1958 yılında her iki tarafın da “yeraltı teşkilatları”, TMT ve EOKA, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum solcuları vahşi biçimde öldürmeye girişmişti…
“Teşkilat”ın öldürmüş olduğu Kıbrıslıtürk solcular hakkında az çok bilgimiz var, geçmişte bu sayfalarda EOKA’nın öldürmüş olduğu Mihalis Petru, İlias Tofaris ve Savvas Meniku gibi solcuların evlatları ve yakın akrabalarıyla yapmış olduğumuz röportajları yayımlamıştık…
Ancak öykülerini bilmediklerimiz de vardı… Sosyal medyada Fotios Kuzupis, Mihalis Mihail, Tasos Kosteas gibi arkadaşlarımızın paylaşmış olduğu yine 1956-58’de EOKA’nın vahşice öldürüldüğü başka bazı Kıbrıslırumlar’ın öykülerini de siz okurlarımız için onların da yardımlarıyla derledik. Bu arkadaşlarımıza yardımları için teşekkür ederiz…
HARALAMBOS JOSEF KATTOS’UN ÖYKÜSÜ…
Arkadaşımız Tasos Kosteas, Haralambos Josef Kattos’un acı öyküsü konusunda isteğimiz üzerine bize bir yazı gönderdi. İngilizce’den Türkçe’ye siz okurlarımız için çevirdik. Kosteas şöyle yazdı:
“Haralambos Josef Kattos, AKEL ve sola karşı Grivas ve EOKA’nın uyguladığı terör kurbanlarından pek çoğundan yalnızca biridir. 20’den fazla insan, aileleri olan insanlar, sendikacılar, AKEL ve PEO üyeleri öldürülmüş ve bu cinayetler özellikle barbar biçimde işlenmiştir… Yüzlerce diğeri ise iftiraya uğramış, işkence görmüş ve küçük düşürülmeye çalışılmıştır.
Haralambos (Hambis) 1930 yılında Lisi’de dünyaya gelmişti. İlkokulu bitirdikten sonra boyacı olarak çalışmaktaydı. Spathariko köyünden bir kızla nişanlanmıştı. Mağusa’da çalışmaktaydı ve bir tanıklığa göre Vadili’de bir öğretmenden Türkçe öğrenmek için ders almaktaydı.
20 Ekim 1956’da maskeli dört genç adam Lisi’de Russi’nin kahvesine girerek burada bulunan 40 kadar erkeği yüzleri duvara dönük olarak ayakta durmaya zorladılar. O dönemin gazetelerine göre iki el ateş edilerek bir av tüfeğiyle Hambis sırtından vurulmuştu. Kahvedekileri korkutmak maksadıyla otomatik bir silahla yirmi el daha ateş açılmıştı.
Hambis derhal ölmüştü ve maskeli şahıslar buradan ayrılmışlardı.
Görgü tanıklarına göre Hambis’e ateş açan şahıs, genç bir EOKA eylemcisi idi ve birkaç ay sonra da İngilizler’le çatışmada kendi hayatını da kaybedecekti.
Başlangıçta Hambis Kattu’nun öldürülmesi, Lisi köyünde inanmazlık, korku ve sessizlikle karşılanmıştı. Ancak Mihalis Petru adlı PEO’nun bölge sekreterinin 21 Ocak 1958’de aynı kahvehane önünde öldürülmesi öfkeyle karşılanacaktı… Tüm kentlerde bu cinayetleri kınayan kitlesel mitingler düzenlenecekti… Herkes “O bir haindir” gerekçesinin sık sık tekrarlanan bir yalan olduğunu ve bunun Grivas’ın anti komünizmini örtmek için propaganda olarak kullanılmakta olduğunu anlayacaktı. Lisi’deki cinayetler ardından EOKA’nın itibarı sarsılacak ve bu ilerici ve barışçıl köyde EOKA bu cinayetler nedeniyle itibarını yitirerek darbe yiyecekti…”
FOTİOS KUZUPİS’İN ANLATTIKLARI…
Fotios Kuzupis ise Yannaki Stefanidis’in öldürülmesini ve bir duvara gömülmesini anlatıyor:
*** Yannaki Stefanidis, Patriçi (şimdiki adıyla Tuzluca) köyündendi ve 10 Şubat 1959’da öldürülmüştü.
*** Öldürülür öldürülmez, onu öldürenler derhal bir evde bir duvar örerek, içine Yannakis’i gömmüşler ve naaşını gizlemişlerdi. Babası Papa Andrea, oğlunun naaşını talep ederek gösteri yapmaktaydı.
*** Babasının mücadelesi ardından Yannakis gömüldüğü duvarın içinden çıkarılıp bulunabileceği bir yere konmuştu…
MİHALİS MİHAİL’İN ANLATTIKLARI…
Mihalis Mihail ise üstüne çiviler çakılmış bir topuzla dövülerek öldürülen Panayotis Stilyanos’un öyküsünü kaleme aldı… Mihalis Mihail şöyle dedi:
*** Dün yayınlamış olduğum çivili topuz hakkında insanlar bunun ne olduğunu anladı. Bu, EOKA üyesi maskeli adamların Aheridu’dan AKEL üyesi Panayiotis Stilyanos’u 29 Mayıs 1958’de vahşice öldürmekte kullandıkları topuzun resmiydi… Ucuna çiviler çakılarak “geliştirilmiş” bir topuzdu bu.
*** Ancak yamyamlıkla kıyaslanabilecek bu vahşi cinayeti eşi, 17 yaşındaki kızı Petrulla ve onun 4 yaşındaki oğlu da izlemek zorunda bırakılmıştı. Caniler Panayotis’i bu topuzla acımasızca o kadar çok dövdüler ki, sonuçta hastaneye götürülebilmesi için bir battaniyeye sarılması gerekmişti… Doktorlar battaniyeyi açtıklarında, et parçaları yere düşmüştü…
*** Stilyanos “hainlikle” suçlanıyordu ancak bu hainliğin ne olduğunu kimse bilmiyordu…
Eptagomili Flora Marku anlatıyor… 3
Eptagomili Flora Marku, sorularımızı son olarak şöyle yanıtlıyor:
SORU: Londra’ya geldiğinde kim vardı burada?
FLORA MARKU: Dayılarım ve amcam vardı burada Londra’da. Annemin iki erkek kardeşi yani iki dayım ve babamın erkek kardeşi yani bir amcam buradaydı. Onlarla kaldım.
SORU: Okula mı gittiniz sonra burada?
FLORA MARKU: Evet, buraya gelebilmek için zaten okula gitmem gerekiyordu. Bir kolejden kabul almam gerekiyordu gelebilmem için Londra’ya. Ve haftada en az 15 saat koleje gitmem gerekiyordu, kalma izni alabilmem için. Çalışmama izin de yoktu. Çalışma iznim yoktu.
SORU: Kolejde ne okudunuz?
FLORA MARKU: Yalnızca İngilizce okudum… Çünkü o zaman ne yapacağımı bilmiyordum, kafam karışıktı… Annemle babam adadaydı… Ben buradaydım… O nedenle yalnızca İngilizce öğrenmeye bakmıştım kolejde, burada kalabilmek için.
SORU: 1976’da annenle baban Londra’ya mı gelmişti?
FLORA MARKU: 1976’da güneye gittikleri zaman Athienu (Kiracıköy) diye bir köye gitmişlerdi. Çünkü abim askerliğini bitirince orada kalmıştı. Onun yanına gitmişlerdi. Abimin adı Markos. Fakat sonra İngiltere’ye gelmeye karar vermişti. Aralık 1976’da Londra’ya gelmişti abim. Tüm Eptagomililer Aytuma’ya (Ayios Thomas) yerleşmişti, o nedenle annemle babam da oraya gitmişlerdi.
Abim buraya gelip bir kızla tanışmıştı. Nisan 1977’de nişan olmuştu bu kızla. Annem nişan törenine gelmek istiyordu. Annem işte o zaman gelmişti Londra’ya… Sonra abim 1977’de evlendi. Düğüne babam da gelmek istemişti. Böylece babam da düğün için geldi Londra’ya. Her biri sanırım altı aylığına gelmişti Londra’ya. Altı aylık vizeleri vardı. Daha uzun kalabilmeleri için başvuru yapmıştık. Sonuçta ben de dahil, annemle babam Home Office’e gittik, her şeyi onlara izah ettik ve bize “sınırsız” kalma izni verdiler İngiltere’de. Sonra bize çalışma izni gönderdiler, böylece çalışmaya başlayabilirdik. Sonra eşimle tanıştım ve evlendim…
SORU: Ne tür bir iş yapıyordunuz Londra’da?
FLORA MARKU: Aslında önceleri çalışma iznim yoktu diye çalışamıyordum. Çalışma izni aldıktan birkaç ay sonra nişanlandım, sonra da evlendim. Dayımlarla çalıştım aile işinde…
SORU: Ne iş yapıyordu dayılarınız?
FLORA MARKU: O dönem tüm Kıbrıslılar terzilik yapıyordu… Ben de bu işte çalıştım, dayımlarla. Sonra ilk kızımı dünyaya getirince durdum işten.
SORU: Hiç gittin mi ondan sonra Eptagomi’yi görmeye?
FLORA MARKU: İki defa gittim…
SORU: Nasıl hissettin kendini?
FLORA MARKU: İlk gidişim tam da babam vefat ettikten sonraydı… Kapılar açıldığı zaman babam çok hastaydı. Hatırlar mısın? Nisan 2003 idi… Bundan iki ay sonra vefat etmişti babam.
Hatırlıyorum, telefon açmıştı bana ve “RİK’i gördün mü? RİK’te haberleri gördün mü?” demişti.
“Evet” demiştim, “gördüm haberleri baba…”
Hastaydı da… Ağlıyordu… Temmuz ayında vefat etti o yıl… Ve ben Ağustos’ta gittim, babamın ölümünden bir ay sonra…
SORU: Neler hissetmiştin?
FLORA MARKU: Yolu ve evimizi gördüğümde… Babamı henüz kaybetmiştim… Onun bizimle olmadığı düşüncesine katlanamıyordum… Bu da durumu çok kötüleştirmişti… Zaten evimi, içinde büyüdüğüm evimi hatırlamak çok kötüydü, bir de üstüne babamı yeni kaybetmenin acısı çöreklenmişti. Sürekli ağlıyordum, ağlamamı durduramıyordum, arabadan inmek istemiyordum…
SORU: Peki, ikinci gidişinde?
FLORA MARKU: İkinci gidişimde köyümü yemyeşil görmek istiyordum. Mart 2005’te gittik Eptagomi’ye. Yudi’ye de gittik…
SORU: Evinize gitmiş miydiniz?
FLORA MARKU: Her iki defasında da gittik, evet.
SORU: Evinizde kimler kalıyordu?
FLORA MARKU: Türkiye’den insanlardı…
SORU: Size iyi davranmışlar mıydı?
FLORA MARKU: Evet, çok iyi davranmışlardı. Çok gençken gelip bizim evde kalmaya başlamışlardı… Annemle babam henüz Eptagomi’deydi o zaman… Annemle babamın yaptırdığı yeni bir ev vardı, bir de eski evimiz vardı, nenemin evi. Annemle babamı, nenemin evine taşımışlar, kendileri de bizim eve yerleşmişlerdi…
SORU: Yani bir yerde evden çıkmaya zorlamışlardı kendilerini…
FLORA MARKU: Evet… Ama çok gençti bu insanlar. Bazan evlerinde köyden bazı insanları topluyorlardı, annemden çocuklara bakmasını istiyorlardı falan… Yani sonuçta iyi bir ilişkileri vardı sanırım… Çünkü aynı avlunun içindeydiler…
SORU: Geriye dönüp baktığında şimdi neler hissediyorsun Flora?
FLORA MARKU: Bir kızım vardır, geçen hafta 35 yaşında oldu. Geçtiğimiz gün sizin sunuşunuzu izleyip eve gittiğimde ona bundan bahsetmiştim… Bana “Aman anne bunları yazman lazım çünkü sen gittiğinde kimse hatırlamayacak bunları, sen bunları yaşadın ama ben yaşamadım” dedi. “Lütfen yaz yaşadıklarını ve bana ver ki ben de kendi torunlarıma anlatabileyim” dedi.
“Çünkü küçük bir çocukken anlatırdın bunları bana ve ben bunların hep peri masalı gibi bir şey olduğunu sanırdım. Ama değilmiş” dedi. “Bu senin hayatındır anne ve bunu senden yazılı olarak istiyorum” dedi.
SORU: Yazacak mısın?
FLORA MARKU: Yazacağım… Bana şunu düşündürdü kızımın bu söyledikleri: Bilmiyorum, o dönem herkes böyleydi… O dönem nasıldı Kıbrıs, hatırlar mısın? İlk yıl… O dönem bununla ilgili pek bir şey düşünmüyordum ama şimdi dönüp baktığımda yaşadıklarımız büyük bir şeydi… Ve geride birşeyler kalıyor… İçinde sonsuza dek bir şeyler kalıyor. Hayata başka türlü bakıyorsun bunları yaşadığın için, bugünün sorunlarını ufak tefek şeyler olarak görüyorsun… En küçük kızım 22 yaşındadır ve bir şey olduğunda, “Uuu, hiç aldırma buna, bu hiçbir şeydir” dediğimde, “Anne sen o kadar çok şey yaşadın, herkes senin gibi yaşamadı ki bunları” diyor…
Tüm bunları yaşamış olduğumuz için, bizim için herhangi bir şey, “sorun” değildir… Tüm bu yaşadıklarımız hayata genel olarak farklı biçimde bakmamızı sağladı… Bir şekilde bu iyi bir şey aslında. Bunları yaşarken çok zordu gerçekten… Ama bu bizi farklı insanlar yaptı. Eğer bunları yaşamamış olsaydık, kişiliğimiz farklı olacaktı… Sanırım tüm bu yaşadıklarımız, bir şekilde bizi daha iyi insanlara dönüştürdü…