Şebinkarahisarlı Fatma Hanım-2
Şebinkarahisarlı Fatma Hanım-2
Stella Aciman
Yoanna’nın ölümü, kızı Brana’yı çok derinden etkilemişti. Derinden etkilenen bir diğer kişi ise Fatma Hanım’dı. Attığı her adımda, yaptığı her yemekte, içtiği her kahvenin yudumunda Yoanna’yı hatırlıyor ve üzülüyordu. Brana, ablası Anita’nın, “sen bu evde yalnız kalamazsın, nişanlın askerden dönene ve evleninceye kadar benim yanımda kalacaksın” sözlerine boyun eğerek gitmişti. İş çıkışlarında Fatma Hanım’a uğruyor ve ablasının evinde ne kadar mutsuz ve huzursuz olduğunu anlatıyordu. Nişanlısı Albert’in askerden izinli geldiği bir gün Brana, onunla buluşmuş ve Markiz Pastanesi’nde çay içmeye gitmişti. Ablasının evine döndüğünde eniştesinin aşırı tepkisiyle karşılaşmıştı. “Bir daha nişanlı buluşamazsın, ta ki evlenene kadar!” diye bağıran enişte Corco, okkalı bir de tokat atmıştı Brana’ya. Bardağı taşıran son damlaydı bu tokat.
Brana o akşam, Cihangir’de oturan ablasının evinden gözünde yaşlarla, üzerinde ince bir ceket, yalınayak kendini sokağa attı. Yağmurun damlalarını olanca hızıyla yere bıraktığı, soğuğun bedenini çimdiklediği, gecenin sessiz karanlığında Beyoğlu’nun arka sokaklarında koşuyordu Brana… Annesinin acısı, yalnızlığının hüznü ile beraber.
“Halil… Biri pencereyi tıklatıyor, kim ola ki, bir bakıver oğlum” dedi Fatma Hanım.
Perdeyi aralayan Halil, buğulanmış camı eliyle sildikten sonra, gecenin karanlığında yüzünü cama yapıştırmış siluetin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Parke taşların açtığı yaralar…
“Aman Allah’ım… Bu Brana!” diye bağıran Halil’in sesindeki telaştan korkan Fatma Hanım hemen oturduğu koltuktan fırladı ve kapıya doğru koşar adımlarla gitti. Mutfaktan elinde çay tepsisiyle gelen Zehra, “ne oluyor, Halil?” diye heyecanla sorarken, çay tepsisini masaya bırakıp kayınvalidesinin ardından kapıya koşuyor. Koca demir kapıyı açan Halil’in kucağına düşüyor Brana. Halil güçlü kollarıyla, yağmurdan sırılsıklam olmuş, sarı saçlarından sular akan Brana’yı kavrıyor, hemen eve sokuyor ve salondaki divana yatırıyor. “Hemen havlu getirin, çok ıslanmış, kurulayalım” diye bağırıyor karısına Halil. Fatma Hanım, “hey Allah’ım, ne oldu bu çocuğa, gece vakti sokaklara düşmüş” diye şaşkın ve üzüntülü söyleniyor, diğer taraftan da Brana’nın üzerini çıkarmaya çalışıyor. O an da gözleri Brana’nın ayaklarına takılıyor ve “aman Allah’ım, ne oldu kızım sana?” diye feryadı basıyor. Halil ve Zehra gözlerini Brana’nın ayaklarına çeviriyor. Brana’nın çıplak ayaklarından akan kanlar kanepenin üzerinde serilmiş olan beyaz örtüye giderek yayılıyor. Beyoğlu’nun parke taşları derin yaralar açmış Brana’nın çıplak ayaklarında. “Koş Halil, karşı apartmandaki Doktor Artin’i uyandır, tut kolundan getir” diye bağırıyor. Halil hemen fırlıyor… Biraz sonra kalın çizgili pijamasının üzerine pardösüsünü giymiş, elinde siyah küçük çantası ile Doktor Artin giriyor kapıdan.
Ne oloor ka Fatma Hanım? diye soran Ermeni doktor uykulu gözlerle kanepede yatan ve hüngür hüngür ağlayan Brana’ya bakıyor ve hemen onun yanına çöküyor. Çantasından çıkardığı enjektöre ilacı çekerken, “önce bir sakinleştirici yapalım…” diyor ve iğneyi Brana’nın kalçasına salıyor. Biraz sonra ilaç etkisini göstermeye başlıyor, Brana’ın hıçkırıkları yavaşlıyor. Doktor, Brana’nın ayaklarını temizliyor ve derin yarıklara pansuman yaparak sarıyor. “Yarın hastaneye gelin, tetanos yapalım” diyor. Üzeri değiştirilen, ilacın verdiği etkiyle rahatlayan Brana derin bir uykuya dalıyor. Doktoru gönderen Fatma Hanım, “hadi sizler de yatın, ben Brana’nın yanındayım” diyerek ev ahalisini odalarına gönderiyor ve koltuğa oturuyor.
“Ben artık ablama gitmem Fatma Hanım, evimde oturmak istiyorum, benimle kalır mısın?” Bu cümle,
sabah gözlerini açan Brana’nın, yanındaki koltukta uyuklayan Fatma Hanım’a söylediği ilk sözlerdi.
Yoanna’nın ölümünden sonra uzun süre kapalı kalan ama Fatma Hanım’ın her hafta temizlediği eve Cuma günü hep birlikte girmişler, öncelikle onun eşyalarını toparlamışlardı. “Köşedeki camiye götürürüm giyimleri, fakir fukara sebeplenir, sevaptır kızım” demişti Fatma Hanım, Brana’nın annesinin yastığını koklarken gördüğü görüntüsüne bakarken. O akşam yemekleri Fatma Hanım hazırlamış ve yaşarken Yoanna’nın her Cuma günü yaktığı Şabat mumlarını o yakmış, Brana’ya da duasını ettirmişti.
Fatma, Ester, Albert, Brana, Halil vs…
Kısa bir zaman sonra askerliğini bitiren Albert ile Brana, Neve-Şalom Sinagoğu’nda evlendiler. O törende en ön sırada iki geliniyle beraber oturan Fatma Hanım kızı gibi bellediği Brana’nın mutluluğunu buğulu gözlerle izliyor ve “keşke Yoanna da bu günü görebilseydi” diye düşünüyordu.
Brana’nın kayınvalidesi ve kayınpederi de Fatma Hanım’ı ve ailesini benimsemişlerdi. Zengin bir aileydiler… Sultanhamam’ın en büyük kumaş tüccarlarından biriydi Albert’in babası. “Fakir babası” derlerdi ona. Bukis Apartmanına her hafta Balık Pazarı’ndan alınan çeşitli yiyecekler paketler halinde gelirdi. Önce alt kata Halil’lere, sonra üst kata Brana’lara. Ayvalık’tan gelen tenekeler içindeki zeytinyağları, zeytinler üç eve dağılırdı. Brana, Fatma Hanım ve Şeref’in evlerine… Kayınpeder David, her Kurban Bayramı’nda Fatma Hanım için bir kurban keserdi. Bayramlarda herkese kumaşlar gelirdi dükkândan. Kimisini Fatma Hanım, kimisini de Madam Evo dikerdi.
1949 yılında Brana’nın ilk çocuğu David doğunca artık Fatma Hanım evine gidemez olmuştu. Evde bir yardımcı olmasına rağmen, Brana çocuğunu Fatma Hanım’dan başkasına emanet etmezdi.
O yıllarda yaşadı ikinci büyük acısını Fatma Hanım… Oğlu Halil’i, ani gelen bir kalp krizi sonucu, gencecik toprağa verdi. Üç küçük kız çocuğu babasız, gelini Zehra ise genç yaşında dul kalmıştı. Fatma Hanım yine acısını içine gömdü ve ailesini ayakta tutmak için çabaladı, durdu. Onu acılarından uzaklaştıran ise Brana’nın henüz doğan kızı Ester’di. Yoanna’yı kaybettiği İtalyan Hastanesi’ne yıllar sonra girdiğinde hüzünle sevinci bir arada yaşıyordu. Küçük kızı kucağına koydukları anda, “aman Allah’ım, bu kız aynı Yoanna!” demişti yüzündeki görülesi şaşkınlıkla. Ester’le aralarındaki derin bağ işte o anda başlamıştı. Bu küçük kız Fatma Hanım’ın öz torunlarının bile ötesine geçecekti zaman içinde.
6 Eylül Olayları
Artık Bukis Apartmanı aileye dar gelmeye başlamıştı. Kayınpeder David, oğluna Şişli’de bir daire almış ve oraya taşınmalarını istemişti. Brana, “sen gelirsen giderim” demişti Fatma Hanım’a. Artık Fatma Hanım Beyoğlu ve Şişli arasında gidip geliyordu. Yine bir Beyoğlu’na gidiş gününde küçük oğlu Şeref ile Taksim Meydanı’nda buluşan Fatma Hanım, bir ağızdan bağıran, oldukça kalabalık bir grubun arasında kaldı. Oğlu Şeref’e “oğlum, neler oluyor, niye toplanmış bu kalabalık?” diye sordu merakla. Şeref de şaşkınlıkla etrafına bakıyor, öfkeli kalabalığın arasından bir an önce sıyrılmak istiyordu. Anasını, “Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır” diye çılgınca bağıran, yüzlerine şiddet sinmiş, ağızlarından tükürükler saçan insan selinin arasından ara sokağa iteleyen Şeref, “ana, oyalanmayalım, ortalık fena karışacak gibi. Bir an önce eve gidelim” dedi. Yıl 1955… Gün 6 Eylül’dü!
Fatma Hanım yıllar sonra o günü ve gecesini Ester’e şu sözlerle anlatacaktı; “İstanbul, İstanbul olalı böylesine bir yıkım ve yağma görmemişti. O gece apartmandaki Rumları nasıl koruyacağımızı bilemedik. Hele o yüzlerde gördüğüm korkuyu, çaresizliği hiç unutmadım. Şeref Amcan, ‘Kıbrıs’ta soydaşlarımızı katlediyorlarmış, Selanik’te, Atatürk’ün evini bombalamışlar…’ diye anlatmıştı. Kime üzüleceğimi şaşırmıştım. Soydaşlarımın öldürülmesine mi, yoksa yıllarımızı birlikte geçirdiğimiz, bir gün birbirimize kötü söz söylemediğimiz, iyi ve kötü günleri paylaştığımız Rum, Ermeni, Yahudi dostlarımın o anki can korkularına mı yanayım bilemedim. Hele ertesi gün Şeref Beyoğlu’nun halini anlatınca yüreğim daha da bir ezildi. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı zaten… Gayrımüslümler içlerine kapanır oldular, o korkuyu asla içlerinden atamadılar.”
Ay yüzlü ve Sağır
1942 yılında yine gayrimüslümleri hedef alan Varlık Vergisi günlerini de hiç unutamamıştı Fatma Hanım. Brana’nın yakın arkadaşı Ernesta’nın babası, ödeyemediği verginin bedelini Aşkale’de taş kırarak ödemiş, döndükten kısa bir süre önce zatürreeden ölmüştü. Brana ona, “kayınpederim Sultanhamam’daki dükkânını o zaman satmış ve vergisini ödeyebilmiş” demişti. “Ah o sağır yok mu o sağır?” diye söylenirdi o günler aklına geldikçe. İnönü’yü suçlu bulurdu olanlardan. O yüzden 1955 seçimlerinde Brana’ya, “sandığa beni de götüreceksin” demişti. Seçim günü geldiğinde sabahın erken bir saatinde herkesten önce kalkmış, hazırlanmış ve ev halkını bekler olmuştu. O gün ilk ve son oyunu, “ay yüzlüm” diye tanımladığı Adnan Menderes’e vermişti, tüm gayrimüslümler gibi.
27 Mayıs 1960 gecesi, Albert’in arkadaşı Leon’un telefonuyla uyandıklarında artık Nişantaşı’nda oturuyorlardı. İhtilalı haber veriyordu Leon… Ailece çok üzülmüşlerdi, “yine sağır gelecek, bakalım bu defa başımıza ne işler açacak” diye söyleniyordu Fatma Hanım. Artık her akşam saat sekizde radyodan verilen Yassıada Duruşmaları dinleniyordu. Fatma Hanım koltuğa oturuyor ve Ester’e, “hadi kızım vakit geldi, açıver radyoyu” diyordu. Ester de kanepenin bir ucuna ilişiyor; annesi, babası ve Fatma Hanım’dan oluşan üçlünün konuşmalarına kulak kesiliyordu. Annesi, “ah… O Bayar yok mu, başını o yaktı Menderes’in, can vermeyecek…” diyor, babası “yine el sodro* gelecek başımıza” diyordu. Fatma Hanım ise radyodan, Menderes’in yargılandığı don, köpek davası gibi davaları duyuyor, hüzünlendikçe hüzünleniyordu.
18 Eylül 1961… “ Fatma Teyze, Fatma Teyze... Bak, bak gazetede ne var?” Ester, babasının getirdiği Akşam gazetesini elinde sallayarak annesiyle salonda oturan, sohbet eden Fatma teyzesinin yanına koşarak geldi. Siyah beyaz basılmış gazetenin baş sayfasını Fatma Hanım’ın gözünün içine sokmaya çalışıyor, işaret parmağıyla ortadaki fotoğrafı işaret ediyordu. Bakışlarını, Brana’dan ayıran Fatma Hanım küçük kızın ısrarla göstermeye çalıştığı gazeteye çevirdi. Gördüğü fotoğraf karşısında yumuk gözleri aniden açıldı, gözbebekleri irileşti, içinden alevler fışkırmaya başladı ve dudaklarının arasından yavaşça iki cümle döküldü.
“ Aman Allahım... Katiller... Elleriniz kırılsın inşallah!”
Fatma Hanım’ın gözlerinden düşen iri damlalar, yanaklarındaki derin çizgilerin arasından süzülerek, titreyen ellerinin arasında tuttuğu gazetenin üzerindeki resim karesinin içine işliyor ve o yüreğini dağlayan siyah beyaz resim giderek daha da kararıyordu.
Başına taktığı yemeninin ucuyla gözyaşlarını silen Fatma Hanım elindeki gazeteyi sehpanın üzerine koydu. Oturduğu koltuğa sıkıca yapışan bedenini zorlayarak ayağa kalktı, göğsünden yükselen derin soluğu odaya hâkim olan ağır havaya karıştırdı ve ardında koyu bir sessizlik bırakarak ayaklarını sürüye sürüye salondan çıktı. Adnan Menderes idam edilmişti!
Bukis oldu Bozoğlu…
İsmet İnönü’nün yeniden iktidara gelmesi ve Kıbrıs olaylarının başlaması, gayrimüslümlerin korkularını da yeniden körüklemişti. Özellikle Rumlar çok tedirgindi ki, bu korkuları da yersiz değildi. İnönü Hükümeti yine, yıllarca Türkiye’de yaşamış, ev bark sahibi olmuş Yunan tebaalı Rumları koz olarak kullanacaktı. “Eşyalarınızı, evinizi, tüm taşınmazlarınızı bırakın, yanınıza bir bavul ve üç kuruşla Yunanistan’a gidin” diyorlardı, genç, yaşlı, çocuk, hasta demeden. Gidenler arasında Bukis Apartmanının sahibi Madam Vangelyo ve kocası da vardı. Fatma Hanım onları gözyaşları içinde ailesiyle beraber Galata Rıhtımı’ndan uğurlamışlardı. Madam Vangelyo, “Apartman sizlere emanet” demişti. Zehra yıllarca kızlarıyla orada oturmuştu. Apartmanı devletin tayin ettiği bir avukat yönetiyordu. Katlarda oturan diğer Rum ve Ermeni kiracılar da “artık bu memlekette bize yer yok!” diyerek çeşitli ülkelere göç etmişti. Yıllar sonra Bukis Apartmanını Sinop’lu bir aile satın aldı ve ilk iş olarak adını değişti… Bozoğlu Apartmanı!
Fatma Hanım, Brana’ların yanından ayrıldığında seksen yaşındaydı. Oğlu Şeref’in yanına Çayırova’ya yerleşti. Ne o Ester’den uzak kalabildi, ne de Ester ondan… Her birliktelikleri Fatma Hanım’ın anılarıyla yoğruldu. O, Ester’ın omzuna yaslandığı ilk dostuydu.
Fatma Hanım ömründe hiç hasta olmadı ve hiç doktora gitmedi. Bir gece yattı, sabahleyin uyanmadı. Gebze Mezarlığı bir daha öylesine kozmopolit bir cenaze töreni görmedi… Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si Kürt’ü ve Türk’ü ile… Bir hoş sedaydı Fatma Hanım.
-bitti-