Sayıklamalar
Sayıklamalar
Ceren Boğaç
[email protected]
‘Veda' üzerine…
Saydım. Bir veda tam 14 satıra sığarmış, ‘sevgiyle kal’ kısmı hariç. Sustum. Bir kalbi duymak için geçen 28 saatlik sessizliğin sonu hiç bir şarkıya çıkmazmış. Öğrendim. Her noktanın altına koyduğum virgüller anlatmak istediğim hiç bir şeyi kurtarmaya yetmezmiş. Gördüm. Ayrılığın her bir yüzünden kaçırdığım gözlerim, bir damla akıtmak için yüzlerce buzdan ayna yaptırmış. Anladım. Hayatın içinden değil, hayat benim içimden akıp gider sanırken, Akdeniz’in asla karaya vurmayacak bir dalgasına sakladığım yanım, hiç kimsenin okyanusuna varamamış. Sayamadım. 14 satırlık vedanın fırtınaya çarpan, gözyaşlarına bölen, ayda tutulan, cehennemin 9 katından 900 bin kez geçen el titreyişleri, hiç bir depremin sarsamayacağı kristal bir deniz fenerini yerle bir edebilecek kadar güçlüymüş. Susamadım. Ruhumda kayan her bir yıldız için, en gürültülü vuruşuyla kabullenişimin, kalbin için özürmüş dilediğim. Öğrenemedim. Anlaşılmak için geriye çekilen her ağrım, fırtınadan korunmak için değil fırtınayı içine hapsetmek için ördüğü her bir taşa beni çarpmış. Göremedim. Ben olduğum için af dilediğim kendim, her yaktığım ateşin gölgesinde saklanıp benimle hep körebe oynamış. Anlayamadım. Fırtınanın ortası olan gözlerin rengi, bir yaşamda hiç bitmeyecek bir vedanın adıymış.
Ve ben daha çok duymak için, hep susacağım… Suskunluğumu duyan var; biliyorum.
‘Bitmek’ üzerine…
Hayat katmanlarının en sıcağından akan su, kaynağından bir kez dışarıya çıkarsa, tül gibi akarak geçer asma bahçelerinin üzerinden ve şarabı küle döndürür. Yaprak yaprak yırtılırken ay, ince bir iplik diker siyahı içeriye -bir umut nur sızmasın diye- ve kül yangını söndürür. Bir solukta yaşanan her aşk, bir ömürde öldürür… İçi boşalır yalnızlıkların, içi çekilir kışın, hiç bir öpüşün soluğu yetmez yeniden üflemeye yaşamı. Dudağının ucunda ufalanır gider sözsüz kaldıkların. Bir gölgeye vuran hiç bir tenin yoktur artık ona dönecek bir yanı. O yan; kurşunun ucunda, özleme düşmüş başını biraz yukarıya kaldırsa, ateşlenecek… ateşlenecek! Az kaldı, bir dalga alev daha vurduğunda iç çekişine, kül altında kalmış tüm o yollardan geriye dönmeyi bekleyen o yanın da ölecek- ve bitecek!
Acının ömrü bile aşkla biçilir. Her bitişin ardından kalkan cenazede giymek için hep yeni bir ten seçilir.
‘Gitmek' üzerine…
İkinin tüm katlarını söküyorum kışın takviminden! Tek sayılar kalıyor kendinden başkasına bölünemeyen. İçimin tüm yatak çarşaflarını değiştirip; gerçeğe yıkanıyorum. Sahra soluğunda bana uzanan hakikat suyundan aldığım yudumla boğazım buz kesiyor, ciğerlerime kar ayazını dolduruyorum. Cenazem omzumda, ölü toprağı damarlarımda, tabutumun içinden kanımı çekip kalbime akıtıyorum. Olmuyor. Sahteliğin kabuk kabuk örüldüğü hiç bir hücremde, korkularımın en sivri köşeleriyle lime lime doğranarak pıhtılaşmış lal renkli öz suyum işe yaramıyor artık. İçimdeki deliklerin en tekinsiz yerlerine iniyorum. Acım hiç geçmesin diye, bağışla-n-maya direniyorum. Kahkahaların gürültülü yalnızlığında doğumlar kutlarken, Aralık’ın siyah gecelerine kendimi gömüyorum. Sanki yeterince derine itersem, yırtıp çıkartacakmışım gibi kendimi; ten geriliyor… geriliyor; delinmiyor yine de ne kadar çok itsem. İnsanın kendini yırtıp içinden çıkması kolay değil; kordan inşa sığınağa kaçmak isteyen her yanımı tekrar tekrar ipe çekiyorum! Kayıp zamanlarımın hiçbir inkârını affedemem artık. Okyanusun üzerinde uçarken ölen bir kuş gibi, ne yeşil ne de mavi bir dalgaya çakılıyorum. Cesedim kıyıda çözülse bile, içimde biriktirdiklerim yüz yıl daha kaya gibi duracak. Ve o kaya ancak rüzgârın sabrıyla aşınacak. Ne bir fersah ileriye ne de geriye, kendime yürümek istiyorum…
Yolun başında bir an düşünmedim de, sonundan döndüm. Bin kez ölmem gerekirken, bir kez öldüm-
‘Kendim’ üzerine… (üstelik de kimsenin anlamadığı kendi süslü cümlelerimle!)
Ruhum, korkma; bağ bozulur şarap olur, ben seni eskitmeye bıraktım. Üzerine asılmış öteki yaşamları ayıkladım çekirdeğinden, meşe bir fıçıya kapattım. Bizim davamız ikimizin arasında; sahte derilerin tüm katmanlarını içimizden kazıdım. Canın canı ufalandı, içine döküldü; soyunmuşluğuna sardığın yalanı, ince bir poyraz nefesinde buluta dağıttım. Tek başınalığın incelikli nurundan öptüm seni. Yine de bir nefeste bin yaşama üflediklerini geriye alamadım. Affet-
Ruhum, sessiz kalma; su çekilir tuz olur, ben yaşımı buhara bıraktım. Sarsın bir içki şişesinden ayıklanmaz hayatın anlamı, bir limon kabuğunda ölümü dişledim. Kaybolmanın ipince eleğinden süzdüm kalbimi; tedirginlik tortusunu parmağımdan akıttım. Parmaklarım; kaç denizde liman kıyımlarım benim… Titrediği zamanlarda onlarca ömrün altında kaldım. Yıllanmışlığımın bukesi dilinin ucunda şimdi; tekinsiz bir şey Tanrı/Aşık olmak.
Hangi dilinden öpsem yaşamı; hiç bir sözüm anlaşılmıyor-
‘Hatırlamak’ üzerine…
Ölümü unutmak hayatı unutmaktır; öyleyse hatırla! Zaman gizinin ortasından geçen, kalbinin şeklini tekrar tekrar değiştiren, nefesin sözcük uçlarında buğuya karıştığı, bilinmezlik lisanında dövünülen, tüm o ağıtları hatırla… Aynı aynı bin kadından bir kadına dönüşen, bir tende bin yüzün tattığı o plastik dudakların içine akıttığı, intiharı- hatırla! Kaldığım tüm zamanların kışını, her defasında kendi vaftizinde boğulan aşkı hatırla… Çünkü ölümü unutmak herşeyi unutmaktır! Ruhun kırılan pusulasında, dönüp dönüp kaybolduğun coğrafya, sarıldıkça üşüten yatağın sol yanıdır. Sabah ezanıyla çan sesi arasından okyanuslar geçer ve dağlar yürür dilinin ucuna kocan serçenin sinesine. Kokusuz sabahlara aralanmaz hücrelerin; birer birer dökülürler yaşamadığın hayatından. Çektiğin acıdan tanırsın kendini en çok – kırılgan anlamların gurur şatolarındır; bir ejder nefesi gerekir talana! Mutsuzluk, anlatamadığın duyguların en bıçkın olanı; kıyar zamanı pişmanlık tezgâhında. Ölümü unutmak kendini unutmaktır; öyleyse hatırla! Hafızasız anılar koridorunda, aklını tekrar tekrar bileyen, dokunuşunun cümle aralarında kavgalardan geçtiği, yazmaların ucuna atılan tüm o düğümleri hatırla… Ki bir daha ölümün aynı olmasın!
Dillendiğin acılardan kalk ve gecenin nemiyle demlenmiş bir gün-doğumda dinlen artık!
‘Yalan’ üzerine…
Kaçtığın yolları zorlama boşuna; en içine saklansan da ‘o’ bedenin, yalanın dışına çıkılmıyor!
Aklım; bu kuyunun dibinde sen, her seferinde verdiğin sözlerde mi kırılacaksın? Gece tüten korkular yaşamını yalnızlığından tanır. Şarabına eşlik eden badem kıracağıyla korkuları ezmek zor; acılar senin hiç anlaşılmayan yanından büyür. Tutunduğun bir tutam iplik, sen kalbini ipek kozasına sarmaya çalışsan da, avuçlarından sökülür. Bir yalan en çok sevilmemiş çocuk tarafından büyür-
Çavdar küfüne bulanmış akıl; bağışlanmak için sen, her seferinde dirilttiğin o kadında mı avunacaksın? Gölgemde dağılan bir Mandragora aksidir ayın vurduğu; hiç bir gel-git bulduramaz yolunu. Kadın-otunu sen çekip çıkarmaya çalıştıkça, çığlıklarının en derinine gömülür… Ve kadim lisanını okursun sandığın kalbin kullanma kılavuzu, aldanır ihanetin cehennem ikizine, yüksele yüksele, sözlerinde boğulur-
Şimdi artık sol yarım’ım, ince bir yara bandı ile sonsuz kesiğimin acısını emiyor…
Ve baktıkça ufuk çizgisine, (çok şükür) dalgalar küçülüyor…
‘Özlem’ üzerine…
Günlerdir sen geleceksin diye aynı bakışı giyindim. Bir nur’a sığdırdım korkularımı; bizi bölen camsözlerin buğusuna üfledim. Hayatı araladım bir solukluk nefes sızsın içeri; en derininden ıslandım kalbimin. Yine de ilaçlarını alıp uyuduğun zamanların sessizliğini ömrümden onaramadım.
Günlerdir sen geleceksin diye aynı yanında durdum zamanın. Aklım yırtıldı ruhunun buz kristallerinden, gülüşümü diktim dökülen anılarımızdan. Körebe oynadım içimin ağrısıyla, binlerce kez düşüp durdum özlem uçurumundan. Gölgesi üzerimde büyürken, ağırlığını canımdan çektim inadının. Dilinin yalman kayalıklarında, sustuğumuz her anın ecelinden öldüm… Yine de senin olmadığın bir ömrü yaşayamadım.
Ve kaçıncı ihtimali asıldı aramıza ayrılığın?
Ve kaçıncı cemresi incilendi kavuşmamızın?
Sen benim başka bir suretteki ölümsüzlüğümsün…
Artık ben, beklediğim zamanlarda gelsen, ne yaparım bilmiyorum-
‘Yas’ üzerine…
İçimin deli seslerini dinliyorum… cinler ağıdının son maçı oynanıyor çaresizliğimizin kıyısında.
Kırılan bavulunda bir şehri üzerimize gömdüğün kadar bir andır bu yaşadığımız olsa olsa. Yaz bitti. İlk yaz da, son yaz da.. Artık önümüz yok yaz-
Sahi.. yarından korkanların, bugüne dair yaşadıkları acılar gerçekten var mı? Ölüm; nakışını bakışlarımıza işlerken, bu çaresizlik karşısında, hala güçlü hissettirir mi gurur katmanları? İşte böylece, bir sabah uyandığımızda, hayat; dünyanın en büyük cenazesini içimizden çekip kaldırdı! Biz gözyaşlarımızı değil, onlar bizi ağladı…
Söyle, bu son ölüm mü? Senin bir kapı aralığında, ihanetinin yanından çıkıp gelen ellerine tüm mağrurluğunu döktüğün, onun ise bir uçurum dalında dudaklarını bıraktığın yalanına inandığı da inandığı kangren günlerinde, her tin baltalarla doğranmadı mı? Kurşunların ucunda inat, deşip deşip dilimizi, boğazın yongasını kalbimizin üzerine yığmadı mı? Ölümsüz mü sanmıştık kendimizi, birbirimizden ayrı ayrı ve mutlu düşünürken… Oysa şimdi, arzın merkezine ellerimizden boşalan toprakla, öldürdüğümüz her duygunun katilini kadim sayfalara gömüyoruz. Ruhun terazisi ipekten ince, öyle hassas ölçer; bir tüy düşse affetmez, ömür ters devrilse üzerine, ayarı bükülmezken, ‘son kırdığın gün, son üzdüğün gün’ diye, mezar taşını çakıyoruz.
Şimdi sen sussan da, bin boğa ağlar bir ceylanın çarpan kalbinde…
Ve unutulmaz hiç bir şey; sadece yokmuş gibi davranmaya alışırız… o kadar-