1.DÜNYA Savaşında Kıbrıs’ta Esirdim-3

Eralp Adanır

Avni beyin anılarının yer aldığı Bozkurt gazetesinin söz konusu sayfalarında, okunma açısından bazı sıkıntılar yaşadığımı bu yazı dizimizin başında da belirtmiştim. Örneğin bugün ilk paylaşacağım 25 Mart 1960 tarihli nüshada anlatının ilk bölümleri maalesef okunmuyordu. Anlatının devamında yer alan “Cenaze Törenleri” başlığıyla bu yolculuğa devam ediyoruz...

 

“Bozkurt, 25 Mart 1960, syf:3

1914 Birinci Dünya Savaşında: Kıbrıs’ta Esirdim (4)

Anlatan: Avni Nalbantoğlu

Röportaj: Salih Çelebioğlu

   Cenaze Törenleri

   Aramızda ölenler için askeri tören yapılırdı. Ölülerimiz hastahanede dinimize göre yıkandıktan sonra ... olduğu bölmenin içerisinde duası yapılırdı... ceset için bol miktarda kapot bezi verirlerdi. Kamptaki duaya bütün herkes iştirak ederdi. Fakat mezarlığa mahdut miktarda kişi götürürlerdi. Mezarlık kasabaya yakın bir yerdeydi. Yolda sağlı sollu silahlı İngiliz askerleri refakatinde tabut mezarlığa götürülürdü. İngilizler ölüye hürmet ederlerdi, cenaze geçerken derhal duruş esas vaziyetine geçilirdi. Ve bu vaziyeti ben ilk defa görüyordum. Mağusa kapısından çıkarken (derhl kule)!!!! (bugün Akkule) üzerinde dolmuş binlerce Türkün ağladıklarını gördük. Bazısı bize katılarak mezarlığa gelirlerdi. Mezarlıkta ölüler toprağa verilirken hazır ol vaziyetinde komutan İngilizlere bir el havaya ateş ettirirdi.

   Cenaze gömüldükten sonra da yine nöbetçilerin nezaretinde ağır ağır kampa gidilir. Şehitlerimizin hemen mezarları yapılıyordu. Fakat bunu kimin yaptığını veya yaptırdığını bilmiyorum. Mezarları da önceden kazılmış hazır bulurduk. İngilizler bunları belki esirlere yaptırıyor belki de kendileri hazırlıyorlardı...

   Bazı zamanlar güreşirdik

   Esirlik hayatımız pek.... beraber yine kamp esareti zaman... şiddetli derecede hissettirirdi. Halkla hiçbir surette temas edemiyorduk. Ancak aramızdan bazıları muhtelif işler için kasabaya indiklerinde temas etmek imkânını bulurlardı. Meselâ bir kısım arkadaşlarımız, nöbetçiler refakatinde Mağusa’daki fırından esirler için ekmek getirirlerdi. Bunun dışında halkla kimse temas edemiyordu. Bu hal bizi çok üzüyordu. Bunun sebebini daha sonra anlatacağım.

   Kampta arkadaşlar sık sık yağlı güreş yaparları. Bu güreşimizi İngilizler hayran hayran seyrederlerdi. Güreşlerin etrafında halka olur ve heyecanla seyrederdik. Ayrıca enstrüman çalabilenlere çaldıkları alet İngilizler tarafından verilir ve kendi aramızda eğlenceler tertiplerdik. Sonra bunlar tekrar iade edilirdi.

   Yemeklerimiz fena sayılmazdı. Yalnız kuru baklayı çok sık verirlerdi. Diğer yemeklerin verilişi normaldi. Daha önce de söylediğim gibi İngilizler dini hislerimize hürmet ederlerdi. Ramazanlarda oruç tutardık. Bu yüzden bize sahurda yemek verilmesi emredilmişti. Hatta bazı İngiliz askerleri oruç tutmayan esirler için bize: “Siz tutuyorsunuz. Bunlar niçin tutmuyorlar?” diye soruyorlardı. Burada yine bir noktaya temas etmek istiyorum. Benim bulunduğum günlerde bize verilen yiyecekler iyi ve doyurucuydu. Fakat bizden önce gelenler için bu farklı olabilir. Harbin çok karıştığı bir devirde gelen bu arkadaşlarımıza yapılan muamele ile harbin sonunda gelen bizlere yapılan muamelenin farklı olması mümkündü. Nitekim esaret günlerinin son zamanlarında bu farkı biz de müşahade ettik.    

 

   Hiç bilmediği belki de adını bile o güne kadar hiç duymadığı Mağusa’da esirlik hayatının sonuna geliyordu Avni bey. Bir buçuk yıllık bu tutsaklıkta biriktirdiği anıların, Kıbrıslı Türklerin sosyal yaşam belleğine önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum.

   26 ve 27 Mart 1960 tarihli iki anlatımını birleştirerek, yazının akışını koparmamak adına sizlere sunmayı tercih ettim. Ve böylece gazeteci Salih Çelebioğlu’nun, Avni Nalbantoğlu ile gerçekleştirdiği bu çok değerli kaynak bilgiyi de arşivimize bir kez daha alırken kendilerini minnetle andığımı belirtmek isterim... 

 

“Bozkurt, 26/27 Mart 1960, syf:3

1914 Birinci Dünya Savaşında: Kıbrıs’ta Esirdim (5-6)

“... Ve bir bir buçuk yıl önce nasıl sessiz sedasız gelmişsek yine ayni şekilde fakat içimiz ümit dolu limandan ayrılıyorduk.”

Anlatan: Avni Nalbantoğlu

Röportaj: Salih Çelebioğlu

      Esaret günlerimizin sonuna doğru işler değişti. Bizi çok sıkmağa başladılar. Bazen her gün sıralanıp sayılıyorduk. Anadolu’da Milli Mücadele başlamağa, millet bir ölüm kalım savaşına katılmıştı. Biz bu olayı Mağusa’daki Türklerden duymuştuk. Kampa hiç gazete sokulmuyordu. O günlerde Kıbrıs’ta “doğru yol” isimli bir gazete çıkardı. (ismini kesin hatırlamamakla birlikte “Doğru Yol” olduğunu düşünüyorum.) ben... ait bu haberi bir defa nöbetçi ile Mağusa’ya indiğimde öğrendim. Bizde yeniden bir heyecan doğdu. Bu durumunun farkında olan İngilizler herhangi bir olaya veya kaçma teşebbüsüne mani olmak için ağır tedbirler aldılar. Mesela bunlardan bir tanesi şuydu. Geceleyin akşam yemeğinden sonra gözlerimiz her yerde yakını göremiyordu. Barakalarda ışık olduğu için iyice görebiliyor ama dışarı karanlığa çıkınca yakını göremiyorduk. Çok defa önümüzde bir duvarın mevcudiyetini uzaktan görür, fakat yakına gidildikçe görmez olurduk. Bu durumun yemeklerde bize farkında olmadan verilen herhangi bir çeşit ilaçtan ileri geldiğini zannediyorum. Bu “körlük” bizzat benim gözlerimde de olmuştu. Fakat tesir sabaha kadar sürüyordu. Gündüzün güneş ışığında hiçbir tesiri yoktu. Fakat bir tesadüf, bize, buna da bir çare buldurttu. Barakanın etrafına –güzel görünsün diye- taze bakla ekmiştik. Bir akşam içimizden biri tesadüfen taze baklaların yapraklarından bir tutam kesip yedi. Bir müddet sonra gözlerinde hiçbir körlük olmadığı dikkatini çekti. Bu arkadaşlar arasında yayılınca taze baklanın taze yaprakları yenmeğe başlandı. Fakat bu vaziyeti farkeden İngilizler ertesi gün barakaların etrafındaki bütün baklaları yolup attılar. Bu hadise esaretimizin son günlerine tesadüf ediyordu. Bundan sonra da bize ilâçlı yemek vermekten vazgeçtiler.

   Bugünkü düşünceme göre bu tedbirin bütün gayesi firarı önlemek içindi. Firar hadiselerinin ekseriyetle gece yapıldığı göz önüne alınırsa, bizi de geceleri pasif bir duruma düşürüp bu imkânı ortadan kaldırmak istiyorlardı. Halkbuki benim bulunduğum müddetçe hiçbir firar teşebbüsü olmamıştı.

   Çünkü firardan sonra en müsait yer İskenderun’a çıkmaktı. Halbuki İskenderun ve havalisi o zaman Fransız işgali altındaydı. Mağusa Türkleri bu konuda bizlere yardım etmeye hazırdılar, fakat Anavatana giriş şartları firardan daha da güçtü. Bir diğer sebep ise teşkilâtlanamamamız idi. Herkes kendi halinde yaşıyordu. Bu söz nedenle kampta hiçbir zaman firar olmamıştır demek istiyorum. Biz gelmezden önce kaçmaya teşebbüs edenler ve hatta kaçanlar olmuş olabilir. Fakat ben bu hususta birşey bilmiyorum. Benim bulunduğum müddetçe bu şartlar yüzünden hiçbir firar teşebbüsü olmamıştır.

   Artık Kurtuluyoruz

   Kurtuluşumuzdan bir ay kadar önce kampta bir şaya dolaşmaya başladı: Esirler İstanbul’a götürülecek. Hakikaten kısa bir müddet sonra altıncı teldeki 100 (!) kişilik bölüm kamptan alındı. Bunun hemen akabinde bizi aldılar. Mağusa’ya gelişimin tam 18. ayında bir sabah bizi sıralayıp saydıktan sonra, depodan yeni elbise dağıttılar ve şahsi eşyalarımızı toplamamızı söylediler. İçimiz sevinç dolu olarak derhal hazırlandık. Bizi asker refakatinde limana götürdüler. Orada askeri bir vapur bizi bekliyordu. Hısarların üzeri yine kadınlı erkekli Türklerle doluydu. Fakat bu defa ağlamıyorlar, ellerinde beyaz mendil, durmadan sallayarak bizi uğurluyorlardı. Ve biz birbuçuk yıl önce nasıl sessiz sedasız gelmişsek yine ayni şekilde, fakat içimiz ümit dolu limandan ayrılıyorduk.

   Kıbrıs’tan ayrılmazdan önce bazı dostlarımın tavsiyesiyle kamp kumandanından bir “bonservis” almıştım. Bunu ileride lâzım olur diye almıştım ve İstanbul’a varınca ne kadar isabetli hareket ettiğimi anlamış oldum. İstanbul’a vardıktan bir müddet sonra, İstanbul’dan Anadolu’ya cephane kaçıranlarla birlikte çalışmaya başladım. Bu çalışmalarımda İngilizlerden aldığım bonservisten çok istifade ediyordum. Fakat birgün yakalanmak ihtimali ile karşı karşıya kalınca vazifemi başka bir arkadaşa bırakarak Anadolu’ya  geçtim.

   *

   Avni Nalbantoğlu’nun anlattıkları burada bitiyor. Sözlerinin sonunda bana kaldıkları kamp ile mezarlığın hâlâ mevcut olup olmadığını sordu. Kendisine, mezarlıkta bir bölmenin şehitlik şekline sokularak bir ziyaretgâh haline getirildiğini söyleyince çok memnun oldu. Sonra da: “İmkân bulsam bu fedakâr ve kahraman arkadaşlarımın mezarlarını ben de ziyaret etmek isterim.” dedi.

   Bugünkü Namık Kemal Lisesi öğrencilerinin bakımını üzerine aldıkları bu şehitlik, işte tarihin böyle acı bir cilvesiyle Kıbrıs Türklerine 1914’ün yadigârıdır. Bu yadigâra göstereceğimiz hürmet şüphesiz ki her şeyin fevkinde olacaktır. SON”