1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. ‘Senaryo/Oyun’ Olarak ‘Siyaset/Hayat’..
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

‘Senaryo/Oyun’ Olarak ‘Siyaset/Hayat’..

A+A-

Son KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iyice ayyuka çıkan iç siyasete dışardan müdahalelerin, henüz daha dumanı tüten, üstelik ram olmayı baştan kabul etmiş, yeni kurulan hükümette iki bakanlığın el değiştirilmesine varacak kertede yeniden gündeme gelmesi, uygulamanın sürekliliğini gösteriyor olması yanında, çirkinliği ve pervasızlığıyla da çok rahatsız ediciydi. Nitekim nasıl karşılanır ne denir en ufak bir endişe duyulmadan “üstünü çizerim istediğimi yazarım, ben isterim, yaparım” hoyratlığıyla gerçekleşen bu son müdahale geniş kesimlerde tepkiyle karşılandı. Bu olayla birlikte ülkede siyasete/siyasetçiye duyulan güvensizlik daha da artarken, siyaset adına yaşanan her şeyin uzaktan kumanda bir ‘oyun’ olduğu algısı daha bir pekişti. Bunun ülkenin geleceği açısından doğuracağı sıkıntılar bir yana (ör. “vazgeçme ülkenden” kuru bir söylem olarak kalabilecek, beyhudelik hissi daha bir yaygınlık kazanabilecektir), müdahaleye doğrudan maruz kalanların bu süreci susarak ya da kılıfına uydurmaya çalışarak geçiştirme gayretleri ise hem utanç vericiydi hem de özgür toplumsal iradeyi temsiliyet açısından ne denli bir zafiyet/yabancılaşma içinde olduklarının da göstergesiydi. Bütün bu gelişmeler ışığında ise soru bir kez daha açığa çıkıyordu:  Yoksa bu ülkede yaşadığımız her şey dahlimizin sınırlı, denetimli, kontrollü olduğu, senaryosu başkaları tarafından yazılan bir oyundan mı ibaretti?

‘Oyun’ bizatihi yaşamın kendini ve ona dair birçok şeyin açıklanmasında sıklıkla kullanıla gelen bir metafor. Bu siyaset için de fazlasıyla geçerli. Siyasetin son kertede iktidarı hedefleyen, bu bağlamda ilişkiler kuran, taktikler stratejiler geliştiren bir ‘oyun’ olduğu; keza ‘oyun teorileri’ kapsamında değerlendirildiğinde “toplam sıfır sonuçlu” olan (tek kazananı olan) veya “toplamı sıfır olmayan” (çok kazananlı) bir oyun olduğu/olabileceği siyaset bilimi literatüründe de yer alır. Yine siyasete dair yeni ihtimaller/seçenekler/imkânlar gündeme geldiğinde muhtemel senaryoların/oyun planlarının neler olabileceği/olması gerektiği hep yazılır, konuşulur. (Ör. Şimdilerde sıcak çatışmalarla/trajik görüntülerle seyreden Ukrayna-Rusya sorununda bundan sonra olacaklara/olabileceklere dair bu türden değerlendirmelere sıklıkla şahit oluyoruz ki, içinde insan geçmeyen ya da sırf sayılara indirgenerek, en fazla timsah gözyaşlarıyla anılarak bir teferruat olmaktan öteye geçmeyen bu yaklaşımlar, üzerinde ayrıca durulması gereken, barbarlığı çağrıştıran bir başka bahs-i diğerdir)  

Tam da bugünlerde Türk sinemasında ayrı bir yeri olan “Sevmek Zamanı” filminin ünlü yönetmeni Metin Erksan’ın, yıllar önce yazdığı (daha çok Türkiye merkezli) “Türk Aydını ve Sinema” başlıklı makalesini hatırlamam, münhasıran siyasete dair tanık olduğumuz, işte bu ziyadesiyle rahatsızlık veren “oyun/senaryo” ilişkisinden kaynaklanıyordur muhtemelen. Bağlam Yayınları arasında çıkan ve içinde elliyi aşkın aydın-entelektüelin yazılarının ve bu arada Erksan’ın makalesinin de yer aldığı “Türk Aydını ve Kimlik Sorunu” isimli kitabı kütüphanede buldum ve söz konusu yazıyı yeniden okudum. Oldukça öfkeli bir üslûpla yazdığı bu makalesinde Türkiye’de “aydın, münevver, entelektüel yoktur. Yalnız ve yalnız kendini ‘aydın’ sananlar vardır” tespitinde bulunurken gerekçe olarak da kendini aydın sanan bu insanların -ki bu yazısında bunlar arasından özellikle politikacıları ve medya mensuplarını öne çıkarmaktadır- ‘sinemayı’ algılama yeteneklerini (belki daha çok yeteneksizliklerini) ve ‘sinema’ olgusu üzerine düşüncelerini göstermektedir Erksan. O’na göre başta politikacılar ve medya mensupları olmak üzere bu kesimlerin siyasal, toplumsal, ekonomik-kültürel, sanatsal ve benzeri konularda “içinde bir kötülük, bir fenalık, bir yalan, bir terslik, bir entrika, bir oyun, bir düzen, bir pislik, bir rezillik, bir alçaklık bulunan her türlü olguyu, bir ‘senaryo’ olarak” tanımlamaları; sinemayı nasıl algıladıklarını ve sinema sanatına ne kertede önem verdiklerini ortaya koymaktadır. Asıl öfkesi ise ‘senaryo’nun ‘sinema’nın temel ögesi ve hatta kendisi olduğu gerçeğinin yine bu kesimlerce -ki burada yine politikacıları ve medya mensuplarını öne çıkarmaktadır- göz ardı edilmesi ve özellikle bir pislik, bir rezillik, bir alçaklık olgusunu anlatacakları zaman bunu, film sanatının içerik ve biçiminin yazılı ögesi olan ‘senaryo’ ile özdeşleştirmelerinden, bu kavramı kullanarak tanımlamalarından ve açıklamalarından kaynaklanmaktadır.  

Sinema sanatına gönül vermiş ve bunun çilesini çekmiş bir sinema insanının gerek sinemayı ve gerekse sinemanın temel ögesi saydığı “senaryo”yu önemsemesi ve bu önemli sanatsal uğraşın hayata/siyasete dair her türlü rezilliğin tanımlanmasında, işlevsel olarak kullanılmasına karşı çıkması, onu savunması anlaşılabilir bir durumdur kuşkusuz. Ancak Erksan’ın bu yazısını okurken doğrusu kendi adıma ‘senaryo’nun (ve de bununla ilişkili ‘oyun’un) bir metafor olarak neredeyse her türlü olayı -ama kirli ve özellikle politik olayları- açıklamada kullanılmasının sinema sanatına yönelik bir küçümsemeyi ya da bilgisizliği içermesinden öte dikkate alınması gereken farklı bir anlamı, işlevi ve önemi olduğunu da düşündüm. Dahası yaşamın her alanına ve ilişkilerine -ve özellikle politik alana ve ilişkilere- yönelik olarak ‘senaryo’nun tanımlayıcı ve açıklayıcı bir ifade olarak kullanılmasının,  aslında ‘gerçek’ olarak kabul ettiğimiz -öyle sandığımız- ve yaşadığımız o alanlarda, o gerçekliliği ve o gerçeklik içinde irademizle sınırlı yerimizi ve gücümüzü tamamen inkâr etmeden,  alttan alta bir ‘oyun’un da yer aldığına ve kimi zaman o oyuna doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ve artık o ‘oyun’un iradesi tarafından belirlenen role uygun davranıldığına (davrandığımıza)  dair önemli bir tespiti de içerdiğini söylemek istiyorum. Özellikle siyaset gibi çıkar ilişkileri temelinde güç ve iktidar mücadelesi ve çatışmalarının yaşandığı ve bu bağlamda amaca yönelik olarak her türlü aracın meşrulaştırıldığı ya da meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir alanda ‘oyun’ eksenli bu tespitlerin cuk oturduğunu söylemek mümkün.

Eğer böyle ise, yani ‘gerçek’ diye yaşadığımız birçok şey aslında bir ‘oyun’ ise, işte o zaman ortada bir de ‘senaryo’ var demektir. Bu kadar da değildir. Eğer ‘oyun’un yazıldığı bir ‘senaryo’ varsa, o zaman bu ‘senaryo’nun yazarı ya da yazarları olacaktır. Yazar ya da yazarlar, yazdıkları ‘senaryo’ya uygun karakterler yaratacak ve bu karakterlere, yer alacakları ‘oyun’daki konumlarına ve işlevlerine uygun olarak büyük ya da küçük ‘roller’ vereceklerdir. Ve nihayet ‘oyun’, son kertede ‘senaryo’yu yazanların düşünceleri ve asıl çıkarları doğrultusunda oynanacaktır. Ancak yine de bu madalyonun bir yüzüdür ve sadece bu kadarla kalmak, düşünmek/hayal etmek/seçenek üretmek gibi etkinliklere kapı kapamak, bildik ifadeyle komplo teorilerine teslim olmak demektir ki bundan sakınmak gerekecektir..

Madalyonun diğer yüzüne bakarak ise şunu söylemek mümkündür: Varoluşumuza/oluş serüvenimize anlam katacak olan şey(ler) yaşadığımız hayatlar ve o hayatlara dâhil olay ve olgularla kurulan ilişkilerin ne’liğinden nasıl’lığından kaynaklanacaktır. Daha açık bir ifadeyle varoluşumuzun/oluş serüvenimizin niteliğinin ne/nasıl olacağı öncelikle hayatla, olay ve olgularla yaşadığımız/kurduğumuz ilişkilerde senaryosunu kendi özgür irademizin yazdığı, oyunculuğunu kendi özgür irademizin gerçekleştirdiği, kendimizin içkin olduğumuz bir süreç tarafından belirlenecektir. Bunu gerçekleştirebildiğimiz oranda kendimiz olabileceğimiz, aksi durumda başkaları tarafından belirlenen/yazılan bir oyunun özne olamayan ‘sözde aktörler’i ya da doğrudan oyunun dışında ‘hiçkimseler’ olarak kalacağımız aşikârdır.

Buradan bakınca iradelerimize yönelik yaşanmış ve yaşanmakta olan müdahalelere, salt tepki, öfke daha doğru bir ifadeyle reaksiyoner bir akılla (akılsızlıkla) değil; o müdahaleci irade karşısında direnecek, kendi özgür iradesinden vazgeçmeyen, bunun sorumluluğunu taşıyan, siyasette olacağı gibi hayatın diğer alanlarında da bu etkin/yaratıcı akılla ve de onun bireysel/örgütlü gücüyle karşılık vermek gerekecektir.

Bireysel/toplumsal varoluşun/oluş sürecinin esası da gürültü çıkarmak, yaygara koparmak değil herhalde bu olmalıdır.

Bu yazı toplam 2424 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar