1 Mayıs: Emek Eksenli Siyaset ve Sınıf Mücadelesi

1 Mayıs: Emek Eksenli Siyaset ve Sınıf Mücadelesi

 

Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu üyesi
celalozkizan@yahoo.com


1970’lerden itibaren temelleri atılan ve 1980’lerde dünyayı kasıp kavurmaya başlayan neoliberal dönüşüm herkesin malumu. Neoliberalizm, sermayenin emeğe karşı çok çeşitli alanlardaki saldırısına verilen en genel ad. Bu alanlar arasında çalışma hayatındaki emek-sermaye ilişkilerinin ve çalışma ile istihdam formlarının yeniden düzenlenmesi; sermaye lehine yeni kurumsal ve idari düzenlemeler ve vergi düzenlemeleri; devlet yapılarının neoliberal sermaye birikimi modeline göre yeniden yapılandırılması; tüketim alışkanlıklarının ve talep yönetiminin yeniden organize edilmesi; iş yeri alanında emekçilerin örgütlü mücadele vereceği yegâne örgütlenmeler olan sendikalara karşı amansız bir saldırı ve dahası. Tüm bunlar, neoliberal dönüşümün yaşandığı her yerde olduğu gibi Kıbrıs’ın kuzeyinde de, elbette Kıbrıs’ın kuzeyinin kendi özgün toplumsallığı çerçevesinde, on yıla yakın bir süredir gerçekleşmekte. 

Ancak Kıbrıs’ın kuzeyinde, neoliberal dönüşümün çok önemli boyutlarından biri olan “ideolojik saldırı” kısmı genelde es geçilmekte, ya da eksik bir biçimde tartışılmakta. Neoliberal dönüşümün belki de en büyük zaferi, ideolojik alanda kurduğu güçlü hegemonya olageldi. Hegemonyanın kurulma ve işleme süreçleri çok karmaşık ve ilişkisel olduğundan, bu yazıda uzun uzadıya neoliberal hegemonyanın kuruluşu ve işleyişi üzerinde durulmayacak; onun yerine bu kuruluş ve işleyişin belli yansımalarının Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasal tartışmalar bağlamındaki etkisi irdelenecek.

***

1980’lerle birlikte, neoliberal dönüşüm beraberinde “kamusal alan”ın sınıf mücadesinden ve hatta bir açıklama ve mücadele aracı olarak “sınıf” kavramından “temizlenmesini” gerektirdi. Akademik ve entelektüel düzeyde “kültürel dönüş” ya da “postmodern dönüş” biçiminde yansımasını bulan bu “temizleme” işi, elbette akademik ve entelektüel düzeyden pek çok kişi tarafından “nasıl olur da sınıf mücadelesinin ve sınıfsal tartışmaların egemenler eliyle kamusal alandan çekildiği bir ortamda, tesadüfe bakın ki, akademi ve entelektüel ortamda da böyle bir dönüşüm yaşanır” diye sorgulanmadı. Bu “temizleme operasyonu”nun en büyük başarısı, toplumsal bütün meselelerin sınıfsal içeriğinden soyutlanmasıydı. Hal böyle olunca, toplumsal cinsiyet eşitliği, ekoloji, demokrasi, çeşitli hak meseleleri ve bunlar gibi tüm gayet önemli ve yakıcı konu ve sorun, sınıfsal içeriği boşaltılarak soyut bir düzeyde tartışılmaya başlandı. Bu soyutlamayı veri alarak yapılan tartışmalar ne kadar iyi niyetle olursa olsun ve bu tartışmayı yürüten kişiler kendilerini ister “sosyalist” ister “demokrat” olarak adlandırsın, en nihayetinde ortaya şunun gibi garabetler çıktı: Başta Avrupa büyük sanayici sermayesi olmak üzere Avrupa büyük sermayesinin çok önemli etkileri olduğu özünde sınıfsal bir proje olan ve en nihayetinde Avrupa Birliği’ne ulaşan Avrupa’nın ekonomik entegrasyonunun altı boş “demokrasi” ve “refah” kavramları çerçevesinde tartışılması; IMF’nin yapısal(neoliberal) uyum programlarını uygulamaktan ve neoliberalizmin en acımasız uygulamalarını hayata geçirmekten sorumlu AKP hükümetinin, soyut bir “askeri vesayet-demokrasi” çerçevesinde tartışılması...
Örnekler elbette çoğaltılabilir ancak son Yunanistan krizi bağlamında AB’nin, emeğe ve emekçilere başlattığı topyekün saldırıların sonuçlarının iyice ortaya çıkmasıyla AKP’nin “sınıf foyası” ortaya inkâr edilemez bir biçimde çıktığından bu örnekler yeterli olacaktır.

Neoliberal hegemonyanın daha vahim değilse bile, açığa çıkarılması daha zor hasarlarından biri ise, “demokrasi” ya da “insan hakları” gibi soyut kavramlara tutunarak egemenlerin söylemlerinin peşi sıra sürüklenenlerin dışında kalan bir çevre üzerinde oldu. Bu çevre, dünyadaki gelir eşitsizliğinin, yoksulluğun ve ekolojik sorunların fazlasıyla farkında ve bu sorunları da ciddiye alıyor. Soyut kavramların çerçevesindeki söylemlerin etrafında dolanmak yerine de, pek çok zaman somut politika önerileri yapabiliyor ve alternatif uygulamalar da önerebiliyorlar. Ancak burada esas olan sıkıntı; gelir eşitsizliği, yoksulluk ve ekolojik sorunların özelde sermayenin saldırıları geneldeyse emek-sermaye ilişkileri ve çelişkileri bağlamında ele alınmamasından kaynaklanan yetersizlikler. Böylece, örneğin bazı hak temelli yaklaşımlar, yer yer toplumsal muhalefetin işine yarayabilecek demokratik bir zemin sunuyor olsalar bile, kapitalizmin sistemik bütünselliğini gözetmediklerinden, kalıcı/yeterli dönüşümlere olanak sağlamıyorlar. Mesela önceden IMF’de çalışan ve Dünya Bankası’nın baş ekonomistliğini de üstlenmiş olan Joseph Stiglitz, son 15 yılın –görünürde- “en sıkı” küreselleşme ve neoliberalizm eleştiricilerinden. IMF’nin bir dönem başkanlığını yapan Strauss-Kahn ise, “sosyalist” kimliğini dile getirmişti. Bu garabeti en özlü şekilde şöyle dile getirebiliriz: Neoliberalizm hem iktidarın en güçlü kesimi, hem de muhalefetin. Evet, hem yöneten, hem de kendinsinin eleştirileceği ve kendisine karşı çıkılacak sınırları çizen bir hegemonik güçten söz ediyoruz kısacası. Eğer niyetimiz “güleryüzlü bir kapitalizm” –ki böyle bir şey mümkün değil- yaratmak değil de sosyalizmi kurmaksa, ideolojik anlamda net olmak en önemli gereksinimlerimizden biridir.

Kıbrıs’ın kuzeyi ile ilgili kısma geçmeden önce son olarak belirtmekte fayda var: dünyayı sınıf ilişkileri ve çelişkileri çerçevesinden anlamlandırmak, başta toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ekoloji sorunları olmak üzere diğer sorunları önemsiz kılmak ya da onlara tali bir önem atfetmek elbette değildir. Reel sosyalizm deneyimleri ile ve on yıllardır gerçekleşmekte olan toplumsal hareketlerle hesaplaşmamış gelenekçi sosyalistlerin böyle düşünüyor olması, sınıf mücadelesinin toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ekoloji, kimlik ve hak sorunlarını dışladığının göstergesi elbette değildir. Sınıf mücadelesini merkeze almanın dile getirdiği en temel şey, toplumsal ilişkilerin temel dinamiğinin emek-sermaye çelişkisi olduğu ve buna bağlı sorunların, bu dinamiğin ittirici –ya da tersine çevirici- gücü ile şekillendiğidir; yani ortada bir “çeşitli sorunlar arasında önem ve değer sıralaması” yapmak yoktur: Mesela savaş karşıtı olmak elbette önemlidir, ancak savaşları, sermayenin birikim krizleri/ihtiyaçları ve yeni pazar arayışları çerçevesinde anlamlandırmadan, savaşların önüne geçmenin gerçek bir yol haritası çizilemez.

***

Kıbrıs’ın kuzeyi de, ideolojik düzeyde, aynı tahribatlardan elbette muzdarip. Bu tahribat da sadece sağ ve liberal söylemlerle değil, sol terminolojiyi kullananlarca da oluşturuluyor demek yanlış olmaz. Kadının yıpranma payını kaldıran ya da buna karşı sessiz kalan kadın hakları savunucularından tutun da, Karpaz’a yol ya da elektrik götürülmesine katkıda bulunup çevreci olanlara kadar solda bu yelpaze geniş. Sağın yeni yükselen ‘değeri’ ise, “temiz toplum” söylemiyle sınıfsal çelişkilerin üstünü gizleyen cephe. Bu cephenin analizi çok önemli olmakla birlikte, bu yazıda uzun uzadıya tartışmak mümkün olmadığı için kısaca değinip geçelim: “Popülizm eleştirisi” başlığı altında toplumdaki yolsuzluk, verimlilik ve meritokrasi gibi meselelerin sorunsallaştırılması bize özgü değil. Yakın coğrafyamız olan Türkiye’de bu tartışmalar başta “ithal ikameci” 61-80 dönemi olmak üzere sıkça tartışıldı. Latin Amerika bağlamındaki popülizm tartışmaları ise yine aynı dönemlerde çokça yaygın. Bu yaklaşım, belirtildiği gibi, sınıfsal çelişkilerin üzerini örtüyor ve “yolsuzluk”, “haksız vergilendirme” ya da “kaynak aktarımı/yeniden dağıtım mekanizmaları” gibi emek-sermaye ilişkilerini iktisadi anlamda yeniden düzenleyici, talep yönetimini yeniden organize edici ve emek mücadelesini saf iktisadi taleplerle sınırlandırmaya çalışan hegemonya kurucu işlevleri tamemen göz ardı edip, soyut bir “temiz toplum” söylemine yaslanıyor. Lafı uzatmayalım ama her ne kadar ilgisiz gibi duyulacak olsa da, “temizlik” vurgusunun milliyetçi söylemdeki tarihsel yeri hiç de hafife alınır cinsten değil(1). Soldan bakıldığında, örneğin ticaret kökenli ilkel sermaye birikimi girişimlerinin Kıbrıs’ın bölünmesi açısından iç dinamiklerde oynadığı rolü tamamen göz ardı ederek ya da buna bir değinip geçerek soyut bir “milliyetçilik” tartışması yapılması çok yaygın. Yine solda, özelleştirmelere karşı çıkanların bir kısmı açısından bile, “kamuya kapağı atıp çalışmadan maaş çekmek”, “kamu sektörünün verimsizliği” ve/veya “kamuda alınan yüksek maaşlar”  gibi tartışmaları, tarihsel bağlamından kopararak Kıbrıslı Türklerin üretimden neredeyse tamamen ve tarımdan ciddi oranda koparılması ile ilişkisi içinde okumadan yapılan yorumlar da çok yaygın. Bu süreci tersine çevirmeye dönük alternatif kalkınma önerilerini, tarihsel gelişmeleri ve olguları hiçe sayan bir Ricardo’cu mukayeseli üstünlükler yaklaşımıyla çürütmeye çalışan sayısı ise hiç de az değil. Çözüm ve barış meselelerini bile soyut bir “yeniden birleşme” temelinde tartışan, “taban inisiyatifi” meselesinin ancak Kıbrıs’ın kuzeyinde ve güneyinde süren neoliberal politikalara karşı direnen emek hareketlerinin ortaklaşmasının doğuracağı filizlenme ile kitleselleşebileceğini göz ardı ederek soyut bir “ayrılıkçılara karşı barış ve birleşme isteyen iyi ve güzel insanlar” söylemine dayandırmak da çok yaygın (yanlış anlaşılmasın; Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi yönünde tabandan atılan salt demokratik ve barış yanlısı adımlar bile, çok değerlidir. Burada vurgulanmak istenen, böylesi bir taban inisiyatifinin dayandığı temellerin sınırlılığıdır).

Peki Öyleyse Ne?
Kıbrıs’ın kuzeyine odaklanacak olursak; bugün üç ana kulvar, emek-eksenli mücadeleyi ilerletmek açısından hem çok çetin ama hem de çok elverişli: Birincisi, amasız şartsız Göç Yasası’nın tamamen kaldırılması mücadelesi; ikincisi, Kıbrıs’ın kuzeyinde artık tamamen patronların yüzsüzlüğüne dönüşmüş olan özel sektördeki çalışma koşullarına karşı en etkili yöntem olan özelde sendika zorunluluğu mücadelesi ve üçüncüsü, kayıt-dışı emek meselesinin, emek lehine bir çerçevede ciddi ciddi gündeme alınmaya başlanması. 1 Mayıs’ın anlamı ancak buralardan çıkar.

 

------------------------------------------------------

Notlar
(1) Bu konuda özgün bir makale için bakınız: Milliyetçiliğin İdeolojik Haritasında Temizlik Fikri: Almanya’daki Ülkücü Gençler Örneği - Emre Arslan. Praksis dergisi, sayı 35-36.

Dergiler Haberleri