Gittikçe yoksullaşan, memur ağırlıklı bir orta sınıf toplumu olarak, yarın birçoğumuz gözümüzü piknik alanlarında açacağız. Gelir seviyesinde yaşanan erozyondan dolayı, masanın üzerindeki içki markalarında değişim ve kişi başına düşen porsiyonlarda azalma yaşansa da, mangallardan yükselen duman, burunları fetedecektir. Tabi ki çizilen senaryo, günün esas muhatabı için bu yönde şekillenmeyecektir. Çünkü ülkemizde, özel sektörün tamamında sendikalaşma yoktur ve buna bağlı olarak toplu iş sözleşmeleri aracılığıyla hakların korunması da mümkün değildir. Hâl böyle olunca, işçi bayramının tatil olması, işverenin iki dudağı arasında kalmaktadır. Tabi ki yasal yönden bir ceza belirlenmiştir. Ama genel olarak sermayenin hangi koşullarda kâr oranına kâr kattığı düşünüldüğünde, işçi çalıştırmanın cezası olan miktar da çoğu işveren için devede kulak kalmaktadır. Belki de bu noktadaki eksikliğin giderilmesi için, böyle bir ihlâl gerçekleştiği zaman, işverenlerin daha ağır koşullarda cezalandırılmasını öngören değişikliklerin mevzuata dâhil edilmesi gerekmektedir.
İki üç gündür, siyasilerin ve kimi iş yeri sahiplerinin, gerek Meclis kürsüsünden gerekse sosyal medya aracılığıyla atışması, konuyu tenis müsabakasına dönüştürmüş vaziyette. Meselenin esas öznesi olan işçilerin ve örgütlü olabildikleri sendikaların ciddi bir tavır alıp, tartışmada ağırlıklarını hissettirememiş olmaları büyük bir eksikliktir. Tüm bunlar, çalışma hayatındaki haklar, insan özgürlüğüne duyarlı bir iş dünyası yaratılması ve sömürü karşıtlığı üzerinden örülmediği sürece, İşçi Bayramının önemi “zavallı işçilerin 1 günlük tatil hakkı” seviyesine indirgenecektir. Tarihten bugüne kadar yürütülen mücadeleler, ödenen bedeller ve işçi hareketleri sonucunda elde edilen kazanımlar da önemsizleşecektir. Böylece sanki bu bir hak değilmiş gibi, işçilerin çalıştırılmaması bir özveri, bir lütuf gibi lanse edilecektir. Bunu yapan işyerleri de alkışlanacaktır. Gönlünüz emekten yana atıyorsa, bu tavır kabul edilebilir değildir. Ayrıca hiçbir işveren, işçisinin 1 Mayıs günü çalışmak istediğini söyleyip, yaşatacağı sömürüyü meşrulaştıramamalıdır.
Tartışmalar devam ederken, işçilerinin çalışmak istediğini ve toplumun da bu yönde bir talebi olduğunu söyleyen bir market sahibine, ilgili bakan Zeki Çeler “sen önce kayıt dışı işçi çalıştırdığın için verilen cezaları öde, asgari ücret altında ödediğin maaşları düzelt” diyerek cevap vermiştir. Bu noktada yine aklım karışıyor. Demek ki memleketteki yasalar o kadar hafif ki, bu gibi suçlar işleyen işverenler, paralarına para katarak büyümeye devam edebiliyorlar. Sıra işçi haklarına geldiği zaman da bol keseden atıp tutuyor, hatta yüzleri bile kızarmadan açıklama yapabiliyorlar. Adalet terazisi bizde yanlış işliyor. Esas yapılması gereken, güçsüz konumda olanı haklar ile donatıp sömürü karşısında durmasını sağlamakken, asgari ücretin yaygın olarak kullanıldığı özel sektör çalışanlarının omuzlarındaki yük, her geçen gün artıyor. Bu noktada sosyal devlet ilkesine sahip bir iktidarın, geldiği yol ayrımında bir karar vermesi gerekmektedir. Hiçbir hükümet yetkilisi, işverenlere laf yetiştirmek zorunda değildir. İşçilerin haklarını sağlayarak, mevzunun esas öznesinin mücadele etme alanını güçlendirebilir. Böylece sömürü koşulları yeşerecek alan bulamaz. Mesela özel sektörde sendikalaşma bu yönde atılacak en bilindik adımlardan biridir. Örgütlü duruş, tarihten bu güne değin dayanışmanın verdiği rüzgarla kazanım elde etmiştir.
İş dünyasında yaşanan sorunlar tüm işçiler için geçerli olmakla birlikte, kimi kesimler daha fazla mağdur olmaktadır. Özellikle yabancılar ve ev içi işlerde çalışan kadınlar çoğu zaman güvencesiz, kayıt dışı ve esnek çalışma koşullarına mecbur bırakılmaktadır. Bu iki grup aynı kesimde birleştiğinde, yani yabancı ev işçisi kadınlar söz konusu olduğunda vahim bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Uzakta bir yerde olmuş gibi lanse edilse de, adanın güneyinde (burnumuzun dibinde) gerçekleşen kadın ve çocuk cinayetleri ile, ırkçılığın yoksullar üzerindeki yok edici etkisini yakından deneyimledik. Kıbrıs’ın kuzeyinde de geçtiğimiz aylarda bulunan ve uzun zamandır kayıp olan Vietnam uyruklu Dam Thi Hop’a ait olduğu söylenen kadın cesedi de bu kadınlardan biri olabilir. Öyle olsa bile, KKTC yönetiminin bu konudaki sorumluluğu bitmiyor. Özellikle ev işçilerinin hakları konusunda pek başarılı değiliz. İş Yasası’nda bir çok boşluk var. Çocuk – hasta bakımı, temizlik işleri gibi tanımlabilecek alanlara ilişkin ayrıntılı yasal düzenlemeler yok. Bu noktada hazırlanacak mevzuata ışık tutacak bir sözleşme mevcut.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 186 sayılı “Ev İşçileri İçin İnsana Yaraşır İş” sözleşmesi ve 201 sayılı Tavsiye Kararı bize yardımcı olacaktır. Sözleşmenin giriş kısmında belirtilenlere bakacak olursak, aslında sorunun ne olduğunu da anlayacağız. Buna göre Sözleşme: “Ev işlerinin değer kaybettiği ve görünmez hâle geldiği, bu türden işlerin esas olarak kadınlar ve genç kızlar tarafından yapıldığı, bunların önemli bir bölümünün göçmen ya da kimi avantajlardan muaf ülke vatandaşları tarafından yapıldığı, ev işçilerinin istihdam ve çalışma koşulları bağlamında ciddî ayrımcılığa uğradığı ve diğer türden insan hakları ihlallerine maruz kaldığı” tespitini yaparak, tüm uluslara egemen olan bir sorun ile karşı karşıya olduğumuzu vurguluyor.
Başta değindiğim gibi, gerek yasal gerekse kurumsal kazanımları elde etmenin yolu, stratejik adım atabilme becerisinden geçiyor. Bu noktada sendikaların da, şapkalarını önlerine koyup, düşünmeye, farklı hareket alanları kurmaya ve sendikal mücadeleyi dönüştürüp işlevsel hâle getirmeye ihtiyaçları vardır. Bilindik yollar artık tükendi. Belki de özne olabilmek ve işçiler adına konuşma hadsizliğini gösterenlere gereken cevabı verebilmek için yapılması gereken budur.