“1982 yılıydı, Hamburg’da Yeşiller Partisinin büyük kongresi yapılıyordu. Kürsüde Rudolf Bahro vardı; Doğu Almanya’da rejime muhalefet eden, daha sonra “Alternatif” adlı kitabı nedeniyle 8 yıl hapis cezasına çarptırılan ve ama Batı’da yükselen büyük tepkiler nedeniyle Batı Almanya’ya sürülen Rudolf Bahro…
Bahro, Yeşillerin kurucularından idi ve konuşmasının konusu (kapitalist veya sosyalist) endüstrileşmenin tahrip ve yok ettiği Doğanın-Çevrenin nasıl korunacağı idi. Bahro mealen, birbirinden esasta farklı iki tür siyaset yapış tarzı olduğunu anlatıyordu. “Birinci tarz”, diyordu, “saatin 12’ye çeyrek kala olduğu üzerine kurulan siyasettir.”
Buna göre, henüz vakit çok geç değildir, kurtarılacak ve korunacak bir şeyler vardır. Ve önerilen siyaset, “geç kalmadan; yıkımın ve tahribatın önünün alınması için atılacak adımlar” üzerine tartışmaktır.
Bu mantıkta siyaset yapanlar, önerileri veya beklentileri olmayınca, saatin 12’ye daha da yaklaştığı düşünürler. Durum kötüleşmekte olduğu için, büyük bir karamsarlığa düşerler. “Eyvah, mahvolduk, artık bu gidiş durdurulamaz”, diyenlerle, “hayır henüz daha yapılacak şeyler var”, diyenler tartışmaya girişir…
Karamsarlar ve iyimserleri olan siyasi tartışmalar yapılır ama temel mantık aynıdır. Saat 12’ye çeyrek vardır ve bu gidiş durdurulmalıdır.
“Oysa bir de ikinci tarz siyaset yapma tarzı vardır”, diyordu Bahro… Saat 12:15’tir, yani korktuğunuz şey çoktan olmuştur. Kurtarılacak bir şey yoktur artık. “Saat 12 olmadan” telaşına, heyecanlanmalarına, moral yıkıntılarına gerek yoktur çünkü artık, kurtarılması gereken şeyler yoktur… Engellenmesi gereken, gelmekte olan bir felaket de söz konusu değildir… zaten felaketi yaşamaktasınız.
Şimdi bu durumda ne yapılması gerektiğini düşünüyorsanız, onu söyleyin.
Bahro, Yeşil parti siyasetinin 12:15 üzerine kurulmasını öneriyordu.”
Taner Akçam, 5 Temmuz 2015 tarihinde Ahval’de yayınlanan ve kısa bir kısmını alıntıladığım yazısında yeni bir kavram üzerinden bizi yeniden düşünmeye davet ediyordu. “Umdenken”, Almancada “düşünme tarzını değiştirmek”, hatta “düşünmeyi tersine çevirmek” diye okunabilecek bir kelime.
Yani diyor yazar, toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek isteyenlerin bazı bildiklerini tersine çevirmek, içinde bulunduğumuz durumu farklı okumak ve “en kötü” ile “idare eder” arasında sıkışıp kalmamak. “Kaybetmişlik ve moral çöküş” ile “ durum o kadar kötü değil” arasında gidip gelmemek.
Bunun adı bence “gerçekle yüzleşmek”tir. Çünkü mücadele süreçleri çoğu kez, çeşitli güçlerin etkisi altında gerçeği elimizden alır götürür. Olmayacak bir şey, bir kurgu üzerinden yaratıldığı iddia edilen hiçlik için mücadele ettiğinize inanır, ölümüne kavga verirsiniz. Hatta hayatınızı belki ailenizi bile kaybedersiniz. Devletlerin ideolojik aygıtları, bu güçlerin başında gelir. Sürekli bir olağanüstülük hali ile yaratılan düşmana karşı siperden sipere koşar durur kitleler.
Kıbrıs’ta saatin 12.00’yi geçtiğine dair olan kanaatim açıktır. Bu bir sinizm olarak asla okunmamalı. Artık birşey olmaz, olamaz noktasında kesinlikle değilim, tam tersi. Verili durumun, Kıbrıslı Türklerin kendi kendini yönetme iddiasını ciddi anlamda aşındırdığını düşünüyorum. Bu noktada temele, öze inmek daha bütünlükçü bir program ortaya koymak gerekir.
“Demokrasi ve barış siyaseti”nin kendini yeniden oluşturması ve halkın varlığı ile doğrudan ilintisi olan bu siyasetin, cesaretli bir şekilde tartışılmasının zamanı gelmedi mi?