Şehrim Bir Duvarla Bölündü
Lefkoşa’nın bağrına sokulmuş bir hançer gibi canımızı acıtıp duran o DUVAR, bir vampir gibi kan emmeye, düşmanlık duygularını körüklemeye devam ediyor.
İtalyan Şair ve Gazeteci Laura Garavglia’nın Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği Başkanı Tamer Öncül’le Yaptığı ve İtalya’da Como d’Lecco and Sondrio Gazetesinde Yayımlanan Söyleşisi
Laura Garavaglia: Lefkoşa, bölünmüş son Avrupa başkentidir. Kıbrıs sakinlerinin bu durum hakkında ne düşündüklerini açıklayabilir misiniz?
Tamer Öncül: Geçmişte birlikte yaşamış yaşlı kuşaklar için büyük bir utanç ve acı kaynağıdır bu durum. Genç kuşaklar için ise “kanıksanmış” bir sınır.
Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu taşıyan, Avrupa Birliği vatandaşı Kıbrıslılar Avrupa’nın kıyısında bölünmüş bir başkentte oturmanın utancını taşırlar yıllardır. O duvar, sömürgeci Britanya İmparatorluğu’nun bir ürünü olsa da, her iki toplumun milliyetçileri karşılıklı olarak birbirlerini suçlayarak unutturmaya çalışır bu gerçeği. Ama ne onların bu suçlamaları ne de kimi çevrelerin o çirkin DUVAR’ı görmezden gelmesi gerçeği değiştirmiyor. Lefkoşa’nın bağrına sokulmuş bir hançer gibi canımızı acıtıp duran o DUVAR, bir vampir gibi kan emmeye, düşmanlık duygularını körüklemeye devam ediyor.
L.G.: Bir Kıbrıslı Türk olarak adanın Yunan kısmına sınırdan her geçtiğinizde pasaport göstermek zorunda kaldığınızda nasıl hissediyorsunuz?
T.Ö.: En az DUVAR kadar utanç verici bir durum bu. Bir AB vatandaşı Kıbrıslı olarak tamamen saçma bulduğum bu uygulamanın savunulacak bir yanı yok. Avrupa ülkeleri arasında seyahat ederken de pasaport gösteriyoruz elbette ama bu farklı bir durum. Düşünebilir misiniz, vatandaşı olduğum bir Devlet’in Kuzey’inden Güney’ine geçmek, Slovenya’dan İtalya’ya geçmekten daha zor.
L.G.: Ankara, Trablus ile Doğu Akdeniz'deki Kıbrıs Adasını tamamen göz ardı ederek petrol ve doğal gaz sahalarını kontrol etmek için ilgili deniz sınırları hakkında bir antlaşma imzaladı. Bu konudaki fikriniz nedir?
T.Ö.: Ankara çoktandır Emperyalist güçlerin “Büyük Ortadoğu Projesi” diye adlandırdıkları Noekolonyalist çıkar kavgalarından kapabileceği en büyük payı kapma çabası içerisindedir. NATO ve ABD’nin sadık bir piyonu olmaktan kurtulup Ayı (Rusya) ve Kartal (ABD)’ın ŞAH’ları arasında At rolü oynayabileceği yanılgısı içerisinde dengesiz çıkışlar yapmaktadır.
Önce Irak, yakın geçmişte ise Suriye’de denediği Kolonyalist ataklar, başarısızlıkla sonuçlandıkça öfkesi daha da kabaran Ankara diktatörlüğü, hoşnutsuzluğu giderek artan kendi vatandaşlarını “Bölge Lideri” olmak gibi ham hayallerle uyutmaya çalışmaktadır. Libya’da şu an etkin olan üç hükümetten birsi ile yaptığı anlaşma da bu çaresiz çabalardan yalnızca biridir. Savaş sektörünü yöneten ulusötesi şirketlerin -tüm dünyada olduğu gibi- Ortadoğu ve Akdeniz Havzasındaki doğal kaynakları paylaşma planlarını bu gibi ucuz davranışlara gore değiştireceğini düşünmek tamamen saflık olur.
Ankara, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs çevresinde yapmaya çalıştığı her şeyi, “Kıbrıs’ın Garantör Ülkesi” sıfatı arkasına saklanarak yasallaştırmaya çalışmaktadır. 1959’da İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan Londra Antlaşmasındaki “Garantörlük Antlaşması”nın kendisine bu türden kolonyalist hakları değil, tam tersine Kıbrıs Cumhuriyeti’nin haklarını koruma yetkisi verdiğini bilmesine karşın bu hayalperest/maceracı adımları atmaktadır.
“Güç, her türlü Hukuk’un üstündedir” anlayışı ile atılan bu adımların bölgede yeni çatışmalar ve kutuplaşmalar yaratmaktan başka bir işe yaramayacağını herkes gibi Ankara da bilmektedir. Buna rağmen böyle davranmasının iki nedeni vardır: 1) Bu kaynaklardan ne kadar çok pay alabilirsem yanıma kâr kalır, düşüncesi. 2) Derinleşen ekonomik kriz ve baskılara karşı giderek yükselen muhalif sesleri milliyetçi güç gösterisi ile bastırmak ve kamuoyunu kendi lehine çevirmeye çalışmak.
L.G.: 2003 yılında Kıbrıs’ın Rum ve Türk tarafı arasındaki sınırda göreceli bir yumuşama meydana geldi. Bu, iki alanın sakinleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkıda bulundu mu?
T.Ö.: Bizler (Kıbrıs’ın Türkçe ve Rumca konuşan sanatçıları ve aydınları) 90’lı yılların başlarından itibaren birçok “iki toplumlu” etkinlikle, düşmanlık duygularını çürüterek “adanın yeniden birleşmesi”, “barış içinde bir arada yaşama” hedefleri için mücadele verirken yalnızca ülkeyi bölen DUVAR’ı değil, kafalardaki duvarları da aşmakta çok zorlanıyorduk. 2003 Nisanında sınır kapılarının açılması ile her iki taraftaki insanların “öteki”ni tanıması için bir fırsat doğmuştu.
İnsanlar başlangıçta büyük bir merak ve heyecanla sınır kapılarına yığılıp saatlerce “karşı” tarafa geçmeye çalışıyorlardı. Kimisi 1974’te terk etmek zorunda kaldığı evini, komşusunu ziyaret için geçiş yapıyor, kimisi “öteki”nin nasıl insanlar olduğunu görmek için geçiyordu “karşı tarafa”. Bu heyecan 2004 Nisanındaki Refarandum’un ardından, büyük bir hayalkırıklığı ile söndü. Karşılıklı geçişlerde ciddi bir azalma oldu.
Zaman içerisinde o hayal kırıklığı azalıp karşılıklı “öteki taraf”a geçiş sayısı artsa da, bunun nedeni ilk günlerdeki heyecan ve meraktan çok “ekonomik” nedenlerdi ne yazık ki. Buna karşın, “iki toplumlu” kültürel / sanatsal etkinlikler artarak sürerken farklı alanlarda da (politik, ekonomik, bilimsel, sosyal vb.) ortak etkinlikler yapılmaya başlandı. AB projeleri, ve yabancı ülke elçilikleri de bu tür projelere katkı yapmayı sürdürüyor.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, hangi nedenle olursa olsun sınırlarda açılan geçiş noktaları her iki tarafta yaşayan ada insanları için de birbirini tanıma; anlama ve ve empati kurma adına çok önemli bir yarar sağlamıştır.
L.G.: Tüm yeniden birleşme girişimleri şimdiye kadar başarısız oldu. Siyasi nedenlerin yanı sıra, Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasında gerçek bir entegrasyonu engelleyen başka nedenler var mı? (Örneğin dil, telefon şirketleri gibi paylaşılan hizmetlerin eksikliği...)
T.Ö.: Yeniden birleşme konusundaki tüm girişimlerin şu ana kadar başarısız olmasının birçok nedeni var elbette. Bu nedenlerin en belirleyicisi “ada dışı etkenlerdir” ne yazık ki. “Ortak hizmetlerin” zayıflığı düşünülebilecek en son nedendir bence. Farklı diller konuşmak, önemli bir neden olsa da insanlar iletişim için (başta İngilizce olmak üzere) birçok yol bulabilmektedir. Giderek yaygınlaşan kurslarla “öteki dil”i öğrenme çabasında olan insanların sayısı da her geçen gün artmaktadır.
Farklı “DİNler” önemli bir faktör olsa da, Kıbrıslıların, dinî ritüellere önem verse de, fanatik dindarlar olmaması bu etkenin de kırılabileceğini göstermektedir. Bunun en büyük göstergesi de, DİN faktörü’nün giderek zayıflayan bir halka olduğunu gören Kilise ve Ankara’nın, din tacirliğini ve misyonerlik hareketlerini giderek artırmasıdır.
Ana etkene gelince; yukarıda verdiğim yanıtlardan da anlaşılabileceği gibi, yeniden birleşmenin, barışın önünde duran en büyük engel, Neokolonyalist ulusötesi güçlerin planları ve o oyunlara piyonluk yapan “Garantör” devletlerin tutumudur. Onların “Paylaşım Kavgaları” sürdüğü sürece, dünyada ve bölgemizde kalıcı bir barıştan söz etmek saflık olur.
Elbette, bu durum umutsuzluğa ve nihilizme kapılmayı gerektirmez. Dünyadaki tüm insanlar, kendi yerel/bölgesel sorunları karşısında mücadele verirken ana sorunun bir İNSANLIK sorunu olduğunu unutmamalıdırlar. Günümüzde sıcak çatışmalar ya da ekonomik nedenlerin yarattığı göç hareketleri kadar, iklim de günümüzün en yaşamsal sorunlarıdır.
LG: Kıbrıs nüfusunun bir kısmı, adadaki iki topluluk arasındaki bölünmenin ana nedeninin uluslararası toplumun müdahalesinden kaynaklandığını düşünüyor. Yine de, yeniden birleşme sürecinin bazı Kıbrıslıların milliyetçi fikirleri tarafından da engellendiğini düşünüyor musunuz?
T.Ö.: Kıbrıslı insanların neredeyse yarısı iki toplum arasındaki bölünmenin temel nedeninin uluslararası müdahaleler olduğuna inanıyor. Bunun nedenlerine yukarıda da değinmiştim zaten. Milliyetçi kesimlerin çoğu ise, uluslararası müdahaleyi “Kabul” etmekle birlikte esas sorunun, iki millet (Türkler ve Yunanlılar) arasındaki tarihsel düşmanlık olduğunu savunurlar.
Zaman aşımı ardından açılan, (özellikle) Büyük Britanya arşivlerinden Kıbrıs üzerine yapılan, yürütülen planların tamamen emperyal çıkarları içerdiği açıkça görülmektedir. Yıllarca Doğu Akdeniz’in “Batmayan Savaş” gemisi gözüyle bakılan Kıbrıs adası, çevresindeki doğal gaz zenginliğiyle ulusötesi emperyal güçlerin ilgi alanında kalmayı sürdürmektedir. Kıbrıs’ın Kuzeyinde yaşayan insanlar AB vatandaşlığı kazanırken Devlet yapılanmasının hukuk dışı bırakılmasının temel nedenlerinden biri de bölünmüşlüğü kalıcılaştırmaktır. Ulusötesi Emperyal güçlerin tüm dünyada uyguladığı “Böl ve Yönet” politikasına, Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından daha da rağbet edilir olmuştur. Avrupa’nın göbeğinde yaşanan Yugoslavya trajedisi, Suriye’de neredeyse 30. yılını dolduran savaş ve Doğu ile Güney Akdeniz havzasındaki ülkelerde sürdürülen iç çatışmalar da bunun sonucudur.
Her iki kesimin fanatik milliyetçileri adanın bölünmüşlüğünü kalıcılaştırmak için söylemleri ve eylemleri ile adeta birbirlerini beslemektedirler. Bilinçli ya da bilinçsizce hizmet ettikleri savaş tacirlerinin sözcülüğünü yapmakta, barış ve yumuşamadan ölümüne korkmaktadırlar. Bayrak, kan, kin ve nefrete sığınarak ötekini aşağılamakta, kendileri gibi düşünmeyen herkesi klasik “vatan haini” damgası ile karalayıp yıldırmaya çalışmaktadırlar. Bu çabaların her iki tarafta da etkin olduğu bir gerçek. İnsanların içine korku salarak, düşmanlığı körükleyerek kendi çıkarlarını korumaya çalışan bu kesimler ne yazık ki azınlıkta değiller.
L.G.: Eğitim, entegrasyon (birleşme) sürecine nasıl yardımcı olabilir? Bu, eğitim programlarının bir amacı mı?
T.Ö.: Eğitimin her alanda olduğu gibi, barış ve yeniden birleşme yolunda önemi çok büyük. Devlet okullarında ırkçılığı körükleyen müfredatlara karşı yıllardır mücadele veriliyor. Başta öğretmenler, sanatçılar ve akademisyenler olmak üzere, sürdürülen bu çabalar henüz yetersiz olsa da önemli başarılar kazanılmıştır. Resmî tarihin, ötekileştirici yaklaşımların dışında bir eğitim programı için sürdürülen çabalar, Güney’de Kilise ve fanatik milliyetçiler, Kuzey’de ise Ankara dalkavukları ve fanatik ırkçılar tarafından engellenmeye çalışılsa da, iletişim olanaklarının artması onların bu çabalarını zayıflatmaktadır.
Güney’de Türkçe dersleri eğitim müfredatına girmiş, Kıbrıs Türk Edebiyatı ders kitapları hazırlanmış olmasına karşın, Kuzey’de bu adımlar henüz atılamamıştır.
Türkçe konuşan Kıbrıslı sanatçılar, Güney’deki okullarda (yetersiz de olsa) söyleşi, panel gibi etkinliklere katılırken Kuzey’de bu konuda ciddi engeller sürmektedir. Öğretmen sendikaları ve akademisyenlerin çabaları da yetersiz kalmaktadır.
L.G.: Siz bir şair ve yazarsınız. 'Kıbrıs Türk Sanatçı ve Yazarlar Birliği'nin direktörüydünüz ve hâlâ yönetim kurulu üyesisiniz. Çeşitli edebî dergiler kurup katkıda bulundunuz. Sizce yeniden birleşme sürecinde yazarların, şairlerin ve sanatçıların rolü nedir?
T.Ö.: Bir düzeltme ile başlayayım. 4 yıl önce Birliğimizin adındaki Türk sözcüğünü kaldırarak başta Kıbrıslı Helenler olmak üzere yabancı sanatçıların da Birliğimize üye olmasının yolunu açmıştık. Birliğimizin şu anki ismi “Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği ve bir yıldır başkanlığını ben yapmaktayım. Birliğimizin 75 üyesi var ve bunların 8 tanesi Güney Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıslı Helenler. Aynı şekilde Kıbrıs’ın Güneyindeki Yazarlar Birliği’nin de 10 Kıbrıslı Türk yazar üyesi var.
Sorunuzun son bölümünü de şu şekilde yanıtlayabilirim:
Üretimin değil, “arsız bir tüketimin” özendirildiği bu “Barbarlık Çağı”nda, insanoğlunun “insanî değerler”e dönmesi için uğraş verip duruyoruz. Şiir yazmak, kitap yayımlamak elbette ki bu durumu değiştirmek için yeterli değildir. “Yeni bir anahtar bulmalıyız”… Tek bir anahtar bu Kaotik labirentin kapılarını açmak için yeterli değil. Çok anahtara ve (her alandan) çok insana ihtiyacımız var. Herkes üzerine düşeni yapmalı. Sanatçının anahtarı sanattır. Sanatın, şiirin açabileceği kapıların dışında kalanları açmak için kullanılabilecek anahtarlar “sivil örgütlenmeler” ve yaşamın her alanında verilecek “alternatif yaşam” kavgasıyla bulunabilir…
Kıbrıs özelinde ise, öncelikle şunu vurgulamalıyım ki “Federal (Kıbrıslı) Kültür”, yeni bir yaşam biçimini çağrıştırır. DEVLET olgusundan çok, farklılıklarıyla bir arada olma, birlikte yaşama ve ‘YENİ’yi kurma çabasıdır bu..
Güney ve Kuzey’deki sanatçıların/yazarların bugüne dek yaptıkları, bu YENİ KÜLTÜR’ü oluşturma çabalarına “rehber” oluşturabilecek, önemli bir pratik biriktirmiştir. 30 yılı bulan bir kardeşlik serüveni var, Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği ile Kıbrıs Yazarlar Birliğinin…
19 Aralık 1990 tarihinde Larnaka Havaalanından Kıbrıs’a gelen Aziz Nesin’in her iki tarafta etkinliklere katılması için verdiğimiz ortak çaba atılan ilk önemli adım olmuştu. Sınırın, cezaevi duvarlarını andırdığı yıllardı o yıllar. Karşılıklı geçişler, egemenlerin keyfi kararlarına kalmış durumdaydı.
Sanatın, edebiyatın hafızayı canlandırmada en önemli araç olduğundan yola çıkmıştık. Egemen kesimler, yıllarca “UNUTMA!” sloganının ardına saklanarak “toplumsal hafızayı” değil; şovenizmi, düşmanlığı ve kini körüklemişlerdi. Bizim canlandırmayı hedeflediğimiz hafıza, resmî tarihi parçalayabilecek, barışa ve çözüme kapıları açacak olan (saklanan) gerçeklerin dillendirmesini içeriyordu.
Birbirinden (yıllarca) yalıtılan, ötekileştirilen/öcüleştirilen toplumların, bu “ortak hafıza” ile yüzleşmesi ve birbirlerini (gösterildiği gibi olmadığını) yeniden tanıyıp anlaması için kültür/sanat insanlarına büyük görevler düştüğünün farkındaydık hepimiz. O yüzden, tüm olanakları kullanarak, şartları alabildiğine zorlayarak sık sık buluşuyor, toplantılar, etkinlikler yapıyorduk.
Kıbrıs’ta kalıcı barışın “iki toplumun sevinçlerinin de acılarının da ortak olacağı günlerde” sağlanabileceğine inanan sanatçılar olarak sevinçlerimizi de acılarımız da paylaştık.
Birimizin çocuğunun düğünü, hepimizin çocuğunun düğünü oldu. Yitirdiğimiz dostların ölümü, hepimiz için aynı acıyı alevlendirdi. Soluduğumuz havanın, yaşadığımız toprakların aynı coğrafyada olduğunun bilinciyle sürdürdük dostluklarımızı.
Toplantıların ardından, diğer insanlarla temas kurabileceğimiz kalabalık mekânlara gitmeye özen gösterdik.
Bizler birbirimizi (empati yaparak) anlasak da, diğerinin edebiyatını, hassasiyetlerini vb. tanımıyorduk. Önümüzde, ikinci bir duvar (Dil) alabildiğine kalın gövdesiyle bizi geri püskürtüyordu: İki toplumlu şiir dinletileri, karşılıklı şiir/öykü çevirileri, paneller ve söyleşilerle birbirimizin edebiyatını daha yakından tanıma ve tanıtma fırsatı yaratmalıydık. Birliklerimizin dergileri Pygmalion ve Nea Epohi, sayfalarında çeviri şiirlere/öykülere daha çok yer vermeye başladı.
1994 yılında sivillere kapalı ara bölgede Birleşmiş Milletler Garnizonu olarak kullanılan Ledra Palas’ta iki toplumlu “barış ve ortak vatan temalı üç dilli şiir gecesi” düzenledik.
Bu ortak mücadeleyi yurt dışına taşıma konusunda da ciddi çabalar gösterdik. Kıbrıs’taki yabancı elçiliklerle (başta İsveç, Fransa, Almanya, Letonya olmak üzere) sıcak ilişkiler kurup ortak etkinlikler ve çeviri çalışmaları gerçekleştirdik.
İsveç’in Godland adasında, Rodos’ta ve İstanbul’da, Londra, Atina, Selanik ve Gümülcine’de farklı disiplinlerden sanatçılarla paneller, şiir dinletileri gibi ortak etkinlikler gerçekleştirdik; Letonca yayımlanan “Kıbrıs Şiiri Seçkisi (Kipras Dzeja)” bu çabaların sonuçlarından yalnızca biri.
2004 Nisanındaki Referandum’dan 6 ay sonra Avrupa Yazarlar Federasyonu’nun (29 ülkeden 55 Avrupalı yazarın oluşturduğu bir federasyon) Kıbrıs’ta organize ettiği uluslararası kongre, (Mare Nostrum seminerler dizisinin üçüncüsü) birbirimizi anlamak ve birlikte daha etkin adımlar atmak için iyi bir zemin oluşturmuştu. Mare Nostrum III ana başlığıyla ve “Akdeniz: Ayıran Sular veya Paylaşılan Toprak? / Dünyadaki Sorunları Çözmede Yazarların ve Edebiyatın Rolü” alt başlığıyla gerçekleştirilen etkinlikte, Kıbrıslı yazar ve sanatçıların dışında Akdeniz ülkelerinden de çok sayıda yazar/şair katılmıştı…
Egemenlerin iki dudağı arasına sıkışan “izin” maskaralığını kıramadığımız zamanlarda, Kıbrıs’ın karma köyü Pile ev sahipliği yaptı bize. 2003 Nisanında sınır kapıları serbest geçişlere açılana kadar, çoğu etkinliğimiz ara bölgedeki Ledra Palas otelinde gerçekleşti…
Bu yıllar içinde, ortak pek çok organizasyona birlikte imza attık. Pek çok engeli aşıp tabuları kırdık. Ülkemizin Doğal Parklarını korumak adına, Karpaz Burnunda eşeklere şiir okuduk, Mülteci Sorununu ve savaşları kınamak için Kapalı Maraş’ın telleri yanından elbiselerle denize girip şiir ve bildiri okuduk.
2004’teki Referandum’dan sonra Türk toplumunda yaşanan büyük hayal kırıklığı, Rum toplumuna karşı yeni bir güvensizliği ve ardından “düşmanlık” duygularını kamçılamıştı. Bizler, bu olumsuz havayı kırmak, Rum toplumunda “evet” için çalışan dostlarımızı “çifte saldırılara” karşı korumak için her zamankinden daha çok çalıştık.
2006 yılında (iki yazar örgütü olarak) başlattığımız “Gençlere Yönelik Şiir-Öykü Yarışmaları” ile bir yandan çeviri kapsamını genişletirken diğer yandan da Kıbrıs Edebiyatına her iki toplumdan genç edebiyatçılar kazandırmayı hedefledik. Bu yarışmalarda ödül alan (Bir Kıbrıslı Helen, Bir Kıbrıslı Türk) gençlerin iki dilli 4 kitabı yayımlandı bugüne kadar.
Bunların dışında birçok kitap karşılıklı dillere çevrilerek yayımlandı. Çeviri atölyeleri ile öykü ve şiir antolojileri (iki toplumlu / iki dilli) de bu çabaların ürünleridir.
Geçtiğimiz Mayıs ayında Maria Siakalli ile benim hazırladığımız “Cyprus Poetry From Generation To Generation” kitabı Türkçe, Yunanca ve İngilizce olarak yayımlandı.
Diğer yandan, 21 Mart Dünya Şiir Günü, 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü, 1 Eylül Dünya Barış Günü, Avrupa Yoksulluk ve Sosyal Dışlanma ile Mücadele Yılı gibi evrensel etkinlikleri ve Uluslararası Şiir Festivallerini birlikte organize etmeyi sürdürüyoruz.
Son iki yıldır, BM gözetimindeki “Kıbrıs Diyalog Formu” içerisinde (kültür ve bellek alanında) ortak çalışmalarımız sürmektedir.
Savaşlardan, çatışmadan, ötekileştirmeden uzak Yeni Bir Kıbrıs yaratmak için kat edilecek daha çok yol var. “Federal Kıbrıs” için atılacak adım, kalıcı barış için yalnızca bir başlangıç olacaktır. Bireysel, grupsal, toplumsal hırs ve çıkar kavgalarından uzak, bölgemize ve ortak evimiz DÜNYAya karşı sorumlu, yaşamın her alanında duyarlı, yıkıcı “ekonomik aklı” değil, doğayla barışık insancıl gelişme kültürünü önceleyip “BAŞKA BİR KIBRIS, BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN” anlayışını sürdürmekteyiz.