etik ve şeffaflık gibi kavramların nasıl gözetildiği gibi sorulara yanıtlar sunan bu çalışma; aynı zamanda, Tacikistan’dan Guatemala’ya kadar birçok farklı vakayı da ele alarak, başarı ve başarısızlığın ortak temalarını incelemektedir. Son çeyrek asırda yaşanmış en çetrefilli barış süreçleriyle ilgili sunduğu tam kronoloji ve özetlerle oldukça özgün bir yayın. Suriye, Kore, Filistin ve Kıbrıs gibi ülkelerde devam eden süreçleri değerlendirmek için halen güncel bir kitap.
Tacikistan'dan Guatemala'ya örneklerle donatılmış kitap, başarı ve başarısızlığın ortak temalarını inceliyor. Son çeyrek asırda yaşanmış en önemli barış süreçlerinden bazılarıyla ilgili tam kronoloji ve özetlerle oldukça özgün bir yayın. Suriye, Kore, Filistin ve Kıbrıs gibi ülkelerde devam eden süreçleri değerlendirmek için halen güncel bir kitap.
1987 yılında Orta Amerika’da kalıcı barış, işbirliği ve demokrasiye doğru ilk adım sayılan Arias Planı’nın uygulanmasını başlatan ve aynı yıl içinde Nobel Barış Ödülünü alan Kosta Rikalı devlet adamı Oscar Arias Sanchez’in yazdığı önsöz ise müzakere ve barış süreçlerine ayna tutmaktadır.
Şiddet ve barış döngüsü, dünyamızın her köşesinde vuku bulmuş ortak tarihimizdir. Yüz yıllar boyunca birçok ülkede etnik gruplar veya azınlıklar arasında çeşitli çatışmalar yaşanmıştır. Son yıllarda ise, iki veya ikiden fazla devletin dahil olduğu jeopolitik çatışmaları gözlemlemekteyiz.
Avrupalı devletlerin sömürgelerinden çekilmeye başlamalarıyla birlikte gerçekleşen bağımsızlık dönemi sonrasında 1960 ve 70’li yıllarda devlet içi çatışmaların sayısında korkunç bir artış olmuştur. Sovyetler Birliği, Avrupa ve Batı bloğu dışında neredeyse her coğrafyada devlet içi çatışmalar cereyan etmiştir. Birçok ülkede sömürgeci devletlerin kolonilerden geri çekilmesine rağmen, demokratik bir yaşam için gerekli sosyal ve siyasi yapılar oluşturulmamıştır. Bu gibi ülkelerde sıklıkla karşılaşılan durum, tek bir dini veya etnik grubun devlet erkini ele geçirmesiyle birlikte kendi lehine birçok menfaat sağlamasıdır. Bu gruplar kendi lehlerine sağladıkları bu menfaatleri korumak adına ‘resmi’ gücü kullanarak, nüfusun geri kalanına ‘yasal’ ayrımcılıklar uygulama yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda iç savaş ve devlet içi çatışmalar küresel bir olgu haline gelmiştir.
20. yüzyılın başlarından itibaren uluslararası çatışmalar konusunda bazı kısıtlamalar ve kurallar getirmek amacıyla bir takım uluslararası sözleşmeler kanunlaştırılmıştır. Ancak, devletler içerisinde yaşanan çatışmalara müdahaleyle ilgili herhangi bir mekanizma veya uluslararası sözleşme olmayışı ‘uluslararası barış’ olgusuna ulaşılmasında önemli bir engel teşkil etmiştir. Devlet erkini elinde bulunduranlar, devlet içi çatışmaların bir ‘iç sorun’ olduğunu öne sürmekteydiler. Devletlerin egemenlik ilkesi gereği, herhangi bir dış güç veya uluslararası aktör bu gibi ulusal sorunlara müdahale etme yetkisine sahip değildi. Nijerya’da yaşanmış Biafra Savaşı gibi insanlık trajedileri, bu gibi çatışmalarda uluslararası hukuk ve korumanın eksikliğini gün yüzüne çıkarmıştır. 1977 yılında Cenevre Sözleşmesine ek bir protokol yapılarak devlet içi çatışmalarda sivillerin korunması konusu yeniden düzenlenmiştir. Ne yazıktır ki, bu düzenleme çözüm yerine bugün bile devam eden yeni silahlı çatışmalar çağının başlangıcı olmuştur.
***
Devlet içi çatışmaların çözümü çok zor görünmektedir. Bu gibi çatışmaların uzun süreli ve çetrefilli müzakere süreçleri vardır. Çoğunlukla sonuç alıcı müzakereler yerine çatışmaların çözümsüzlüğü ve müzakerelerde yaşanan çıkmaz, her iki tarafı da memnun eden bir uzlaşı haline gelmektedir. Buna mukabil, günümüzde barış süreçleri başarıyla sonuçlanmış devlet içi çatışma sayısı çok azdır. İktidarı veya yönetimi elinde bulunduranlar için en yaygın ve yeğlenir çözüm modeli muhalif grubun teslim olması veya bertaraf edilmesidir.
Barış süreçlerinde tekerrür eden başarısızlıkların nedenlerinin anlaşılabilmesi için dokuz farklı ateşkes ve barış anlaşması incelenmiştir. Bu çalışmalar barış süreçlerinin karmaşık doğasında yer çeşitli yöntemlere ışık tutmaktadır. Barışın yeniden tahsis edilmesine yönelik müzakere öncesi görüşmeler, kapsamlı müzakereler ve anlaşmanın uygulanması olarak üç ‘temel’ aşama belirlenmiştir. Kalıcı ve sürdürülebilir barış için çatışmaya taraf olan gruplar, uluslararası müzakereciler ve ara bulucuların tümü bu temel aşamalardan dikkatlice geçmelidir. Müzakere öncesi görüşmeler evresi taraflar arasında güven artırmak ve kapsamlı müzakerelerin yolunu açmak için esastır. Bu da bizi son safha olan uygulamaya götürecektir.
Tüm tarafların imza koyduğu bir barış anlaşmasının, gerçek bir toplumsal veya toplumlararası uzlaşı getireceğinin garantisi yoktur. Kuzey İrlanda, Sri Lanka, Mindanao ve Kamboçya örneklerinde olduğu gibi uluslararası garantörler gözleminde resmen sonuçlanmış anlaşmalarda bile çatışmalar kısa bir süre sonra yeniden devam etmektedir.
Savaşlar bugün de dünyamızın birçok noktasında yaşanmaya devam etmektedir. Devlet içi çatışmaların sayısı ise korkunç bir şekilde artmıştır. Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişimin insanlık tarihinde toplumsal, ekonomik ve bilimsel değişimin yönünü yeniden belirlediği ve giderek ağ toplumunun ortaya çıktığı çağımızda bile, bu çatışmaların çözümüyle ilgili yasal araçlara henüz sahip değiliz.
***
İlk aşama: Müzakere öncesi görüşmeler
Devlet içi çatışmaların büyük bir kısmında tarafların sayısı ikiden fazladır. Burada yaşanan en önemli zorluk müzakere masasında kimlerin yer alacağı meselesidir. Genellikle, barış süreçlerine dahil olan tarafları ikiye ayırabiliriz. Birincisi, ulusal düzeyde çatışmalara taraf olan gruplardır. İkincisi ise, uluslararası düzeyde taraf olan dış aktörlerdir.
Ulusal düzeyde, hükümet veya devlet erkini elinde bulunduran taraf doğal olarak müzakerelerde yer alacaktır. Bir çatışma yaşandığı zaman, ulusal hükümetin tepkisi barışçıl olabileceği gibi şiddet de içerebilir. Bu tepki hangi yönde olursa olsun, hükümetler devlet içi düzeni ve huzuru sağlamakta yetersiz kaldıkları için yaşananlardan ‘sorumlu’ tutulacaktır.
Çatışmalardaki karşı taraf olan muhalifler ötekileştirilip bir kenara itildikten sonra silahlanmış siyasi bir güç, haklarından mahrum edilmiş bir azınlık grup veya belirli bir siyasi ya da ideolojik amacı olmayan silahlı gruplar olabilir. Muhalifler seslerini duyurabilmek için çeşitli yöntemler seçebilir. Muhalif grupların siyasi talepleri, örgütlülükleri, silahlı gücü, strateji ve bakış açılarının tam olarak anlaşılması çok önemlidir. Birçok devlet içi çatışmada, hükümetler muhalif grupları küçümsemekte ve hafife almaktadır.
Taraflar arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullanılabilecek en önemli özellik asimetridir. Hükümet tarafı muhalif tarafa göre askeri olarak daha güçlü ve meşrudur. Genellikle hükümetler karşı tarafa tanınma, meşruluk ve eşitlik vereceği için muhaliflerin liderini sözcü olarak kabul etmezler. Bununla beraber, bazı devlet içi çatışmalarda her iki tarafın da –silahlı çatışmalara rağmen- iletişime geçtiğini ve toplantılar gerçekleştirdiğini görebiliriz. Tarafların birbirleriyle iletişime geçmesi, müzakere öncesi süreçte çok önemlidir. Müzakere öncesi görüşmelerin, bu iletişim sonrasında ve genellikle her iki tarafın da silahlı mücadeleyi kazanma ihtimallerinin az olduğuna kanaat getirmeleri sonucu, başladığını söyleyebiliriz.
Çok taraflı devlet içi çatışmalarda, bazı grupların müzakere masası dışında bırakılması ayrıca kötü sonuçlara yer açabilir. Taraflardan birini veya birkaçını süreç dışında bırakmak yapıcı olmadığı gibi, varılacak bir anlaşmanın sürdürülebilirliğini ve kalıcılığını da olumsuz etkileyecektir.
Tüm devlet içi çatışmalarda, birden çok uluslararası güç de taraf olarak yer almaktadır. Bazen bu uluslararası tarafların tam olarak rolünün ne olduğunu anlamak zor olsa da, çoğunlukla amaçlarının müzakerelerde denge sağlamak olduğu belirtilmektedir. Bu uluslararası taraflar süreçlerde ‘kolaylaştırıcı’, ‘arabulucu’ veya ‘garantör’ benzeri roller almaktadırlar. Uluslararası taraflar barış süreçlerinde destekleyici bir rol oynayabilecekleri gibi, bazı durumlarda hızlıca çözüme gidilebilecek süreçleri yavaşlatmakta veya zarar vermekte oldukları da görülmektedir.
***
İkinci aşama: Kapsamlı müzakereler
En önemli ve zorlu aşamadır. Kalıcı anlaşmaya varacak başarılı bir barış süreci öncesinde anlaşmazlık ve çatışmaların her yönüyle ele alınması gerekmektedir. Konuşulmayan sorunlar, çözümsüz bırakılan gerginlikler ve karşılanmayan beklentiler peyderpey çoğalıp, zamanla silahlanma yoluna gidilerek şiddet ve çatışmayla sonuçlanmaktadır. Müzakere masasında yer alan tüm taraflar, yaşadıkları ülkede yaşanan çatışmaların sebeplerini, sosyal yapıların neden çöktüğünü ve bunların gerekçelerini tüm boyutlarıyla anlamalıdırlar. Bunun yanı sıra çatışmaya giden yolda bölgesel nedenler de doğru analiz edilmelidir. Devlet içi çatışmaların kökeni genellikle dini, kültürel, etnik, ekonomik ve bölgesel olabilmektedir. Bir ülkenin ‘adil’ olmayan özelliklerinden birisi de coğrafi konumudur. Coğrafi ve siyasi konum tek başına bir ülkede çatışmaya neden olabilmektedir. Sömürgeciler tarafından gelişigüzel çizilen jeopolitik sınırlar, doğal kaynaklar veya ülkenin stratejik konumu olası çatışma nedenleridir. Bir ülkenin ekonomik yapısının zayıf olması, ekonomik politikaların uygulanması, gelir dağılımı ve işsizlik gibi konular da ülkelerde gerginlik ve çatışmalara yol açabilir.
İkinci dünya savaşı sonrasında tüm ülkeler dominant iki blok olan Rusya ve Amerika tarafından bir şekilde etkilenmiştirler. Devlet içi çatışmalara bu ayrım ek bir uluslararası boyut katmıştır çünkü taraflardan birine mutlaka bu iki ülkeden biri tarafından silah yardımı yapılmakta ve/veya siyasi destek verilmekteydi. Fransız antropolog ve tarihçi Alfred Sauvy’in deyimiyle birçok ‘üçüncü dünya ülkesi’, bağımsızlık ve özgürlük arayışı içerisinde kendi topraklarında yüzyıldan fazla süredir çöreklenmiş dış emperyalist güçlere karşı savaş açmıştır. Bu ülkelerin yaşadığı en büyük çelişki, kendilerinden daha büyük bir gücün desteği olmadan hareket edemiyor olmalarıydı. Böylece, bağımsızlık kazanmaya çalışırken bir başka taraftan bağımlı hale gelmiş oluyordular. ‘Bağımsızlık’ sonrası yaşanan hayal kırıklığı birçok ulusal sorunun ana kaynağı olmuştur. Buna ek olarak sömürge idarelerinin, iktidarı sayısal olarak en büyük veya en dominant gruba devretmesiyle ‘iç sömürgecilik’ de denilen bir durum ortaya çıkmıştır. Sömürgeciden kurtulmanın aslında bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik getirmediği anlaşılınca hayal kırıklıkları da ayyuka çıkmıştır.
Bu aşamada tanımlanması gereken en önemli kavram ülkedeki azınlıklar veya toplumların mevcut yapısıdır. Bu gruplar arasındaki ayrımlar dini, kültürel, ekonomik veya etnik olabileceği gibi ilgili gruplar arası güç dengesi de genellikle eşit değildir. Mikro milliyetçiliklerin güçlendiği ve ulus devlet karşısında egemenlik haklarını talep ettiği günümüzde azınlık kavramını tanımlamak oldukça güç görünmektedir. Azınlık, bir ülkede yaşayan ve o ülke nüfusu içerisinde istatistiki bir biçimde ifade edilen, sayıca azlığa işaret eden oransal bir kavram mıdır? Yoksa sosyo-kültürel bir olguya mı işaret eder? Tarihsel bağlamda mı değerlendirilmelidir, yoksa geçmişten kopuk bir tanımlamayı mı içerir?
Müzakerecilerin ilk yapması gereken iş çatışmanın doğasını açığa çıkarmak olacaktır. Sorunun taraflarca dürüstçe ortaya konulması kafa karışıklıklarının ve alakasız konuların konuşulmasının önüne geçecek ve yaşayabilir bir çözümün yolun açacaktır. Bu gibi sorunların doğasında güç paylaşımı, ayrılma ve bağımsızlık istemi, yağma, kimlik çatışması veya daha fazla hak talebi görülebilmektedir. Eğer uzun süreli bir çatışma yaşanmışsa, tarafların en baştaki pozisyonları ile bu noktaya geldikten sonraki talepleri arasındaki farklar da incelenmeli ve de dikkate alınmalıdır.
***
Son aşama: Anlaşmanın uygulanması
Uygulama evresi oldukça kritik bir aşamadır. Tüm temel konular en küçük detayına kadar müzakere edilmiş ve barış anlaşması ustaca yazılmış olsa bile, başarısız bir uygulama verilen tüm emekleri ve harcanan çabaları boşa çıkarabilir. Bu yüzden de bir takım olası engeller önceden belirlenip ortadan kaldırılmalı ve karşı önlemler alınmalıdır. Bu bağlamda başarılı bir uygulamanın ana temelini, halkların desteğini ve güvenini sağlayacak olan şeffaflık oluşturacaktır. Müzakereler süresince vatandaşlar uzlaşılan her konuda bilgilendirilmelidirler. Böylece vatandaşlar hem kendilerini sürecin bir parçası gibi hissedecekler hem de anlaşmanın uygulanması aşamasında nelerle karşılaşacaklarını önceden bilecekleri için bu evrede daha sağduyulu davranacaklardır. Şeffaflığın oluşturulması aşamasında sivil toplum örgütleri ve medya çok önemli bir rol ve sorumluluk üstlenecektir.
Bir diğer önemli konu ise anlaşmaya karşı olan grupların takınacakları siyasi tavırdır. Bu tavır salt tepkisel ve kavgacı olmamalıdır. Üçüncüsü ise bu zorlu süreci yönetebilmek için gerekli olan ekonominin (oldukça yüksek meblağ bütçenin) oluşturulmasıdır. İç çatışma yaşayan devletlerin tek başlarına yeni bir düzen inşa etme için, genellikle, yeterli finansal bütçeleri yoktur. Anlaşma sonrası oluşturulacak yeni kurumlar, ateşkes/çatışma sonrası uygulanacak programlar ve sosyal reformlar için önemli miktarlarda para gerekmektedir. Bu konu anlaşmanın müzakere edildiği aşamada çözümlenmeli, eğer herhangi bir özel, bölgesel veya uluslararası örgütten fon alınacaksa bu da anlaşmanın bir parçası olmalıdır. Anlaşmanın uygulanması için gerekli mali kaynaklar dikkatlice hesaplanmalı ve dengeli bir şekilde ilgili kurumlar arasında dağıtılmalıdır. Çok fazla miktarlarda alınacak uluslararası yardımın hem halka hem de yerel ekonomiye birçok dolaylı ve zarar verici etkisi olacağının da altını çizmemiz gerekmektedir. Sosyal reformlar ve siyasi istikrarın yabancı uzmanlara bağlı olacağı durumlarda, kalıcı ve sürdürülebilir barışın da garantisi olmayacaktır. Savaş sonrası ülkelerin geleceğini böyle bir risk ve tehlikeye atmamaları için, müzakere aşamasında anlaşmanın tüm siyasi, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla uygulanabilmesi için gerekli mali yükü net bir şekilde belirlenmelidir.
Sona bıraktığımız ancak belki de uygulama aşamasını hem çökertebilecek hem de yaşatabilecek bir unsur vardır: savaş ve barışın yaratacağı ‘ticari’ fırsat. Devlet içi çatışmaların birçoğunda, çatışma halinden ekonomik fayda sağlayan grupların varlığı yaygın görülen bir durumdur. Bu bağlamda, ilgili grupların bir anlaşmaya yönelik tutumları ve uygulama aşamasında takınacakları tavır büyük bir öneme sahip olacaktır.
***
Peki ya Kıbrıs?
Kıbrıs adasında yaşanan sorun ve barış süreçleri henüz üçüncü aşamaya geçememiş, yarım asırdan fazla bir süredir ikinci aşama olan kapsamlı müzakereler evresinde takılıp kalmıştır. Son durumu özetleyecek olursak, 2015 yılı Nisan ayında yapılan seçimi Mustafa Akıncı kazanarak, muadili Nicos Anastasiadis ile Kıbrıs barış müzakerelerinin yeniden başlatılmasının yolunu açmıştır. Birleşmiş Milletler (BM) gözetiminde sürdürülen müzakereler, iki yıl boyunca yoğun bir şekilde gerçekleşmiş ve oldukça önemli mesafe kaydederek bizi bir tarihi fırsata daha ulaştırmıştır: Cenevre'de tüm tarafların katılımıyla toplanan Kıbrıs Konferansı. Ancak, 2017 yılı Ocak ayında Cenevre’de yakalanan bu önemli fırsat da heba edilerek tarihe yeni bir başarısız barış süreci olarak not düşülmüştür.
1963 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasında yapılması önerilen değişiklikler nedeniyle başlayan toplumlararası çatışmalar sonrasında, Kıbrıs adası sayısız barış sürecine ve toplamda beş başarısız barış planına tanık olmuştur. 1964 yazında yine Cenevre'de müzakere edilen Acheson Planı, başarısız olan ilk barış planıdır. Bunu Doruk Anlaşmaları (1977-1979), Anglo-Amerikan-Kanada Planı (1978), Ghali Fikirler Dizisi (1992-1994) ve en son olarak da Annan Planı (2004) takip etti. 27 BM özel temsilcisi ve 7 BM genel sekreteri, yarım yüzyıldan fazla bir süredir sonuçsuz kalan Kıbrıs müzakere süreçlerinde görev aldı.
Açıkçası, müzakere süreçlerini bir uzlaşıyla sonuçlandırmak kolay bir iş değildir ve bu Kıbrıs için de geçerlidir. Uzlaşılan çözümün her iki toplum tarafından ayrı ayrı ve eşzamanlı olarak düzenlenecek referandumlarda onaylanması gerekliliği de bu zorluklardan biridir. Referandumun tarihsel bir siyasi meseleye değindiği bu gibi durumlarda, seçmenlerin geçmiş kişisel deneyimleri veya duyguları ile gelecekte toplum veya ülke için en iyi olanı ayırması sanıldığından daha zor olabilir. 2016 yılında, seçmenler Kolombiya'daki referandumda FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ile uzlaşılan barış anlaşmasını reddederken, İngiltere ise bugün hala daha çözmekle uğraştığı Brexit referandumunda Avrupa Birliği'nden ayrılmak lehine oy kullanmıştır.
Barış planının toplumlar tarafından onaylanması ve referandumun başarıyla sonuçlanması durumunda bile, dünyadaki benzer örneklerdeki gibi birçok zorluk yaşanmaya devam edecektir. Tüm yukarıda bahsedilenler nedenler dışında belki de Kıbrıs’a özgü nedenler olarak gelmiş geçmiş iktidarların, nefret suçlarına ve etnik köken kaynaklı şiddete karşı barışçıl siyasi aktivizm geliştirme; her seviyede öğrenci ve öğretmenlere yönelik barış kültürü eğitimi programları tasarlama; toplumlar arasında tarihsel diyalog, uzlaşma ve karşılıklı anlayışı ilerletme; insanları kısıtlamaların ötesinde birbirleriyle işbirliği yapmaya teşvik eden alanlar sağlama gibi mekanizmaları adanın her iki tarafında da kuramamış olmasını gösterebiliriz. Kısacası, adada ‘sınırlı’ bir hareket özgürlüğü ve toplumlar arası temasın olduğu son 15 yıl içerisinde “birlikte yaşama kültürü” oluşturamamış olmamız önemli bir eksikliktir.
Barış anlaşmaları, konuyu yapıcı bir şekilde ele alarak bir çatışmayı sonlandırmayı veya dönüştürmeyi amaçlayan anlaşmalardır. Barış araştırmaları konusunda önemli bir yere sahip olan Johan Galtung'un olumlu barış olarak nitelendirdiği sürdürülebilir barış aslında çatışmaların yapıcı bir şekilde çözümlenebilmesi ve toplumun tamamının ihtiyaçlarına hizmet edebilecek sosyal bir sistem yaratılmasıdır. Kıbrıs adasında bu aşamaya henüz ulaşılmamış olması, asla ulaşılmayacağı anlamına gelmemektedir.
Toplumsal ve toplumlararası barış gruplar arasında eşitliğe inanan, çok kimlikli ve çoğulcu düşünebilen, barış kültürü değerlerini benimsemiş yurttaşlarla mümkün olacaktır. Peki, buna nasıl ulaşılacak sorusunu da 2016 yılı Ekim ayında gerçekleşen başarısız Kolombiya referandumundan hemen sonra yayınlanan Barış Eğitimi Kolektifi manifestosundan bir alıntıyla vererek yazıyı sonlandırmak istiyorum: “Barış bir kişiye veya siyasi partiye ait değildir. Barış her birimizin sorumluluğudur. Barış tek bir renk, kırmızı veya mavi, değildir. Tek bir yüzü, tek bir sözcüsü veya tek bir temsilcisi yoktur. Bir grup lidere ya da kahraman adı verilen kişilere de ait değildir. Barış derken farklılık, çeşitlilik ve özgünlükten bahsediyoruz. Ayrıca barıştan umutla söz ediyoruz ve onu iyimser bir sesle telaffuz ediyoruz, çünkü onu arayışımızı bırakmak istemiyoruz. Bizi gerçekten birleştiren şey ütopik barış arzumuzdur. Geçmişin zorlu parçalarını geleceğinkilerle örerek farklı bir tarih inşa etme olasılığımızdır.”