Sendikalar ve zümresel bencillik!
Endüstri Devrimi’nin ardından proleter sınıfın dayanışmasını sağlamak adına ilk önce işçi birlikleri formunda ortaya çıkan sendikalar, yıllarca sivil toplumun lokomotifi olma görevini yerine getirmişlerdir. ‘Sendikalar ve kriz’ isimli makalede de altı çizildiği gibi ‘sendikalar, sivil toplum aktörlerinin en önemlilerinden birisi olarak demokrasinin tarihsel gelişimi, gelir dağılımın adaletli bir şekilde dağıtılması ve toplumların demokratikleşmesi sürecinde küçümsenmeyecek roller oynamışlardır’. Özellikle 1980’lerde artan neoliberal saldırılar, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dengesi kaçan dünyaya kapitalizmin bir “merhem” diye yutturulması, gelişen teknoloji ile “mavi yakalı” işçi sınıfının yerini “beyaz yakalı” teknik veya yönetici sınıfının alması, sendikaların varlık-sorumluluk-etki alanı ve temsil ettiği sınıfı sorgulatır hale getirmiştir. Global ölçekte sendikaların yaşadığı bu sorunlar Kıbrıs’ın kuzeyinde faaliyet gösteren sendikaları kısmen etkilese de; Kıbrıs’ın kuzeyindeki rejimin nev-i şahsına münhasır durumu nedeni ile Kuzey Kıbrıs’taki sendikalar başka birçok noktada da sıkıntılar yaşamakta ve yaşatmaktadır!
Evet, işçi sınıfının sesi, demokrasinin gelişmesi ve gelir dağılımının adil paylaşımı konusunda yıllarca tavır geliştiren sendikaların Kıbrıs’ın kuzeyinde gelişimini ve bugününü incelerken, Ada’nın kuzeyindeki üretim-toplum ilişkisini ele almak son derece önemlidir. Çok fazla geçmişe gitmeye gerek yok; özellikle 1980’lerden itibaren kademeli olarak üretimden koparılan, ABAT kararları ile ürettiğini ihraç etmesi engellenen Kuzey Kıbrıs’ta bir memur devleti yaratılması, Ada’nın Kuzeyi’ni işbirlikçileri vasıtası ile yöneten TC devleti için hayati öneme sahipti. Üretimden koparılan, memur toplumu haline getirilen Kuzey Kıbrıs’ta bu durumun doğal tezahürü olarak kamu sendikacılığı yıllar içerisinde sendikal harekette başat duruma geldi. Gayet açıktır ki, doğallığında gelişen bu durum, sendikacılıkla ilgili ufuk daralması yaşattı, sınıf sendikacılığı ile uğraşan yegane sendika olan DEV-İŞ gibi sendikaların nicel ve nitel gelişimine darbe vurdu. Kamu sendikaları yıllar yılı ezilen sınıf ile ilgili düzgün bir algı/tavır geliştir(e)mezken, güvencesiz şekilde çalıştırılıp, fiziksel ve duygusal olarak sömürülen sınıflar için ülkedeki kamu sendikaları samimi olmayan birkaç söylem dışında nitelikli bir mücadele vermedi. Halbuki sendikaların birincil görevi, toplumsal çıkarlar ile temsil ettiği zümrelerin çıkarlarını ayrıştırmamaktır. Aksine, kendi zümresel çıkarları ve toplumun genelinin çıkarlarını örtüştürmektir. En genel çıkarın toplumun çıkarı olduğunu, bireysel/zümresel bencilliklerin toplumda onarılması güç bir yıkım ve ayrışma yaratacağını kendi zümresine anlatabilmektir. Özellikle özel sektörde çalışan ve ezilen sınıfla ilgili kör ve sağır bir tavır takınan kamu sendikaları ve bu sendikaları yıllar yılı yöneten kadrolar, bulundukları mevkileri de siyasal bir payeye ulaşmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanmıştır. Tabii ki seçme ve seçilme herkesin anayasal hakkıdır, eleştirim buna değildir. Eleştirim, samimiyetsizliğedir... Yıllar yılı sendikaların başında olan, sendikacılığı bir statü aracı olarak gören sendikacıların ve sendikal kültürün kendi “elit”ini yaratıp sosyal adaletsizliğin en başat sorumlularından biri olmasınadır...
Evet, neoliberal politikalar, hükümetlerin sendikalar üzerindeki etki alanı ve baskılarından ötürü bugün emek mücadelesi bölünüyor, dağıtılıyor. Neoliberal politikaların emek üzerindeki saldırı biçimi, araçları her geçen gün değişmekte ve gelişmekte. Ayrıca, neoliberalizmin bireyselciliğe olan vurgusu, sınıf bilincinden yoksun, apolitik ve parçalanmış kimliklerin örgütlenmesinde çetrefilli bir durum yaratıyor. Tüm bunlar, Kıbrıs’ın kuzeyi için de geçerlidir. Kolektif mücadelenin demode olarak algılandığı bu çağda, bugünün sendikaları on yıllardır değişmeyen ezberlenmiş retorikler ve bilindik kadrolar ile sözümona direnmeye çalışıyor. Hal böyleyken, Kıbrıs’ın kuzeyindeki kamusal sendikal hareketin bugünkü anlayışına bel bağlayıp sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün sona ermesini ummak ütopik bir hedeften başka birşey değildir. Ezilen sınıf ile ilgili algı ve tavrı olmayan sendikalar zümresel bencillikten kurtulsa bile mümkün değildir.
Peki ne yapılmalıdır? ‘Nasıl bir sol? Ne kadar sol?’ isimli geçtiğimiz aylarda yayınlanan yazımda da altını çizdiğim gibi bu ülkede ne en büyük problem hükümet krizi veya Kıbrıs Sorunu'dur, ne de tek iktidar alanı Meclis veya yürütme organlarıdır. Ne de siyaset üreten tek mecra siyasi partiler veya sendikalardır... Vesayet, denk bütçe, federalizm, barış gibi kavramlar ile son 25 yılda yaratılan/korunan anlayıştan çok; neoliberal saldırılara ve yaşanan etik yozlaşmaya karşı (ki Kıbrıs Sorunu da ahlaki bir problemdir) karşı güçlü ve nitelikli, çözüm alıcı, öngörülü ve SAMİMİ bir mücadeleye önem verilmesi gereklidir. Politik ve pratik zemini olan bir mücadeleye... Kitlelerin kolektif hareketini tetikleyecek, tepeden bakmayan, elitist olmayan, eğiten, örgütleyen, dayanışmayı temel alan ve entelektüel boyutu olan tutarlı bir mücadeleye.