Erhan Öze
Kıbrıs, kolonyal dünyanın her yerinde olduğu gibi farklı kolonyal fikirlerin kendilerini yeniden inşa ettiği olağan bir alandır. Bu olağanlık üreticileri önceleri Anglo-Saksonlar, Ortodokslar, Müslümanlar ve az da olsa Latinler olarak, sonraları ise “İngilizler”, “Yunanlılar”, “Türkler”, “Maronitler” olarak tanımlanacaklardır. Bu bağlamda toplumsal olanı, dinsel tanımlamalardan milliyetçilik söylemleri merkezinde olan tanımlamalara taşımak, toplumsal ayrışmaları bir anlamda daha görünür kılmıştır. Bu durum mimari temsillere de yansımıştır ve her farklı grup kendine yakın gördüğü diğer toplumsal alanlar ile mimari üretimini aynılaştırmaya ve onlarla bir dili konuşmaya çalışmıştır. Farklı grupların aynı mekân içerisinde var olma durumu ise mimari üretim sahnesindekileri çeşitlendirmiştir. Fakat bu çeşitlilik post-kolonyal eleştirmenlerin bahsettiği kültürel çoğulluk/çeşitlilik üzerinden algılanmamalıdır. Çünkü çeşitlilik, temel anlamda melezliğin kanonik olan anlamından değil, herhangi bir zihinsel beden olarak insan formunda mekân üreten varlığın herhangi bir diğeri ya da herhangi öteki türleri ile iletişimi sayesinde; yani daha bağlamsal koşulda doğada var olan her şeyle melezleşmesi sonucunda var olmaktadır. Bu anlamda her bir varlık [Hayvansal yaşam alanları ve insansal yaşam alanları da bu ilişkilerin içerisinde var olmaktadır, çünkü doğa onu işgal eden ya da daha yumuşak bir dille onu kolonize eden tüm topluluklara kendince, kendi bağlamları ve doğasal döngüsü ile bir denge kurmaktadır] melezlenmenin mekânı olurken, etrafındaki varlıkların da melezlenmesine neden olmaktadır. O yüzden de kültürel kategoriler üzerinden kurulan ayrışma sadece söylemsel düzlemde, kültür kavramı üzerinden koşullanan hallerde geçerliliğini kurmaktadır. Yoksa kültür, kültürel, “kültürelcilik” [Kültürelcilik; “metodolojik olarak sosyal ve tarihsel sorunların, soyut kültür sorunlarına indirgenmesi çevresinde belirginleşen düşünsel yönelimler bütünü” olduğu ve bu nedenle “sadece toplumlar arasındaki hegemonyacı ilişkilerin meşrulaştrılmasından değil, aynı zamanda toplumların içindeki sömürü ve baskı gibi hegemonyacı ilişkilerin bulanıklaştırılmasından da sorumlu” kavram (Dirlik: 2005, s. 48)] gibi çok içerleyici fakat aynılaştırıcı modern kavramların yokluğunda toplumsal olan kendi özgürlük alanını daha iyi kurabilmeyi başarabilir. Bu yüzden de iletişimsel olanın üzerinden aktarılanlar, edinilenler ve ona bağlı olarak içselleştirilerek her bir bireyi ve yapıyı kuran kolonyal bilgi kaynakları ya da icatları melezdirler ve kültür dışında sayılmalıdırlar. Kültür içindeki çoğulluk üzerinden söylemleştikleri andan itibaren kendi toplumsal alanlarının içerisine hapsedilmeye çalışılırlar. Bunlar, gerek toplumsal olanın kendi içindeki baskısı olarak adlandırılabilir, gerekse toplumlar arası baskı aracına da dönüşebilirler. Bu da benzer düşünsel alanların toplumlar arası uzamsal varoluşlarını engellemek ve toplumu kültür üzerinden sınırlamaya çalışan hegemonik ulus devletlerin ya da imparatorlukların iş bölümüne denk gelmektedir.
Temelde problem kültürün aynılaştırıcı yanılsamasıdır. Toplumlar, kültür tanımının hayal ettirmek istediği gibi homojen kategorilere hiçbir zaman sahip olmamıştır ve olmayacaklardır. Çünkü her bir zihinsel beden kendi bağlamsal varoluşunu tarif eder. Bu varoluş içerisinden de farklılıklarını ortaya koyar. Kültür yoksa ne vardır peki? Tekrar eden bölgesel pratikler söz konusudur. Bu pratikler sürekli olarak toplumsal olanı insanların birbirleri ile olan ilişkileri üzerinden kurgular. Bir grubun diğer grupla olan ilişkisi ise her bir toplumsal alan içerisinde var olan pratiksel alanlar üzerinden kurulur. Bu yüzden de her farklı zihinsel beden, bir diğer toplumu o grubu onlara tanıştıran çevresel kurgu içerisinde tanır. Hâlbuki kültür kavramı her şeyi içerlemeye çalışmaktadır. O yüzden de kültürel çeşitlilik ve bunun üzerinden de kültürel alışveriş, melezleşme gibi kavramları oluşturmaktadır. Melezleşme de kültür tabanlı bir ayrışmadan hayal edilmeye çalışıldığı için, kelimenin özündeki yabancılaşma hali sınırlanmaktadır. Özellikle zihinsel bedenlerin kendilerini kolonize edebilecekleri eğitsel alanları seçtikleri andan itibaren, melezleşme kavramı kültür kavramının hayal ettirmek istediği kısır alan içine sığmaz ve her bir bireyi bir diğerinden ayrılmaya başlar. Çünkü her bir zihinsel beden kendi içine doğduğu toplumsal alanın yabancısı ve ötekisi olabilmektedir. Aynı zamanda herhangi bir başka pratik alanının aktarıcısı da olmaktadır. Bu yüzden de melezlenme kültürler arasında değil, tekrar ederken evrilen pratikler arasında, her iki farklı pratiğe sahip bedensel zihinlerin birbirine değmesi sonucunda gerçekleşmektedirler. Bu durum aynı toplumsal alanı paylaşan gruplar arasında olabileceği gibi her farklı coğrafyada yaşayanların yan yana gelmeleriyle de olabilmektedir. Bu bağlamda Kıbrıs’ta İngiliz Koloni döneminde vuku bulan yapılar farklı kültürel melezlenmelerin elçileri olan mühendisler ve mimar-mühendisler tarafından inşa edilmişlerdir. Her farklı toplumu temsil eden örnekler farklı toplumsal kanallar üzerinden adaya taşınmaktadır. Bu anlamda sadece yerliler değil ötekiler de öğrenmektedir. Kendi ve öteki ayrışması ise her bir farklı topluluk içerisinde farklı yanılsamalar yaratmaktadır. Çünkü adada bir anda birçok farklı kolonyal icat inşa edilmekte ve temsiller kurmaktadır.
Yunan Krallığı ve Neo-Grek Mimari
Dönemin büyük güçleri 1832’de Londra’da gerçekleştirdikleri toplantıdan sonra Yunanistan Krallığı’nı kurmaya karar verdiler. Avrupa ile olan aristokratik bağını ise Bavyeralı Prens Otto’yu yeni kurulacak krallığın başına geçirerek sağladılar ve böylece Yunanistan Krallığı’nın kurulacağı topraklar üzerinde yeni bir dönem açmayı ve kültürüne rahatça müdahalede bulunmayı amaçladılar. Bavyeralı Otto bu iş için biçilmiş karekterdi; “Almanlar onun gücünü Mitik Atreus’un oğlu olan Agamemnon’dan aldıklarına inanıyorlardı” (Stoneman, 1996: 358) ve Yunan Krallığı’nı var edecek aşkın güce sahip olduğuna “Yunanları” da inandırmak niyetindeydiler. Bu amaçla az nüfusuyla seyrek ve antik yıkıntılar arasında kurulmuş Atina’yı başkent ilan etmişlerdi. Ve öncelikle, özellikle Yunan karakterini bozduklarına inandıkları Osmanlı’dan kalanları ortadan kaldırdılar. Amaçları Avrupa benzeri bir “ulus” inşa etmekti ve Yunan topraklarını “oriental” olanlardan uzaklaştırmaktı. İşi icra edecek olanlar ise Avrupa’da eğitim almış Yunan ve Avrupalı, özellikle Alman ve Hollandalı romantiklerdi. Kafalarında düşledikleri ise, modern yaşamın temelini attığına inandıkları Helenlerin kültürlerini, o döneme kadar bulunan Antik Yunan kalıntılarından yeniden diriltmekti (Hamilakis 2007: 76). İlk hedefleri ise Parthenon’du; burası Kral Otto’nun Yunanistan’ı var edenin ne olduğunu, orada ilk kez taç giyerek Atinalılara yeniden gösterdiği ve antik olanın şerefinin sahibine iade edildiği yerdi; bu amaçla Parthenon’un yıkıntıları arasında var olan camiyi yıktılar. Bundan sonraki iş ise Akropolis ve çevresindeki tüm kalıntıları “barbar” karakterlerden kurtaracak olan Danimarkalı kahraman mimar Leo von Klenze’ye kalmıştı (Hamilakis, 2007: 59). Bu barbar karakterler arasında onları kullananlar da vardı. Özellikle Parthenon’un taşlarını satan papazlar ilk iş olarak tüm arkeolojik yapılardan uzaklaştırılmıştı. Tek hedef yapıları kutsallaştırmak ve onları ziyaret edilen nesneler haline çevirmek değildi; bir yandan da özlerini kaybetmiş Atinalılara neyin Yunan ve onlar için önemli olduğunu göstermek amaçlanmaktaydı. Gallant durumu şöyle açıklar;
“Helen devleti ve entelijansiyasının popüler kültür üzerine yaptıkları müdahalelerle, büyük grupların icat edilmiş Yunan kimliğini içselleştirmelerini ve Helenizmin yeni vizyonunu kamusal mekana kazınmasını sağladılar. Aynı şekilde devrim sırasında yıkılmış yerleşimlerin yenilerini kurarken, özellikle batıda uygulanan kurallara bağlı kalınmasına özen gösterdiler; her şey grid planlar üzerine planlandı, kamu binaları ve evler Neo-Grek ya da Neo-Klasik stilde üretildi. Böylece yeni yerleşimlerde eski Osmanlı kalıntılarını ortadan kaldırıp antik Yunan canlandırmacı formlarıyla mekanı yeni bir imaja büründürdüler. Fiziksel değişimin yanında mental olarak insanların yeni yaşam alanına ayak uydurmaları için yüzlerce Slav ya da Helen olmayan kırsal köyün ve yerleşimin isimlerini tamamıyla Yunanca isimlerle değiştirdiler” (Gallant 2001: 73).
Hamilakis ise bunun, krallığı yönetenler tarafından, var olan yapı stoku arasında antik yapıların isimlerinin kurumsallaştırılarak Yunanistan’ı neyin kötü ya da iyi olarak temsil edeceğine işaret ettiklerini, geriye kalanları ise sadece bir yapı malzemesi olarak adlandırdıklarını (Hamilakis: 2007) ve Avrupa’nın tanımadığı estetik koşullar temizlendikten sonra yerlerine Neo-Grek yapıların yeniden inşa edilmeye başladığını söyler (Hamilakis, 2007: 87). Yunanistan’da yeni kurulan devletin bağımsızlığını tüm ülkede simgelemek, fiziksel olanın etrafında şekillendiği temel politikaydı ve bu Avrupa’da Neo-Klasik mimarlık eğitimi almış mimarlar tarafından icra ediliyordu. Avrupa’nın bu yapılaşma süreci içindeki rolüne başka bir örnek ise Alman mimar Ziller’dir. Tek başına beş yüz civarında yapının inşasında tasarımcı ya da danışman (Plaka, 2010: 11) olarak yer almıştır. Bunlar arasında Atina Üçlüsü olarak bilinen ve Atina’nın en önemli simgelerinden olan, Danimarkalı mimar Christian Hansen tarafından 1864’de inşa edilen Atina Ulusal Akademisi, Üniversite ve Ulusal Kütüphane’den oluşan kompleks de vardır. Bu kompleks sayesinde, gerek mimari gerekse kültürel anlamda ve eğitime eklenen hatırlatıcı donelerle Neo-Klasisizm yeterli miktarda altyapıyı zaman içinde kurmuştur ve bu sayede de Yunanlılar tarafından kendilerine mal olması sağlanmıştır. Kurulan bu eğitim kurumlarının ise icat edilen Neo-Grek stilinin Yunan toprakları ötesinde “Şark”ın içine sızmasını sağlayan önemli unsurlar olduğu bilinmektedir. Bu sızma gerek büyük Helen Krallığı’na katılmak arzusunda olan ve Atina’da eğitim almış Kıbrıslı Rumlarla gerekse diğer yerlerden gelen Osmanlı tebaası olan Rumlarla sağlanmıştır.
Neo-Grek Stilin Dekolonizasyonu
Halen daha Yunanistan’da bu söylem sevilmese de, Neo-Grek stilin kolonyal bir stil olduğunu Yunanistan’da dile getirecek olan ilk karakter 1931-1936 arasında Münih’te modern mimarlık akımı altında eğitim almış mimar Aris Konstantinidis’tir (Aris Konstanides (1913-1993) Atina’da doğdu ve 1936’da eğitimini Almanya’da tamamladıktan sonra İçişleri Bakanlığı’na bağlı Atina Şehircilik Departmanı tarafından işe alındı. 1955-75 yılları arasında İşçi konutları inşa eden departmanın ve buna ek olarak 1957-67 döneminde Yunan Ulusal Turizm Organizasyonu’nun başında yer aldı. Bu süre içinde birçok işçi konutu yanında Kalambaka ve Mykonos’ta Xenia otellerini inşa etti. Yunanistan’a döndükten sonra uzun yıllar anonim mimarlık yapıları üzerine araştırma yaptı ve kitaplar yayınladı [1]. 1978’de yayınladığı “True Contemporary Architecture (Σύγχρονη Αληθινή Αρχιτεκτονική)” isimli kitabında ise Neo-Grek olan mimarlığın kolonyal mimarlık olduğunu ortaya koyacaktır. Bu da Edward Said’in “Orientalism” okumasına bir paralellik taşımaktadır.). Mimarın ölümünden sonra 2006’da yapılan bir belgeselde 1980’de kendisiyle radyoda yapılan röportajdan da parçalara değinilir; sunucuya göre Konstantinidis 1980’de Münih’te gittiği mimarlıkla ilgili bir toplantıda Yunanistan’da 20. yy’da uygulanan çağdaş Neo-Klasik mimarlık ürünlerinin göçmen kulübeleri ve barakaları olduğunu söyler.
Radyo programından alınan kesitte ise Konstantinidis şöyle söyler;
“Avrupa Yunanistan’ı görmek istediği gibi gördü ve bu Yunanistan’ın kendini görmek istediği biçim değildi. O yüzden de Yunanseverler ve destekçiler (Philhellenists) bize iyilik yapmadılar, zarar verdiler. Antik Yunan’da kendilerini etkileyen hatta kültürün dışından olan öğeleri de aldılar, bir stil yarattılar fakat özünü anlamadılar.”
…
“Neo-Klasik diye çağırdığımız binaları dışarıdan getirdiklerini düşünüyorum. (…) Bavyeralılar getirdikleri Neo-Klasik binalarla bizi yerimizden söktüler ve bizi derinden üzdüler. Yoksa onlardan önce Kastoria, Ambelakia, (…), ya da Makedon evi dediğimiz yapılar, Ege ve Yunan adalarında da kendilerine özgü mimari formlarımız mevcuttu. Sahte olan Neo-Klasik binaları kurtaracağız diye kendi kültürümüze ait olan yapıları çürümeye terk ediyoruz.”
Bununla birlikte, onun devlet için yapmış olduğu Xenia otellerini atıla çıkardılar. Bu durum, Yunan bürokrasisinin Neo-Grek mimariye ne kadar önem verdiğine ve verilmesi gerektiğine dair bir tutumudur. Tarih ne kadar öğretilmiş ve inşa edilmiş olsa da, toplumsal temelleri sarsacak ve özellikle 1974’e kadar baskıcı polis yönetimler olan Yunan Krallığı ve devletlerinin yaptıklarını eleştiren söylemlere rağmen, hala daha güncel, bürokrasinin her fırsatta yeniden inşa edip keşfettiği bir alandır. O yüzden de ona saygısızlık edenler cezalandırılmaktadır.
Kaynaklar
Dirlik, A., çev: Doğduaslan, G.(2005), “Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi”, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul
Gallant, T., (2001), “Brief Histories Modern Greece”, London
Hamilakis, Y. 2007. “The Nation and its Ruins: Antiquity, Archeology and National Imagination in Greece” - Oxford University Press, Oxford
Plaka, M. L. (ed.), 2010. “Ernestos Tsiller, Arhitekton (1837-1927)”, [Ernst Ziller, Mimar (1837-1927)], Athens, National Gallery and Alexandros Soutsos Museum.
Stoneman, R., (1996), “Αναζητώντας την κλασική Ελλάδα”, trans. Eleni Aggelomati-Tsougaraki, ed. Antigone Filipopoulou. Athens: “Μορφωτικό Ίδρυμα Εθνικής Τραπέζης”, Orjinal başlık: “Land of Lost Gods”, The Search for Classical Greece, University of Oklahoma Press, 1997 ( ikinci basım)
[1] Aris Konstantinidis’in biyografisi,
Erişim: < http://www.mlahanas.de/Greeks/NewArcT/ArisKonstantinidis.html> [20.12.2010]