1960-64 sonrası çalışan kadınlar, hademeler, aşçılar ve Laika yengemin anısına…

Sevgül Uludağ

BAF’TAN HATIRALAR…

 

Ulus Irkad

Baf’ta 1974 yılına kadar yurtlarda ve okullarda çalışan kadınları hatırlıyorum. 1962 yılında Gazi İlkokulu’nda hademelerimizden Aziziye abla ve birlikte çalıştığı Hayriye ablayı, gene Baf Kurtuluş Lisesi’nde çalışan Dürüye ablamızı da hatırlarım. Tabii bunlar aklımda kalanlar. Erkeklerin yanında muhakkak kadınlar da bulunurdu. O zamanlar tek tük de olsa kadınlar da en az erkekler kadar iş hayatında başarılıydı. Gerçi şimdiki gibi yoğun kadın sayısı yoktu ama her yerde kadınları işlerken görmek olasıydı. 1964 sonrası Mücahitlerin yemekhanelerinde de yemek yapan diğer Hayriye ablamızı da anımsamaktayım. Hafifçe şişman ama hareketli bir kadındı Hayriye abla. Komşuları ve çevresindeki insanlarla ilişkileri çok iyi olan, hoşsohbet bir kadındı. Hayriye abla ile 1964-67 arasında aynı mahallede kalıyorduk. Biz o zamanlar Enver Bayramlar’ın evlerindeydik. Biraz daha aşağımızda ailesi ile kalmaktaydı. 1967 yılında sınırda nöbet tutarken vurulup öldürülen Cemal Eşref’in de annesi, o zamanlar Baf’ta olmadığı için, üzüntüsünü çeken gene oydu. Hatta Cemal’in üzüntüsünden dolayı başını duvardan duvara da vuruyordu Hayriye ablamız. Cemal’i de, ailesini de çok iyi tanıyordu. Hayriye ablamız, hatırladığım kadarıyla, 1974 sonrası Kuzey’e geçtikten sonra bir trafik kazasında ölecekti. Son 20 Temmuz 1974’te, yemekhanede yediğim patates kebabı da Hayriye ablamızın yaptığı bir lezzetli yemekti. O gün yemekhanede İkinci Harekat sırasında kaybedeceğimiz komutanımız Münür Dilaver Komutanım’la oradan Dip Baf Feneri yakınlarına çıkarma yapan ELDİK birliklerini de dürbünle birlikte izlemiştik. 

Hayriye abla gibi emekçi kadınlardan Ayşe Basballui teyze ve Nedret ablayı da hatırlamaktayım. Onlar devlet dairelerinde çalışıyorlardı. Bunun yanında belki de toplumun başka iş alanlarında emek veren kadınlar da vardı.

Mesela Baf’ta mücahitlere terzilik yapan genelde erkek mücahitlerdi ama bunların yanında başka kazalarda dikim ve terzilik işlerini yapan kadınlar da muhakkak olabilir. Genelde telsiz ve telefonlarda da kadınlar çalışmaktaydı. Radyo evlerinde de kadın sunucular görev yapmaktaydılar. Baf Gazi İlkokulu’nun iki emektar hademesi Aziziye abla ve Hayriye ablalarımızı da unutamam. Aziziye abla ve Hayriye ablalar ben Gazi İlkokulu’ndan mezun olana kadar oradaydılar. 1968 yılında bir çocuk kavgasında başıma vuran taştan dolayı, başım yara alınca Aziziye abla beni ta hastahaneye kadar götürüp pansuman yaptırmıştı. Aynı hademelerimizin ben gerek Anaokuluna (1962) gerekse ilkokul bire (1963) başladığımda da sabahları bizlere toz süt ısıttıklarını, tereyağlı ekmek ve peynir verdiklerini ve de her ikisinin de bizlere bu sütlerin ABD Cumhurbaşkanı Kennedy tarafından gönderildiğini söylediklerini de bugünmüş gibi hatırlamaktayım. Aynı hademelerimizin 1974 yılına kadar görevlerini ifa etmeleri Güzelyurt’ta da devam etti mi inanın bilmiyorum ama Güzelyurt’a yerleştiklerine göre demek ki emeklilikleri de Güzelyurt’ta oldu diye sanıyorum.

Bu arada gene Baf Kurtuluş Lisesi’nin 1964 sonrasında, lise yurdunda çalışan teyzelerimizden bazıları da hatırımda. Mesela mahallemizde kalan Fahriye ablayı da hatırlıyorum…Her sabah işine gider, ikindi üzerleri tekrar dönerdi. Baf Kurtuluş Lisesi Yurdu’nun temizliği, yurtta pişen yemek işine kadar onun ve diğer kadın arkadaşlarının göreviydi. Kocası Ahmet Dayı ise 1969-70 yılında ölmüştü diye hatırlamaktayım. Dul kalmış ve işini de o yalnızlığı ile devam ettirmişti. Bu arada tatillerde de muhakkak Piskobu’daki kızına ve torunlarına gider, okullar açılmadan birkaç gün önce muhakkak geriye dönerdi. Kral Ena teyzemizi de hatırlarım. O da onlarca evladını ve torununu Baf’ta yetiştirmiş bir teyzemizdi. O da yurtta çalışan emekçi kadınlardan biriydi (1974 İkinci harekatında oğlularından biri ve üç yaşındaki bir torunu katliamda şehit edilmişti).

Geçenlerde Sevgül Uludağ arkadaşımızın Boğaz Mücahitleri ile birlikte, Mücahit Komutanlarından, aynı zamanda iki ay kızını Alsancak Küçükler İlkokulu’nda okuttuğum velim Derviş Duygun’un yanında resmini yayınladığı Laika yengem hakkında da şunları yazayım;  Laika Yengem Boğaz Bölgesi’nde yemekhanede çalışıyordu, ninem Hatice Irkad’ın dayısı (Lefkoşalı Kerimeoğluları’nın babaları) ile evliydi ve emekçi olmasına rağmen çocuklarına da annelik yapan cefakar bir kadındı. Cennet Bar subayların yemek aldığı bir lokantaydı ve yengem burada subaylara hizmet vermekte, yemekleri pişirmekte, lokantanın da yöneticisi durumundaydı. Sonraları bu hizmetlerinden ötürü yengeme bir de rütbe verilmişti. O dönemlerde tüm subaylar yengeme büyük saygı gösterirlerdi. Yengem, 1976 yılında oğlularından Yıldıray dayımızı Almanya dönüşü bir trafik kazasında kaybetti (Yıldıray dayımın küçük oğlu ve hanımı da kazada ölecekti, hatta anımsadığıma göre hanımının anne ve babası da kazada öleceklerdi). 1974 sonrasında Laika yengeme Alsancak ve Girne arasında üç katlı ama odaları dar olan yol üzerinde seyehat ederken ilginç ve göze çarpan üç katlı bir ev  verilmişti. Emekliye ayrıldıktan sonra hayatının sonuna kadar burada huzur içinde yaşamıştı. Laika yengemi 1977 yılına ninemin yanında kalıp Öğretmen Koleji’ne giderken, her Cuma nineme geldiğinden ötürü tanımıştım.

Kızları Münevver, Aliye ve Perihan halalarımı da daha önce tanımaktaydım. Layika yengemin kızlarından Perihan halam Londra’da yaşıyordu, sözü geçen evi de daha sonraları ona bırakmıştı, Münevver Halam polis Mehmet Mimi ile evlenmiş ve Hilmi, Turgay, Tümer ve Türen adlı dört oğula sahipti.  Münevver halamlar 1974 sonrası Avustralya’ya göçedenlerdendi.  Münevver halam geçmiş senelerde Kıbrıs’ı bir ziyareti sırasında kocasının burada kaybetmiştir (Kocası emekli polis memuru Mehmet Mimi’ydi). Halam hala daha Avustralya’da yaşamaktadır. Perihan halam İngiltere’de yaşamaktaydı, Aliye halam da Boğaz’da yaşamakta, dört kız ve bir erkek evlada sahipti. Aliye halam ve çocukları hala Lefkoşa’da yaşıyorlar.

Mücahit birliklerinde 1974 öncesi ve sonrası şu anda da bildiğim kadarıyla hala daha kadın personel de çalışmaktadır. Mesela Akıncılar’da askeri görevimi yaparken yemeklerimizi yapan kadın aşçılardı ve bayağı da lezzetli yemekler yapmaktaydılar.

1963 öncesi ve sonrası okullarda, 1963-64 sonrası askeri birlikler, yönetim binaları ve de okul yurtları ile okullarda görev yapan, bizim için emeğini harcayan tüm kadınlarımızın önünde saygıyla eğiliyorum.

 

 

Laika Hanım, Boğaz Sancağı’nda, Cennet Bar’da aşevi sorumlusuydu…

Turgay Mimi, ninesi Laika Hanım için bu fotoğrafla ilgili olarak şöyle yazıyor:

Rahmetlik Laika nenem (anneannem) Boğaz Sancağı’na bağlı Cennet Bar diye bilinen Mücahit ve komutanlarına yemek hazırlanan aşevinde sorumlu olarak çalıştı. Bu resim 1974 sonrası Boğaz Sancağı Karargahı’nda çekildi. Sağında Derviş Duygun komutan, solunda sivil olan Türkiye’den gelen gazeteci. Resmi yıllar sonra veren arkadaşım Erim Görüş’e teşekkür ederim. Erim sol başta duran genç delikanlıdır.”

 

 

Baf’ta, Baf Kurtuluş Lisesi Yurdu’nda çalışan kadınlarımız…

 


BASINDAN GÜNCEL…

“Kıbrıs’ı anlamak…”

 

Hüseyin ŞENGÜL

 

Anlamak, bilincin öncülüdür. Bilinç dar alanlara sıkışabilirken hatta taşlaşabilirken, anlamak daha geniş bir açıyı ve esnekliği içerir. Anlamadan bilinç oluşturmaya çalışmak tehlikelidir.

Tarihsel bir sorun olarak Kıbrıs, yalnız Kıbrıslıların değil, bölgede çekişmelere (Bu günlerde Doğu Akdeniz gerilimi yaşanmakta) neden olacak boyuta taşınmış bir sorundur. Böyle bir konuda tarafların dayatılan milliyetçi politikalarına karşı bir bilinç oluşumu, konuyu anlamayı önsel olarak zorunlu kılmaktadır.

Kıbrıs’a dair bir şeyler söylemek için öncelikle Kıbrıs’ı, Kıbrıslıyı anlamak gerekir ki, Kıbrıslı Prof. Niyazi Kızılyürek’in İletişim yayınlarından bu yıl çıkan “Ulus Kaçağı” kitabı, bu hususta değerli bilgiler içermekte. Yazarın konuya ilişkin çok sayıda makalesi ve kitabı bulunmakta. 2019 yılında Avrupa Parlamentosuna seçilen ilk Kıbrıslı Türk olan Kızılyürek “etnik kimliği yadsımaya hayır, yurt olarak Kıbrıs’a evet!” diyerek sorunun demokratik çözümü için büyük riskler alma pahasına uğraş veren biridir.

Kıbrıslı Rum ve Türk faşistleri tarafından ölüm tehdidi almış, her iki tarafın milliyetçi basını tarafından yalan haber ve ırkçı yazılarla hedef tahtasına oturtulmuş, Kıbrıs Üniversitesindeki görevi kimi Rumlarca engellenmeye çalışılmış. Ancak üniversite özerkliği var olduğu için kimi Rum siyasi yöneticilerinin baskıları rektör tarafından sonuçsuz bırakılmış! 

Öz yaşam öyküsü tarzında kaleme alınmış kitapta Kıbrıs sorunu, Kızılyürek’in yaşam ekseniyle paralel olarak ele alınmakta. Kıbrıs’ın siyasal ve kültürel yapısı ve özellikle iki toplum arasındaki çelişkilerin niteliği ve her iki tarafta farklı siyasal görüşlere sahip kişilerin davranış biçimleri, anılar ve anekdotlar yoluyla örülerek anlatılmakta. 

Kızılyürek’in konuya dair deneyimlerinin zenginliği, sorunun uluslararası alandaki kimi görüşmelerinde bulunması Kıbrıs konusunda büyük bir birikime sahip olduğunu göstermekte. Kıbrıs’ın yakın siyasal tarihi için objektif analizlere ve çözüme dair demokratik görüşlere sahip olan yazarı okumak, Kıbrıs sorununu anlamaya büyük katkı sunmakta.

Kitap tanıtımından çok, kitaptan alıntılarla bazı çıkarımlarda bulunmaya çalışacağım.

 

Olanların özeti

Kıbrıs (daha eskisini saymazsak) 70 yıllık bir sorun. Kıbrıslı Rumların ve Türklerin anlaşmazlık tarafı olduğu Kıbrıs sorununun bir ucu İngiltere’ye dayanmakla birlikte, esas olarak Türkiye ile Yunanistan tarafının belirleyiciliğinde köpürtülmüş bir sorun. Her ne kadar Türkiye ile Yunanistan garantör sıfatıyla soruna müdahil olsa da esasta, kimlik çatışması üzerinden yürüttükleri siyaset, sorunu kangren haline getirdi.

Bu her iki ülkeyi sorumlu tutmakla birlikte, bu iki ülke Kıbrıs’ta suni bir sorun yaratmadılar. Bir başka deyişle Kıbrıs sorunu salt ithal bir sorun değil. Ancak Kıbrıslı Rum ile Kıbrıslı Türk arasındaki etnik ve dini kimlik farklılığının yarattığı gerilim, bu her iki ülkenin derin güçleri tarafından büyütüldü.    

Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıyı anlamak için “Kim haklıydı” sorusu, bir tuzaktır. Bu soru, her iki tarafın milliyetçileri için bir can simididir. Kendini öteki üzerinden tanımlayan milliyetçilik ideolojisinin tarafları sürekli kendilerinin haklı, doğru ve iyi olduğunu iddia ederler. Öteki her zaman kötüdür ve potansiyel düşmandır! “Biz haklıydık” demek, daha baştan diğer tarafın haksız olduğunun ifadesidir. Böyle bir tartışma çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet eder. Barışa değil, savaşa zemin hazırlar. Her iki tarafın milliyetçilerinin istediği de budur.

Her iki tarafın milliyetçileri derken; Türk tarafı milliyetçiliği adanın taksimini yani bölünmüşlüğünü savunurken, Rum tarafı milliyetçiliği ise adanın Yunanistan’la birleşmesini yani ENOSİS’i savunur.

Ancak 1974’lerden sonra ENOSİS siyaseti giderek etkisini yitirecek ve Kıbrıslı Rumlar büyük oranda bu maceracı siyaseti terk edecekler. Böyle olmakla birlikte Rum tarafında milliyetçilik bir hayli etkin olarak devam etmektedir.

Türk tarafında ise anavatan-yavru vatan söylemleri üzerine inşa edilmiş politika, başta Kıbrıs Türklerini esir almış durumdadır. Kızılyürek’in kitabında da vurguladığı gibi, Kıbrıs Türklerinin çözüme dair yollarını tıkayan güç, Türkiye’dir. Türkiye’nin 60 yıldır esas politikası “Ya taksim, ya ölüm” sloganıyla ifade edilen Kıbrıs’ın taksimidir. Bu amacına 1974 yılında ulaşmış olup geri adım atmamaktadır.

1974’ün esas sorumlusu, Kıbrıslı faşist Rumlar ve onunu arkasındaki Yunan faşist cuntasıdır! Öteden beri Türkleri ikinci sınıf gören Rumların bu tavrı, Kıbrıs Türklerinde ciddi bir tepki birikimi oluşturur. Bu tepki birikimi 1974’de bendinden taşan bir sel gibi, Türkiye’nin askeri müdahalesiyle birlikte Kıbrıslı Rumları ezerek sürükleyip atar. 

ENOSİS (Yunanistan’la birleşme) düşü, Kıbrıs Rum siyasetinin belkemiğini oluşturur. Kıbrıs Cumhurbaşkanı olan Makarios bir dönem bu siyaseti savunurken, 70’lerden sonra bu görüşten uzaklaşır. Rumların Yunan Albaylar cuntası destekli EOKA-B örgütü, Makarios’u birkaç kez öldürmeye teşebbüs eder. 15 Temmuz 1974 yılında EOKA-B örgütü Makarios’a darbe yapar. Makarios kaçarak canını zor kurtarır.

Kıbrıs’ta Yorgo Grivas liderliğindeki EOKA’ya karşı 1958 yılında TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurulur. Kıbrıs’taki şiddet eylemlerinin sorumlusu bu örgütlerdir.       

Amin Maalouf’un şu cümlesi Kıbrıs’ta olanların da özetini vermektedir: “İnsanlar etnik veya dinsel aidiyetlerine gönderme yapmaksızın yurttaşlık haklarını kullanamaz hale geldiklerinde, ulus bütünüyle barbarlık yoluna girmiş demektir.”

Maalesef 1959 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti bu hukuku sağlamadı. “Bir ülke düşünün ki, anayasasında yurttaşların birbiriyle evlenmeleri din değiştirme şartına bağlı olsun. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türk ve Rum yurttaşları birbiriyle evlenmek istiyorlarsa taraflardan birinin din değiştirmesi, etnik toplumunu terk ederek evleneceği şahsın etnik grubuna katılması anayasal bir zorunluluktu. Temel özgürlüklere dayalı ortak bir yurttaşlık anlayışı yoktu.” (sf. 79)

 

“Vatandaş Türkçe Konuş”

Milliyetçilik birbirini üreten iki uçtur. Kendini öteki üzerinden tanımlayan milliyetçi ideoloji kendisi için iyi, öteki için kötü tanımlar yaparak varlık bulur. Bu ötekileştirme sürekli bir düşmanlık üzerine bina edilir ki, karşıt taraf milliyetçileri varlıklarını devam ettirmek için birbirine ihtiyaç duyarlar. Örneğin EOKA-B’nin yaptıkları TMT’ye, TMT’nin yaptıkları EOKA-B’ye ilaç olmaktadır!

Kıbrıs’taki çatışmalı ortamdan kaynaklı olarak İstanbul’daki Rumlar üzerinde farklı tarihlerde baskı, şiddet, tasfiye ve göç ettirme politikaları uygulandı. 1955 6-7 Eylül olayları, Yunan uyruklu Rumların 1964 yılındaki pasaportlarının iptali ve göç ettirilmeleri, 1974’teki korku ortamı Türkiye Rumlarının kara günleridir. Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada’da (Tenedos) olanlar ise, bir başka dramdır.

1930’larda başlatılan ve azınlıkları doğrudan hedef alan “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları, özellikle yukarıdaki tarihlerde artırılarak sürdürüldü.

Milliyetçilik ve dincilik siyaseti kimlikleri ölümcül hale getirir ki, insan hakları ve evrensel hukuk açısından dünyanın büyük bir kesimi, hala ilkel sayılabilecek bu aşamayı geçemedi.

 

Şaşkınlık verici gerçekler

Kıbrıs Cumhuriyet’i anayasasındaki yurttaşlık kavramının dine göre tanımlanması:

Kıbrıs sorununun ne denli köklü, karmaşık ve çözümü alabildiğine zorlayıcı çelişkiler içerdiğini görmek için, kitaptan ilk defa öğrendiğim şaşırtıcı birkaç gerçeği alıntılar yoluyla ifade etmek istiyorum.

Kızılyürek Türk pasaportu olmasına rağmen bir de Kıbrıs Rum kesimine gidebilmek için Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuna ihtiyaç duyar. Bir yığın formalitelerden sonra “Kızılyürek” soyadının tasdiki için yemin etmesi gerekmektedir.

“Cumhuriyet makamları Müslüman olduğumdan emin olarak önüme Kur’an-ı Kerim’i koyarak yemin etmemi söylediler. Şaşırarak, ‘şey, ben başka bir yemin…’ daha lafımı bitirmeden, ‘Ha, siz Hıristiyan mı oldunuz yoksa? Öyleyse size İncil verelim’ demezler mi… ‘Hanımlar, beyler, ben bir yurttaş olarak dünyevi bir yemin etmek istiyorum’ dedim. Bu sefer duyduklarım karşısında daha da şaşırdım. Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasında ‘dünyevi yemin’ ve dinden arınmış bir yurttaşlık kavramı yoktu. Yurttaşlar beğenseler de beğenmeseler de bir din grubuna aittiler ve yemin etmek için ya İncil veya Kur’an-ı Kerim arasında tercih yapmak zorundaydılar. Çaresiz, elimi kutsal kitaba basarak yemin ettim.” (sf. 132)

Modern bir devlet olmaktan, demokrasiden söz eden ve AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yurttaşlarına ait oldukları dinin kitabına el basarak yemin ettirilmesi ve üstelik bunun bir anayasa hükmü olması nasıl açıklanabilir?

Bu tam da milletler sisteminin işlerlikte olduğu monarşilere uygun bir uygulamadır. Böyle bir uygulamanın olduğu bir sistemde yurttaşlık hukukundan söz edilemez. Yurttaşla devlet arasındaki ilişki daha baştan sorunlu kurulmuş demektir. Hatta böyle sistemlerde yurttaştan ve bireyden söz etmek de mümkün değildir. Çünkü demokratik bir devlet, yurttaşlarıyla ilişkisini etnik veya dinsel kimliğe göre değil, evrensel ve dünyevi hukuka göre kurar. Bir başka deyişle demokratik devlet kendini, etnik veya dinsel kimliğe göre tanımlamaz.

Tanımlarsa ne olur?

Zygmunt Bauman’ın “nerede kimlikten söz edilirse, orada mutlaka bir kavga vardır.” sözü gereğince toplum, kimliklerin ve devletin esiri olur.

AKEL’in Enosis’e destek vermesi:

Kızılyürek’in kitabındaki bir başka şaşırtıcı olay ise, AKEL’in (Kıbrıs Komünist Partisi) zaman zaman Enosis’i desteklediği iddiasıdır.

Yazar bu iddiasını ilk defa 1983 yılında yayınladığı “Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler” kitabında dile getiriyor. “AKEL’in Enosis’i savunduğu Kıbrıs Türk solundan saklanıyordu.” (122) diyen yazara, Kıbrıs’ın kimi Türk ve Rum solcuları ambargo koyuyorlar. Ancak bu iddiayı boşa çıkaracak bir sav ortaya koyamıyorlar da.

AKEL ve Annan Planı:

Uluslararası bir takım görüşmelerden sonuç alınamayan Kıbrıs sorununda çözüme en çok 2004 yılında yaklaşılmıştı.

Türkiye’deki AKP hükümeti içte ve dışta meşruiyet kazanmak için bazı demokratik adımlar atıyordu. Özellikle AB ile ilişkileri geliştirmek için çaba sarf eden Erdoğan hükümeti, Kıbrıs sorununda Annan Planını destekleyerek, çözüme kapı aralayacak adımlar atmaya hazır olduğunu gösterdi.

Kıbrıs Türk kesiminde ayrılıkçılığı savunan Denktaş ekibinin siyasal ağırlığı bitme noktasına gelmiş, barış ve birleşmeyi savunan Kıbrıs Türklerinin siyasal gücü artmıştı.

24 Nisan 2004 yılında Annan Planı referanduma sunuldu. Ortaya şaşırtıcı bir sonuç çıktı. Kıbrıslı Türklerin yüzde 65’i plana evet derken, Kıbrıslı Rumların yüzde 76’sı plana hayır dedi.

AKEL 2008 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda oyların yüzde 54’ünü alarak partinin genel sekreteri Dimitris Hristofyas’ı cumhurbaşkanı seçtirecek kadar güçlü bir partidir. Referandumun kilit partisi olan AKEL, referandumda hayır oyu kullanılması kararını alır.

İlginç olan şudur: Kıbrıs’ta tarihi bir fırsat, milliyetçiliğin ve dinciliğin karşıtı olması gereken komünist parti tarafından heba edilir. AKEL’in tutumu anlaşılır gibi değildir.

 

Çözüm

İki toplumlu federal bir Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulması uzak bir ihtimal olmakla birlikte, imkânsız da değildir.

Uzak diyorum, çünkü Kızılyürek’in kitabından böyle bir intibaı edindim.

Bağımsız, eşit, özgür ve bütün bir Kıbrıs’ın kurulmasının esas dinamiğini elbette Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar oluşturur. Fakat bu her iki toplum üzerinde garantör işlevinin ötesinde bu toplumların aidiyetlerinin kendilerine bağlı olmasını isteyen Türkiye ve Yunanistan’ın dünkü ve bugünkü politikaları, çözümün önünü tıkamaktadır. Türkiye ve Yunanistan’da demokratik politik tutumlar gelişirse, Kıbrıs’ta çözümün önü açılır. Elbette çözüm sürecinde ABD ve özellikle AB’nin tavrı, çözüme ivme kazandırır.

Ancak esasta iş Kıbrıslı Rumlara ve Türklere kalmaktadır. Kronik hale gelmiş bu bölünmüşlük, ancak bir Kıbrıslılık bilinci ve yurttaşlık hukukunun inşası ile aşılabilir.

Kitabı bitirdiğimde Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs’ın bir maç sahası olduğu, Kıbrıs olaylarının neredeyse kaçınılmaz hale getirildiği, Kıbrıs’ta demokratik ve bütün bir Kıbrıs kurulmasının yakın gelecekte mümkün olmadığı, milliyetçi tarafların çatışmasında en çok da Rum ve Türk solcularının bizatihi kendi toplumları tarafından ezildiği, ama her iki tarafın milliyetçi ve faşist güçlerine rağmen sorunun çözümü için, Kıbrıslı Türk ve Rum demokratlarının varlığının umut verici olduğunu gördüm.

Kıbrıs sorununu Kıbrıslılar çözer. Yeter ki, gölge edilmesin!

* Ulus Kaçağı, Niyazi Kızılyürek, İletişim Yayınları, Haziran 2020, 407 sayfa

(BİANET.ORG – Hüseyin ŞENGÜL – 22.8.2020)