Şekerli bir ‘vilayet’
Şimdi sorsanız derler ki, “Ne güneye yama ne Türkiye’ye ilhak.”
Anketlerde “Türkiye’yle birleşme” en alt seçenek olarak dikkat çeker.
“Entegrasyon” tepki görür.
Geçtim Kıbrıs kökenlileri…
Türkiye’den gelenler de istemez böylesi bir sonucu.
“Ne münasebet” derler, “vilayete dönüştük” derseniz eğer…
İster siyasi elitler olsun ister sokaktaki insan bunu kabullenmez.
İster sağda olsun ister solda, isterse çokça insanın toplaştığı ortada hemen bir homurdanma başlar.
***
İyi de…
“KKTC” denen yer, giderek daha da “vilayet”tir artık.
İlhaktır.
Ya da: İl-hakdır.
Söz farklı yankılansa da kulaklarda pratik böyledir.
Hani “şeker”e karşı çıkarak kahveyi “şekerli” içmek gibidir halimiz.
“Ama o kahve” deyişimiz de tadındandır.
***
Misal!
Türkiye’nin tüm “vilayetleri” için güvenlik sistemi kurulurken…
“KKTC” de buna dahil edilir.
Kayseri’de neyse sistem…
Rize’de neyse…
Hakkari’de neyse…
Lefkoşa da aynı olacaktır ve aynı merkezden gözlenecektir ahali…
***
Misal!
Geçenlerde İçişleri Bakanı bir gururla açıkladı, “Yeni Muhaceret Tüzüğü hazırlandı, elli küsur sene sonra ilk kez uygulanacak” falan…
Bir hafta sonra bu kez Türkiye ve KKTC’nin turizm bakanları buluştu.
Müjdeyi verdiler: “Turiste tek girişlik vize uygulaması başlayacak.”
Türkiye “vize”yi verecek.
Oradan ver elini İzmir, Adana, Mersin, KKTC!
E ne olacak senin “yeni tüzük.”
“Tek giriş vizesi” varsa…
Edirne’de basılan mühür Ercan’da da geçecek, Girne’deki limanda da…
***
Su vanası tek merkezden açılacak.
İnternet tek merkezden tuşlanacak.
Kamera tek merkezden gözetlenecek.
Elektrik tek şalterden açılacak.
***
Geçtim okul kitaplarının aynılığını…
Geçtim uçaktan inen her bakanın, “KKTC vilayeti”ne dair açıkladığı bir başka yeniliğe, bizim bakanların tam da “bakanlar” olma tuhaflığını…
Geçtim elçinin bakanların üzerinde bir yerde protokolde olmasını…
Geçtim kabinenin dahi oralardan dolanarak Meclis’e dolmasını…
***
Bir olguya karşı çıkmak onun “adına” karşı çıkmakla sınırlı kalıyorsa eğer…
Hakikat yaşadığımız hayattır.
***
Kahvemiz de “efendi” olduğunu göre!
“Olmaz öyle şey” diye diye “vilayet” ortadadır.
“Kaç para” almışlar?
Mor ve Ötesi bilmem kaç yüz bin lira almış da…
Hadise’ye kaç para verilmiş de…
“Bu paralar neden ödenmiş…”
***
Bu paralar ödenecek ve ödenmeli ki bu ülke müzikle, sanatla, kültürle, estetikle buluşabilsin.
Yine biraz abartıyor, biraz da duygusal bir yerden yapıyoruz tartışmayı.
Evet, Kooperatif Bankası açısından Hadise ismi belki doğru bir seçim değildi.
Ama unutulmasın davetiyenin üzerinde Mazhar-Fuat-Özkan yazıyordu ve sanırım, bir son dakika sorunu nedeniyle sahne Hadise’ye kalmıştı.
MFÖ de gelse, bu zihniyet yine “aldığı parayı” konuşacaktı.
***
Bu sanatçılar “sevabına” gelmezler.
Gelmeyecekler de!
Elbette paralarını alacaklar.
Bu paralar ödenmeseydi eğer ne Goran Bregovich’i izleyebilecektik, ne de David Russell’i…
Fazıl Say’ı da göremezdik, Leman Sam’ı da…
Monica Molina da gelmezdi, kara gözünüz kara kaşınız için!
Dany Brillant da uğramazdı, Zorba müzikali de…
Ne Sertap’ı ne de Özdemir Erdoğan’ı izlerdik eğer bu paralar ödenmese...
***
Bankalar ve üniversiteler sanata, sanatçıya, festivallere yatırım yapacaklar elbette.
Belediyeler de yapacak bunu hükümetler de…
Böylece genişleyecek ufkumuz, hayatımız böyle böyle zenginleşecek.
“Öncelik bu mu” sorusunun sonu yok.
Burada birkaç mesele var.
Biri, tercihler…
Bir diğeri, bütçe yönetimi…
Üçüncüsü de yerliyi de teşvik etmek, desteklemek gerçeği…
***
Bütçenin ne kadarı personel giderlerine yönlendiriliyor, ne kadarı altyapı ve yatırıma; sanata ve sosyal sorumluluğa ne kadarı gidiyor?
İşte bu oranlar açısından “dünyalı” ölçütlerde olabilmeliyiz.
Sanırım “sanata” ya da “sosyal sorumluluk”a ayrılan bütçe gereğinden de azdır.
Asıl sorun bu dengesizliktir.
Kıbrıs’taki topladığı mevduatı ya da kârlılığı denizin ötesine taşıyan kurumları sorgulasak keşke, çok daha fazla!
Daha fazla yatırım yapsalar sanata, sanatçıya, kültüre; daha fazla müzikaller izlesek bu ülkede, daha nitelikli sergiler görebilsek…
Hem bu adanın nitelikli gençleri ve sanatçıları teşvik edilse, hem de dünyanın en iyilerinden beslenebilsek…
Hüzün Ana’dan doğan harika bir düşünce
Bir tiyatro oyununun kitaplaştırılması gerçekten de iyi bir düşünce olmuş.
Niye?
Çünkü izliyorsunuz, aklınızda kalıyor ama yeniden okumak, hatırlamak, paylaşmak istediğiniz zaman bir kaynağa ihtiyaç duyuyorsunuz.
Yaşar Ersoy, usta şair Fikret Demirağ’ın şiirlerinden sahneye taşıdığı “Hüzün Ana ve Çocukları” oyununu bir kitapta toplamış.
İlk duyduğumda demiştim ki, “Fikret hocanın şiirlerinden Yaşar abi kendine kitap mı yazdı ne…”
Elbette öyle değil.
Çünkü oyuna dair tüm köşe yazıları, değerlendirmeler de kitaba toplanmış.
En önemlisi de…
“Oyun” kayıt altına alınmış.
Şimdi düşünsenize, Karpaz’da bir öğretmen bunu öğrencilerine oynatabilir.
Üniversitelerin tiyatro kulüpleri kitabı alarak repertuarını hazırlayabilir, eleştirilere bakarak, oyunu yeniden yorumlayabilir.
Kıbrıs’ın resmi tarih dışındaki gerçeği de sahneye aktarılır böylece.
Bu “karşı şiir…”
Hem de “sarsıcı, silkeleyici…”
Yeniden ve yeniden çoğaltılabilir, senelerce…
Yaşar Ersoy müjdeyi verdi, “Rumca Küstüm Türkçe Kırıldım” için de hazırlanıyormuş böylesi bir kitap, hem de iki dilli…
Keşke şimdi “Kayıp” oyununun metni de olsa elimde, “Ev”in de olsa…
Böylece bir bellek oluşsa geleceğe…
Bir kaynak oluşsa…
N O T L A R
- Çağlar Çorumlu sen “komiksin” ve bununla gurur duy, insanları güldürmek büyük bir meziyet. “Aslında ben yalnızca o komik adam değilim, bambaşka bir oyuncuyum” kompleksine hiç gerek yok.
- Şu meşhur sanal bahis mahkemelerinde bize sürekli soruyorlar: “Niye isimleri ve fotoğrafları kapalı veriyorsunuz.” Niye? Çünkü insan haklarının gereği bu!
- Mahkeme “hüküm” verdiği ve “suçluyu ilan ettiği” zaman açık yazacağız. Siz asıl ötekilere sorunuz: “Niye insanları deşifre ediyorsunuz” diye.
- Girne’de eski bir UBP’li bakanla karşılaştım, bir şikayet bir yakınma: “Bittik bu ülkede, artık eziğiz, kalmadık, kaç kişiyiz.” Sandım ki, Şener Levent’in bir makalesini okuyor ya da Salih Taşkın konuşuyor.
- İçişleri Bakanı Ayşegül hanımı aramıştım “Tek giriş vizesi” gelişmesine dair… Hep derler ya, “arayınız ve sormadan, öğrenmeden, yazmayınız.” Telefona, kadrodan Naim bey kardeşim bakmıştı, konuşup döneceğiz, demişti. Dönüş o dönüş oldu!