1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Serdar Saydam’ın anısına…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Serdar Saydam’ın anısına…

A+A-

13 yıl önce bu yazı dizimizde “Kayıp Otobüs”ün izini sürerken, Larnakalı “kayıp” yakınlarıyla konuşmaktaydık… Serdar Saydam çok heyecanlanmış ve elinde fotoğraflarıyla bize gelerek Larnaka’ya ilişkin hatıralarını paylaşmıştı…

 

13 yıl önce, Mayıs 2006’da “Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler” yazı dizimizi başlatmıştık…  13 yıl önce bu yazı dizimizde “Kayıp Otobüs”ün izini sürerken, Larnakalı “kayıp” yakınlarıyla konuşmaktaydık… Serdar Saydam çok heyecanlanmış ve elinde fotoğraflarıyla bize gelerek Larnaka’ya ilişkin hatıralarını paylaşmıştı…

Serdar Saydam, canyoldaşım Zeki Erkut’un yakın arkadaşlarından biriydi… Ben de tanıyordum onu – ancak ilk kez onun Larnaka tutkusuna tanık oluyordum…

Getirdiği fotoğrafları, dergileri, hatıralarını bu yazı dizimizde, Eylül 2006’da yayımlamıştık… Bir süre sonra Serdar Saydam, yazı dizimizde yer alan Larnaka’nın “kayıpları”yla ilgili yazılarımızı kendi internet sitesinde iktibas etmeye başlamıştı… Sonraları bir gazetede – sanırım HAVADİS’te – her hafta Larnaka’yla ilgili fotoğraflar, anekdotlar, hatıralar paylaşmaya başlamıştı…

Son zamanlarda benimle yeniden temasa geçerek çalıştığı üniversitede bir kütüphane oluşturmaya çalıştığını, bizden de kitap istediğini aktarmıştı… Onunla her zaman karşılaşıyor, ayaküstü sohbet ediyorduk…

Ölüm haberi bir şok gibi geldi herkese – hiç kimse onun ölmesini beklemiyordu – buna alışamayacağız da hiçbir zaman… O hep ince gülümsemesi, Larnaka’ya olan tutkusuyla biz Kıbrıslılar’ın unutamayacağı bir insan olacak… Işıklar içinde olsun… Onun hatırasına, onunla yaptığımız röportajı bir kez daha bu sayfalarda yayımlamak istiyorum…

Onunla Eylül 2006’da yaptığımız röportaj ve yazdıklarımız şöyleydi:

***  Çocukluğunda göçmenliği tanımış, 14-15 yaşında “mücahit” olmuş... Larnakalı Serdar Saydam, anılarını ve arşivini paylaşıyor...

Savaşın damgaladığı çocukluk yılları...

Elinde fotoğraflarıyla geliyor, dergileriyle, gazeteleriyle... Serdar Saydam bir Larnakalı ve belli ki, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşıyor, Girne Amerikan Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yapıyor olsa da, Larnaka onun hayatında derin izler bırakmış... Doğup büyüdüğü, çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yerleri insan nasıl unutabilir? O da unutmuyor ve değerli arşivini bizlerle paylaşmaya geliyor...

Getirdiği fotoğraflar olağanüstü!... Mavnaların fotoğrafları, Larnaka Deniz Panayırı’nda gerçekleştirilen güzellik yarışmalarından fotoğraflar, Lambirolar’dan bir fotoğraf ve bir ilan, Mavnacılar Birliği’nin önünde çekilmiş bir başka fotoğraf... Eski Larnaka manzaraları... Ünlü “Babutsalar”da mücahitlerin ve kendinin fotoğrafları... Tüm bunları, bu yazı dizisinde okurlarımızla paylaşacağız – kayıp bir otobüsün peşinde başlayan bu yazı dizisi, biraz da Larnaka’nın gizli tarihinin açığa çıkarılmasına dönüştü... Adamızın her tarafından Larnakalılar’la konuşa konuşa, Larnaka’yı daha iyi tanıdık, orada ne tür bir yaşam olduğunu daha yakından öğrendik, Larnaka’nın kendine özgü renklerini, simalarını, yaşadığı acı olayları daha yakından tanıma fırsatı bulduk...

Serdar Saydam’ın yaşamı, Kıbrıs’ın herhangi bir kentinde, herhangi bir kasabasında yaşıtlarının hayatından pek farklı olmamış... Çünkü doğum tarihi 1952... O da, döneminin Kıbrıslıtürk olsun, Kıbrıslırum olsun, başka çocukları gibi, savaş denen canavarla tanışma felaketine uğramış... Göçmenliğin ne demek olduğunu öğrenmiş... Çocuk yaşta eline silah alıp Babutsalar’da eğitim yapmış... Gençliğini yaşamak yerine, gerginlik ve çatışma yılları içinde, nöbetlerde geçirmiş... O altın yıllar akıp gitmiş ve o, çatışmaların hayatı zehir ettiği o günleri, belleğinde derin bir iz bırakacak biçimde yaşamış...

Serdar Saydam, 1952 yılında Tuzla’nın Kıbrıslırum mahallesinde, Anna isimli bir Kıbrıslırum ebe tarafından dünyaya getirilmiş...  Beyaz saçlı bu kadın, bisikletiyle hastalarına gider, onlara peniselin iğnesi de yaparmış...

Tuzla’nın Kıbrıslırum mahallesinde oturdukları ev, Pludonos Sokağı’nda, 66 numaradaymış ve ev, Larnaka’nın Çarşı Amiri Ahmet Refik’e aitmiş...

Serdar Saydam, onun oğlu... Bu evden iki kez göçmen olduklarını hatırlıyor... Göçmenliğin ne demek olduğunu ilk kez, 1958’de, henüz altı yaşındayken öğreniyor... Tuzla’dan, Larnaka’nın Türk kesimindeki bir eve kiracı olarak taşınmışlar ve böylece Serdar Saydam ilkokula Larnaka’da başlamış... 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilince, Tuzla’daki evlerine tekrar geri dönmüşler ve üç yıl kadar burada yaşamışlar...

1963 olayları başladığında, Serdar Saydam, Tuzla’da ilkokul son sınıfa devam eden bir çocukmuş... Şöyle anlatıyor:

“Olayların tırmanması üzerine  okul müdürümüz Hayrettin Bey ve öğremenlerimizden Hasan Karabiber ile Erdoğan Şafi Alper bizi evlerimize erken göndermiş ve sokağa çıkmamamızı tavsiye etmişlerdi. Okulumuz ise Tuzla’nın Türk mahallesi ile Rum mahallesi sınırı üzerinde idi.

Ben eve koşarak döndüm ve anneme durumu anlattım. O da endişe içindeydi. İskele Belediye Çarşı Amir’i olan babam  (Ahmet Refik) ise erkenden eve dönmüştü. Daha sonra iki abim geldi. Bir kaç saat sonra ise yakınımızda oturan teyzemlerle anneannemler korkup bize gelmişlerdi. Böylece bizim evde  toplam 10 kişi olmuştuk. İki gün iki gece evde kapalı kaldık. Her taraftan silah sesleri geliyordu. Savaş başlamıştı ve bizim aile tek başına Rum kesiminde kalmıştı. Kapılar, pencereler kapalı endişe içinde bekliyorduk. Evde bir av tüfeğimiz bile yoktu. Pencere aralığından baktığımızda etrafta tanımadığımız silahlı EOKA’cıları görüyorduk. Bunlar bizim bildiğimiz insanlar, komşular değildi. EOKA’cıların  bizi  katletmeleri hiçtendi.

İkinci günün sonunda akşam üzeri karşıdaki Rum komşumuz bize gelerek babama tehlikede olduğumuzu, bunun için de acilen Larnaka’nın (İskele) Türk kesimine gitmemizi söylemişti. Babam da Hillman marka arabasının 10 kişiyi sığmadığını, yardımcı olunmasını rica etmişti. Bunun üzerine Rum komşumuz, Rum polisine telefon ederek Türk kesimimine gitmemize  olanak yaratmıştı. Nitekim bir süre sonra Rum polisi bizi almaya gelmişti. Babam, annem, teyzem, nenem, teyzemin kızı Ülkü, büyük abim Göksel, babamın arabasına; ben, diğer abim Akın ve teyzemin oğlu Ahmet abim ve ben ise Rum polisinin lacivert renkli Vauxhall arabasına binmiştik. Eniştem İsmail Merttuna ise açıkta kalmıştı. Garibim nasıl mı geldi? Çok ilginç. Onu orada bırakamıyacağımıza göre bir çare bulundu. Eniştem, babamın arabasının arka tamponuna basarak ve yan tarafları tutarak asılı vaziyette,  içinde bizim olduğumuz Rum polis arabasının refakatinde  gece yarısı Larnaka’nın Türk kesiminin sınırı olan Larnaka Kalesi’nin yanına götürüldük. Daha sonra öğrendiğime göre o gece esir alınan Rumlar’la bizi değiş tokuş etmişler. Bir süre akrabaların, tanıdıkların evlerine yerleştik.

Çarpışmalar durduktan 15 gün sonra babam abilerim  ve  eniştem  eşyalarımızı taşımak üzere iki kamyonla Rum kesiminde kalan Tuzla’daki evlerimize gitmişlerdi. Bu arada  babam eşyalar gelecek diye İskele’de ev kiralamıştı. Ben ve annem eşyaları taşımaya gitmemiştik. Akşam olmuş, heyecanla eşyaları taşıyan kamyonları bekliyorduk. Evet kamyonlar gelmişti, babam da gelmişti ama eşyalar görünürde yoktu. Ne olmuştu eşyalarımıza? Gerek bizim gerekse teyzemlerin evleri bazı Kıbrıslırum çapulcularca yağma edilmiş, bir kısmını da kırıp dökmüşler, kullanılmaz hale getirmişlerdi. Ortada kullanabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Ne yatak, ne yorgan, ne de giyecek... Hiçbir şey’... Kaçarken üzerimizde ne varsa o.. O kadar.. Daha sonra başta her zaman minnet ve şükranla andığımız Hüseyin Usta (Yalçın) olmak üzere dostların yardımıyla barınacak bir ev ve giyecek  sağlanmıştı.  Herkesin otuz Kıbrıs Lirası aldığı, herkesin evindeki nüfusa göre TMT tarafından dağıtılan küçük yuvarlak “mücahit ekmeği”nin bölüşüldüğü o soğuk ve karanlık günleri unutmam mümkün değil...

Ortalık biraz yatıştıktan sonra ise eski bir ev bozması binada okula başlamıştım... Tuzla’dan İskele’ye geldikten sonra ilkokulda uyum zorlukları yaşamıştım. Sonra alıştım. Okul olarak kullanılan binada sabah ilkokul, öğleden sonra ise orta ve lise (Bekirpaşa) öğrencileri öğrenim görüyordu. Binbir zorlukla ve yokluklar içinde okuyorduk...

Ortaokulu bitirdiğimizde ise (1967/68) bizim sınıfı yazda askeri eğitime almışlardı. Onbeş yaşında artık biz de silah tutuyor, kurşun atmasını biliyorduk. Kısa boyumuza, çocuk halimize bakmadan  artık biz de “mücahit” olmuştuk.

Larnaka’da bir çok olayda adı geçen ve “Babutsalar” diye bilinen, etrafı babutsalarla çevrili, ortası da futbol sahası kadar geniş olan alanda, babutsalar doğal bir duvar gibiydi – burası mücahitlerin eğitim alanıydı... Burayı çok iyi hatırlıyorum, hatta burada henüz 14-15 yaşlarında, “mücahit” kılığımla, elde silah, eğitim yaparken çekilmiş bir fotoğrafım bile var...

Bu öğrenci mücahitliğimiz lise sona kadar ve liseden mezun olduktan bir yıl sonraya kadar devam etmiştir. Daha sonra ise mücahitlik bursu ile Türkiye’de okumaya gönderildik. Bu sayede Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İşletme Bölümü’nden 1976’da mezun oldum.  Ancak Kıbrıs maceramız burada bitmemişti....

1970/71 döneminde gittiğimiz ve 1976’da mezun olduğumuz zaman zarfında bildiğiniz gibi, Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’te Makarios’a karşı Yunan subaylarının darbesi olmuş, 20 Temmuz 1974’te ise Herakat yer almıştır.

Kaderin cilvesi sonucu bu olaylarda da Kıbrıs’ta bulundum.

Nitekim, tatil nedeniyle Türkiye’den feribotla  Kıbrıs’a döndükten bir hafta sonra Makarios’a darbe, 20 Temmuz’da da  1974 Harekatı başladı. Bu kez üniversite öğrencisi olarak kendimi savaşın içinde buldum. Evet, 20 Temmuz Cumartesi sabahı Rauf Denktaş Bey’in Bayrak Radyosu’ndan kendi sesiyle yaptığı çağrı ile uyandık. Larnaka’da İskele Deniz Festivali’nin yapıldığı günlere denk gelen Harekat halk arasında büyük heyecan ve coşku yaratmıştı. Çünkü Ada’nın dört bir yanından Türk askerinin çıkartması başlamıştı. Ee, tabii Larnaka da sahil kasabası olduğuna göre askerin en kolay çıkabileceği Türk bölgesi ise bize göre bizdik. Tüm sokakları uçaklar görsün diye bayraklarla donattık. Ben ve arkadaşlarım (başta Halil olmak üzere) mücahitlik yaptığımız eski bölüklerimize giderek görev aldık. Mevzilere dağıldık. Aynı gün öğleye doğru silahlı çatışmalar başladı. Beklediğimiz Türk askeri bir türlü gelmiyordu.  Çatışmaların şiddeti ise giderek artıyordu. Asker ve silah üstünlüğüne sahip Rumlara karşı ne kadar dayanabilirdik? Bayrak Radyosu müthiş bir propaganda savaşı veriyordu. Türk askeri havadan ve denizden  Ada’ya çıkmış ve hızla ilerleme kaydediyordu. Ancak bir türlü Larnaka’ya gelmiyordu. Nitekim de gelmedi. Demek ki biz programda yoktuk. Direnişimiz ertesi gün (Pazar 21 Temmuz) öğleye doğru sona erdi ve Larnaka teslim oldu. Teslim olma haberini ise iletişimsizlikten  dolayı rastgele çevremizdeki komşulardan öğrendik. Bize söylenen “Kaçın da teslim olduk” idi. İnanamadık. Aklımıza ölüm geldi de teslim olma gelmemişti. Ne yapacağımızı şaşırdık. Kalifaça diye anılan bölgedeki ileri mevziden çekilen arkadaşlarla bir sonraki olan bizim mevzide buluştuk. Yakınımızdaki boş bir eve girdik. Evin sahibi de arkadaşımızdı. Ancak ev  sınıra yakın olduğu için evden kaçmışlardı. Üzerimizdeki üniformaları çıkarıp evdeki elbiselerden giydik. Silahların makanizmalarını söküp su kuyusuna attık. Bir anda sivilleştik. Sanki bir saat önce Rum’a ateş açan bizler değilmişiz gibi oradan koşarak uzaklaşmaya başladık. Nereye gideceğimizi de bilmiyorduk. Yolda rastladığımız birisi bize Cennet Sineması’na gitmemizi söyledi. Larnaka halkı oraya toplanmıştı. Yolumuz uygun düştüğü için birlikte olduğum arkadaşım Taner ile birlikte bizim eve gittik. İki gün uzak kaldığımız evde ne annem ne de babam vardı. Ev boştu. Demek bizimkiler de Sinema’ya sığınmışlardı. Hemen Cennet Sineması’na doğru koşmaya başladık. Bu arada Rumlar’ın havan topu atışları tüm şiddeti ile devam ediyordu. Yolda koşarken sokakların terkedilmiş, sağa sola atılmış silah ve malzemelerle dolu olduğunu görünce işin ciddiyetini anladık. Teslim olduğumuz haberi gerçekti. Cennet Sineması’na vardığımızdaki manzarayı anlatmam çok zor. Ana baba günü. Mahşer... Herkes birbirinden haber almaya çalışıyor. Kim öldü kim kaldı. Doğru dürüst bilen yoktu. Bu büyük kalabalığın toplandığı sinemanın yanına ise biz oraya vardıktan kısa bir süre sonra havan mermisi düşer ve evinin avlusunda bulunan tatlıcı Enver Dayı hayatını kaybeder. O havan mermisi sinemaya düşmüş olsaydı kimbilir kaç kişi ölecekti. Sinemada ailemi buldum. Kucaklaştık. Bir süre sonra ateş kesildi. Larnaka’nın ileri gelenleri (Sancaktar, polis müdürü vs) Birleşmiş Milletler askerlerine teslim olduğumuzu, evlerimize gitmemizi, Rumların bize bir şey yapmayacağını söylerler. Bunun üzerine evlerimize döndük. Annemin hazırladığı çorbayı içmeye fırsat kalmadan Rumlar sokaklarımızı işgal etmeye ve erkekleri toplamaya başlamışlardı. Filimlerde gördüğümüz işgal kuvvetleri bu kez gerçek olmuştu. Bizleri Rum kilisesi Aylarzo’nun önünde topladılar. Sonra Lefkaridis’in otobüslerine bindirip stadyuma götürdüler. Stadyumda kimlik tesbitinden sonra sayım yaptılar. Uzun bir bekleyiş sonrası  bir de baktık ki, haber alamadığımız bir grup arkadaşımız üniformalı elleri havada ve de perişan halde başlarında takım komutanları ile birlikte sahaya, yanımıza getirildiler. Meğer bizimkiler teslim olmamak için direnmişler ve ancak sonunda teslim olmuşlar. Rumlar da onları o halleri ile elleri havada sokakları dolaştırmışlar. Birleşmiş Milletler askerlerinin müdahalesi üzerine canlarını kurtarmışlar. Şimdi hep beraberdik. Babam, ben, Amerika’dan yeni dönüş yapan abim Akın, eniştem İsmail Efendi, Amcan Mıstık ve bir çok akraba ve arkadaş...                 İskele ve Tuzla yani kısaca Larnaka halkının yaşlı, genç erkekleri  tutuklanmıştı.                            

Futbol stadyumundan akşama doğru bizi otobüslerle bir binaya götürdüler. Bu bina  ise  Tuzla’da Rum tarafında kaldığı için 1963’te terketmek zorunda kaldığımız Bekirpaşa Ticaret Koleji’nin binasıydı. Okulun arkasında ise Gençler Birliği futbol takımımızın resmi maçlarını yaptığı futbol sahası vardı. Vakıflar’a ait bu büyük arazinin bir kenerında ise Türabi tekkesi vardı. Tekke’yi Rumlar daha sonra benzin istasyonu yaptılar.

Kısacası Rumlar bizi yine Türk malı olan bir  yere tıkmışlardı. Etrafı dikenli tellerle çevrili ve BM askerlerinin denetimindeki bu yerde yaklaşık 860 kişi  66 gün esir kaldık. Esir hayatımız ise bir başka alem.

Esir kampında iken, Türkiye’de üniversitelerde okuyan öğrencilerin başkanı olarak, Birleşmiş Milletler’le de görüşmeleri yürütüyordum. Mücahit komutanlarımız kamp içinde insiyatifi ele alıp iyi bir idari örgütlenme yapmışlardı... “Sabah ola hayrola” diye bize moral konuşması yapan ve günlük gelişmelerle ilgili bilgi veren Erol abiyi (Erol İbrahim Vitsadalı’yı) unutmak mümkün değil...

İkinci Harekat’tan sonra Kıbrıs’taki durum netleşmeye başlar. Radyo haberlerinden öğrendiklerimize göre güneyden kuzeye, kuzeyden güneye göç başlamıştı. Artık doğup büyüdüğümüz, arkadaşlarımızı şehit verdiğimiz toprakları can güvenliğimiz için terkedecektik. O günlerde kimse malını düşünmüyor, canını kurtarmaya, esaretten kaçmaya çalışıyordu.

Kimisi parayla, kimisi kendi imkanlarıyla, kimisi denizden, kimisi karadan binbir zorluk ve tehlikelerle kuzeye, Türk tarafına kaçmaya başlar. Rumlar da güneye... Kuzeye ilk geçen Larnaka Türkleri olur. Leymosun ve Baf daha sonra onu izler.

66 gün süren  esaretimiz Lefkoşa’da Ledra Palace Barikatı’nda Karpaz’dan getirilen Rum esirlerle takas edilmek suretiyle sona erer. Bundan sonra ise iskan sorunu, göçmenlerin sorunları başlar...

1958’lerde İngiliz sömürge idaresinin coplu, dikenli tel örgülü “örfi idaresi”nden (“körfi” yani sokağa çıkma yasağı, sıkıyönetim), 1960’ta kurulan kısa ömürlü Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, 21 Aralık 1963 olayları, barikatlar, yokluklar, sıkıntılar, öğrenci mücahitlik, 1974 Harekatı, üç kez ailece göçmenlik (1958, 1963, 1974),  silahlı çatışmalar, 66 gün esaret ve esirlikten kurtuluş.. Üstelik Türkiye’nin en kanlı en çatışmalı  döneminde  (1971-76) geçen beş yıllık üniversite hayatım...

Bu kadar olaya karşın hayatta kalabilmişsek  ne mutlu bizlere...”

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler… Sevgül Uludağ – Eylül 2006)

 

 

Bu yazı toplam 6915 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar