Seçme, Seçilme, Seçimler Derken…
Seçme, Seçilme, Seçimler Derken…
Zehra Nalbantoğlu
Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür... Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür... Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür... Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür... Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür... Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür... Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.
Mahatma Gandhi
Nerede başlıyordu faşizm?... Faşizm insanlar arasındaki ilşkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...
Ingeborg Bachmann
Ada’nın yarısının 28 Temmuz’a endekslendiği bu zaman diliminde, milletin vekillerini seçecek ya da seçmeyecek olan her birimiz bu tarihi öncesi, bu tarih ve sonrası diye üçe ayırıp şöyle bir tur atarsak etrafında ve dönüp dolaşıp nereye varacağımıza hep birlikte daireyi tamamladıktan sonra baksak ne çıkar ki karşımıza?
Groundhog Day (“Bugün Aslında Dündü” ya da “Yarın Aslında Dündü” diye Türkçeye çevrilmiş) filmini seyrettiniz mi bilmiyorum. Bu film, bir insanın hayatının dönüp dolaşıp her Allah’ın günü başına ayni şeylerin geldiği bir senaryo üzerinden kurgulanmıştır. Ana karakter aynı radyo programıyla uyanır, gün boyunca çeşitli kişilere ayni cümleleri kurar, aynı saatlerde aynı çukura düşer ve her gece o kızdan aynı tokadı yer ve ertesi gün yine aynı şekilde ve aynı olaylarla hayatına devam eder. Tabi bu kısır döngüye dönen hayatından öyle sıkılmıştır ki ne yaparsa yapsın, buna intihar etmek de dahil, hayatı bir değişime ya da bir dönüşüme uğramaz, ta ki ona farklı sonuçlar verdirtecek, kasaba halkının da sevgi, saygı ve takdirini kazandırtacak yeni adımlar atmasına kadar. Bu adımlar günü ayni gün olmaktan çıkartıp ertesi gün oldurtacak kadar birikir. Daha doğrusu ana karakter biriken doğrularıyla günün ertesi gün olmasını oldurtmayı başarır.
Şimdi bu filmin Ada’nın kuzeyinde olacak seçimlerle nasıl bir bağlantısı var diye sorarsak benzer ya da ayni cümle, düşünce, hareket ve davranışlarla hangi çukura düşeceğimizi ve de hangi tokadı yiyeceğimizi, nasıl bir kısır döngü mutsuzluklar içinde hapsolacağımızı ezberlemişken, marazi bir topluma dönüşmüş ve topluca depresyona girmiş, peyder pey intihara teşebbüs etmişken daha ne olmasını beklemekteyiz? Evet, pasif bir bekleyişin en çarpıcı örneklerinden olan Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” eseri sanırım bekleyişin ne işe yarayacağını ya da yaramayacağını fazlasıyla betimleyip bize anlatmaktadır. Tabi ki Ada’nın 28 Temmuz öncesi bir paragrafta özetlenemeyecek kadar psikolojik, travmatik, sosyolojik, varoluşsal katmanlardan oluşmakta…Gelelim 28 Temmuz’a…28 Temmuz da sonuçta bir sürü sınavdan bir tanesi ve sınavda nasıl bir performans göstereceğimiz sınav öncesi ev ödevimize ne kadar çalıştığımız, hazırlandığımız ve çalıştıklarımızdan ne kadar öğrendiğimizle doğru orantılıdır. Bu Temmuz sıcağında mutlaka terleyeceğizdir; sınava giren de girmeyen de ve kimisi alın teriyle, kimisi kopya çekerek, kimisi soruları önceden öğrenmiş ve ona göre hazırlanmış olmanın rahatlığıyla terleyerek, şu ya da bu şekilde sınava girip çıkacağız. Sınav sonuçları açıklandığında da aynen öğrenci psikolojisiyle hareket edip kimimiz hak ettiğimizi aldık diyeceğiz, kimimiz hoca objetktif okumadı kağıtları, taraf tuttu, eksik not aldık diyecek bir başkası, bir başkası itiraz edecek bir diğeri bilecektir ki soruları önceden satın aldı vb.vb…
Gelelim 28 Temmuz sonrasına. Sonuç ne olursa olsun ertesi gün mucize olmayacaktır. Yani, nasıl bir seçim çıkarsa çıksın sandıktan kimin kazandığını kimin kaybettiğini seçenin de seçilenin de her birimizin zaman içinde atacağı adımlardan duruş ya da duruşsuzluklarından anlayabileceğiz. Milletin vekili seçilenler gerçekten milletin vekili olmaya soyunacaklar mıdır? Milletin vekillerini seçenler ve de seçmeyenler, açıl susam açıl sandıktan sonra da seçilen politikacıları denetleyecek ve de etkileyecek midir? Demokrasinin sandığa gidip oy vermekten ibaret olmadığını, her zaman için sandık öncesi ve sandık sonrası olduğunu, ve demokrasinin en başta evde, aile ilişkilerinde, işyerinde ve iş ilişkilerinde, günlük hayatımızın her alanından çıkıp meclise doğru öyle yol aldığını bilmeli, hatırlamalı ve hatırlatmalıyız birbirimize.
İranlı insan hakları savunucusu ve İran’ın ilk kadın yargıcı olan Şirin Ebadi’nin 30 Mayıs 2013’de Milliyet gazetesinde yayınlanan bir röportajından şu cümleleri bu yazıda paylaşmak isterim: “Demokrasi çoğunluğun egemenliği değildir. Pek çok diktatörün çoğunluğun oylarıyla iktidara geldiğini hatırlatmak isterim. Mesela Hitler. Bana göre demokrasi bir çerçeve ve seçimleri kazanan çoğunluk ancak o çerçeve içinde hareket edebilir. Çerçeveyi de insan hakları kriterleriyle çizebiliriz. Hükümetler meşruiyetlerini sadece oy sandıklarından almıyorlar; o sandıkla ve insan haklarının birleşmesinden alıyorlar.”
Evet, bu yazı, Groundhog Day filmindeki gibi hayatımızı kısır döngüsünden çıkarıp ertesi güne dönüştürmeyi teker teker ve birlikte yapabileceğimiz noktasında bir parantez. Parantezin arkasından gelecek cümleyi öznesi, fiili, nesnesiyle demokratikleştirebilme çabası gösterebileceklerle devam ederek, söz eylemdir diyen ve sözümüzden ve eylemimizden sorumluyuz diyenlerle devam etmekten başka bir çare var mıdır? Gönüllü olanlar ve seçilen seçilmeyen gönüllülerle kolları sıvayıp önce dereye sonra da yüz fırın ekmek yemek, pişmek, pişirmek ve pişirilenleri sunmak için de hayat fırınına gitmeliyiz...