“1964’te Ksero’da tanıştığımız küçük Mack, vefat etmiş...”

Sevgül Uludağ

Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde görev yapmış olan eski BM askeri, çok değerli İsveçli arkadaşımız Tommy Nilsson, “Vi som gjort FN Tjanst pa Cypern” yani “Kıbrıs’ta BM hizmeti yapmış olan bizler” başlıklı sosyal medya sayfasında, 1964’te Ksero’da tanıştığı küçük Mack’ın vefat ettiğini öğrendiğini belirterek üzüntülerini paylaştı...

Tommy Nilsson, BM’nin İsveç kontenjanında UNFICYP (BM Barış Gücü) askeri olarak görev yaptığı dönem olan 1964 yılından itibaren pek çok değerli film geçmiş ve bize de Larnaka’nın Pervolya (Bahçalar) ile Çite (Kiti) köyleri civarında “kayıp” edilmiş olan ve sonradan kalıntıları Çite’de bulunan Halil Ziya Desteban’la ilgili “kayıp” edilmesinden bir gün sonra bir BM askerinin çekmiş olduğu filmi bizimle paylaşmıştı. Biz de Halil Ziya Desteban’ın Pervolya’da (Larnaka-Bahçalar) “kayıp” edilmesinden bir gün sonra çekilen bu filmi okurlarımızla ve Kayıplar Komitesi yetkilileriyle 2016’da paylaşmış ve Desteban için yürütülmekte olan araştırmalara bu film aracılığıyla katkıda bulunmuştuk... Tommy Nilsson’un o günlerde çektiği filmler ve fotoğraflar çok değerli ve bunları zaman zaman kendi sosyal medya sayfasında olsun, çeşitli sosyal medya gruplarında olsun, her daim paylaşıyor... Kendisine çok teşekkür ediyoruz...

KSERO’DAN BİR KÜÇÜK ÇOCUK...

Ksero’da Birleşmiş Milletler sivil polis noktasına yalınayak gelerek BM askerleriyle takılan küçük Mack’ın 1964’te bir de fotoğrafını çekmiş Tommy Nilssen... Şöyle yazıyor:

“Bugün Ksero’da 1964’te tanıştığımız küçük Mack’ın vefat ettiğini öğrendim. Yalınayak, küçük bir çocuk olan Mack’ın yüzünde her zaman geniş bir gülümseme olurdu ve hep BM sivil polis noktasında takılırdı... 1964 sonbaharında aniden ortadan kaybolmuştu, kimsecikler de onun nereye gitmiş olabileceği hakkında bilgi veremiyordu. Ancak aradan 50 sene geçtikten sonra başka Ksero sakinleri aracılığıyla onunla tekrar temas kurabilmiştim. Meğer ailesi, 1964 sonbaharının sonlarına doğru İngiltere’ye göç etmişti... Ksero’daki merkezimizin basamaklarında onun bu fotoğrafını çekmiştim... Huzur içinde uyu küçüğümüz...”

Tommy Nilsson, Mack’ın (Mihalis Hristodulu/Magis) Ksero’dan yeğeni olan Hrisso Anceli Paraskeva’nın yazdıklarını da paylaştı... Paraskeva şöyle yazmış:

“Ksero’dan sevgili yeğenimiz Mihail Hristodulu’nun (Magis) vefatını büyük bir üzüntüyle duyuruyoruz, kendisi Londra’da yaşıyordu ve kronik bir hastalıkla uzun mücadelesini kaybetti...”

1964'te Tommy Nilsson'un Ksero'da çektiği fotoğrafta küçük Mack...


“Küçük Kaymaklı’yı ziyaretimiz, üzücü bir deneyimdi...”

Tommy Nilsson, aynı sosyal medya grubunda Küçük Kaymaklı’dan Mayıs 1964’te çekmiş olduğu bir filmi de paylaşarak “Küçük Kaymaklı’yı ziyaretimiz, üzücü bir deneyimdi” diye yazdı.

Tommy Nilsson, “Vi som gjort FN Tjanst pa Cypern” yani “Kıbrıs’ta BM hizmeti yapmış olan bizler” başlıklı sosyal medya grubunda özetle şöyle yazdı:

“... Afrodit’in güzel adasında kimimiz daha uzun, kimimiz daha kısa süre geçirme fırsatı elde etti Birleşmiş Milletler’in mavi bayrağı altında... Belki de bunu bizim için mümkün kılan şahıs hakkında biraz düşünmeliyiz. 1963’ün Noel zamanı, Nikos Sampson adlı Kıbrıslırum, başkent Lefkoşa’da Omorfita’da (Küçük Kaymaklı) Kıbrıslıtürkler’e yönelik bir katliam başlatmıştı... Bu, büyük olasılık ateşleyici bir durum oluşturdu ve adadaki nüfus içerisinde her iki tarafta da çeşitli şiddet eylemlerine yol açtı... Sampson ve adamları Küçük Kaymaklı’dan ayrılmadan önce de duvarlara “kartvizitlerini” bıraktılar ki bunun ardında kimin olduğundan kuşku duyulmasın... (Duvarlara mavi boyayla EOKA yazılmasını kastediyor – S.U.) Böylece alevlenen savaş eyelmleri Birleşmiş Milletler’in bir çaba göstererek adaya askeri ve polis gücü göndererek bu şiddeti bastırmaya çalışmasına yol açtı ki bizler adaya böyle gelmiştik. Bu ilk çabasından 10 yıl sonra Sampson yeniden ortaya çıktı ve herkesin de bildiği gibi bu da adanın bölünmesine yol açtı. Kesin biçimde...

Lefkoşa’ya ilk gidişimizde, Omorfita’yı (Küçük Kaymaklı) ziyaret etme olanağı bulmuştuk.  Üzücü bir ziyaretti bu...”


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...

“Lezzetin sırrı: Heves, heyecan, hayal...”

Ebru Karşın/AGOS

Diyarbakır tarihine ve yeme içme kültürüne ışık tutan ‘Amida’nın Sofrası’ kitabının ardından ‘Amida’nın Ruhu’ da Aras Yayıncılık’tan çıktı. Rober Koptaş’ın yayına hazırladığı, Vedat Ozan’ın sunuşuyla başlayan kitap, Erkin Ön’ün fotoğraflarıyla ve elbette Silva Özyerli’nin akıcı dili, tarifleri ve hafızasıyla okuru bir zaman, mekân ve lezzet yolculuğuna çıkarıyor. Biz de Agos’ta Silva Özyerli’yle buluştuk ve Diyarbakır’daki çocukluk anılarından gezilerindeki likörlük meyve keşiflerine kadar, likör gibi bir söyleşi yaptık.

***  ‘Amida’nın Ruhu’ Diyarbakır, aile, gelenekler en önemlisi de birlikte yaşamanın kitabı, yalnızca bir likör tarifleri kitabı değil. Aslında beklenen ilk kitabınızdı. Oysa siz ilk önce ‘Amida’nın Sofrası’nı yazdınız. Bu önceliğe nasıl karar verdiniz, sizi neler etkiledi?

Önceliğe ben karar vermedim aslında, ülkede yaşanan siyasal, politik oluşumlar karar verdi. Biliyorsunuz ben Diyarbakırlıyım. 2015’te biz Kamp Armen’de direniyorduk ve tam o sıralarda Sur çatışmaları başladı ve Surp Giragos Kilisesi’nin zarar gördüğü haberi geldi. ‘Bir hafıza mekânımızı korurken başka bir hafıza mekânının zarar görmesi benim kaderim olmamalı’ diye düşündüm. Bir taş ustasının kızı olarak yaşanan yıkım, sokakların mahallelerin yerle yeksan edilmesinin bendeki tahribatı çok büyük oldu. Ve evde babamın hayaliyle  kavga eder hale geldim, ‘Baba değdi mi yaptığın’ diye… ‘Bak yine yıktılar, yine yok ettiler’. Zaten bütün ilginiz, odak noktanız orası olunca, bilgisayarın da cep telefonunun da algoritması ona işliyor, sürekli o fotoğraflar önünüze düşüyor. Bir gün baktım, çocukluğumun ve leyleklerimin de konduğu çan kulesi artık yıkılmış, dedim ‘Silva, her şey bitti’ Yas dönemi. Leyleklerin, her toplumdan insanların, bırakın insanları, taşın toprağın yasını tutmaya başladım. Bu arada da Aras Yayıncılık’tan likör kitabı yapmak için davet aldım. Likör kitabı yapacak halde değilim, yastayım. Yasta likör kurulmaz, kitabı hiç yazılmaz, o bir kutlama ve şölen içeceğidir.

Peki ne yapalım? Dedim ki, çocukluğumun geçtiği sokaklar şu anda yok, ama hafızam var. Hafızamı kayda geçirebilirim, onu yemekle harmanlayabilirim. ‘Bir deneyelim, yazın gönderin’ dediler. 20-25 sayfalık bir şeyler yazdım, yolladım. ‘Harika devam’ dediler ve kitap öyle çıktı. Zaten benden bir kitap çıkacaktı. Aras Yayıncılık’ın daveti bunu hem hızlandırdı hem de netleştirdi. Uzun zamandır Diyarbakır’ı araştırıyordum, hem kendi aile hikâyemi hem de Diyarbakır’ın çok kültürlü yapısının köklerini. Yemekle harmanlamak iyi bir kitap içeriği oldu. Çünkü ne yaşarsanız yaşayın, nasıl bir travmanız olursa olsun, yaralar, soykırım her şey bir masa etrafında konuşulabiliyor, anlaşılabiliyor. Masa bütünleştirici, birleştirici ve empati geliştirici bir alan. Biliyorsunuz Doğu’da töre cinayetleri de bir masanın etrafında yenilen bir yemekle son bulur. Dolayısıyla her ne olsa, bir masanın etrafında çok şey konuşulabilir oluyor. Onu yazdık bitti, herkes şaşırdı tabii, likör kitabı bekliyordu insanlar. Ben biraz ters köşe yaptım.

Ama keşke Sur yıkılmasaydı ben o kitabı yazmasaydım. Orada çok netim. Bir bakıma da şöyle: O kitabın birinci kitap olması, o topraklara ait birlikte yaşamın zengin kültürün, bu mutfağın ve ritüellerin, geleneklerinin, köklerinin bilinmiş ve biliniyor olması açısından çok kıymetli oldu. Çünkü artık orada biliyorsunuz yok denecek sayıda Ermeni var ve yepyeni bir tarih yazılıyor, yepyeni bir demografik yapı oluşturuluyor. Bu kitap, 50 sene sonra bile ‘Buralarda çok büyük bir Ermeni toplumu vardı, Süryani, Keldani vardı, Rum, Yahudi, Kürt, Türk yaşamıştı’ cümlesinin içini doldurması açısından gelecek adına sevindirici oldu.

***  Elleriniz dert görmesin. Annenizi erken kaybediyorsunuz, ondan size bir kavanoz likör kalıyor ve siz likör yapmaya başlıyorsunuz. Annenizden başka ilham aldığınız aile büyükleri, etkilendiğiniz olaylar var mı sizi likör yapmaya teşvik eden?

Kitapta çok uzun anlatmadım ama o Diyarbakır’dan İstanbul’a doğru yüklediğimiz kamyonda bir iki çeşit likör de vardı. Vişne, zerdali, belki dut da. Tabii yatak yorgan, kap kacak, yiyecek, bir kışı geçirecek kadar bulgur filan. İstanbul’a geldik, her şey yerleşiyor da likör kavanozlarına annem bir türlü uygun bir yer bulamıyor. Çünkü karanlık olmalı, ışık almamalı, evde öyle kilervari bir yer yok.  Döndü dolaştı, lavabonun altında köşede bir yer buldu, ikisini oraya koydu. Likör tutkum tamamen annemden. Gerçi kitapta söyledim, sanki ilk başlarda annemin yarım kalan hayatını tamamlama yolculuğu gibi yürüdüm ben o yolda. ‘Annem hayatta olsa bunu yapardı’ diye. Çok sonra fark ettim ki, bu benim yarım kalmışlığımla ilgili bir şey. Annem bu konudaki idolüm gibi ama mesela kitapta adını da büyük bir memnuniyetle andığım kahve likörünün kıvamını, ki en önemli şey o kıvam anını yakalamak, Mari Çelik’ten öğrendim.

***  Büyük nineniz Lusya Hanım’ın döneminde önemli bir karakter olan Sara Hanım’a gelelim. Sazlı sözlü, kalabalık eğlencelerin ev sahibesi. Bu zengin ikramlıkların olduğu eğlencelerde yalnızca, onun deyimiyle iksir-i hayat, yani likör, Sara Hanım tarafından sunuluyor, diğer tüm ikramları evin genç kadınları yapıyor. Bugün de böyle mi, likörü evin hanımı ya da likörü kuran mı ikram eder?

Aslında kural değil. Onu şöyle açıklayabilirim.  Normalde benim çocukluğumdaki Diyarbakır’da evin genç kızı likör tepsisini misafire tutar, ikram ederdi, diğer bir genç kız ya da gelin hemen o likör dağıtımını takip eder, kadehi eline alıp ağzına götüren, iyi dileklerde bulunan kişilere çikolata, badem ezmesi, lokum ya da şeker gibi ikramlıkları sunardı. Sara Hanım döneminde onun ikram etmesinin altında başka bir şey yatıyor. Çok büyük bir ziyafet var orada. Üç beş kişinin geldiği bir şey değil, 30-35 kişinin ağırlandığı bir ‘khıncuyk’  (büyük buluşma/eğlence) Adı öyle geçer çünkü. Orada karafı alıp dolaşıyor. O karaf çocuklara ya da gençlere teslim edilmez. Karafla onun ikram etmesi yakışır. Şu da var tabii, herkese yüz tane kadeh arka arkaya ‘roh’, likörleri ikram edemezsiniz, bir kişinin bir kadehi varsa o kadehe tekrar tekrar yeni tatlar doldurursunuz. Diyarbakır’ın, likör denmediği, büyük ninemin zamanlarında, ‘roh’ dedikleri bir dönem var.  O dönem Avrupa’da da liköre ‘eau de vie’, hayat suyu diyorlar. Bakın hiç kopuk değil Doğu Batı’dan. Bizimkiler  de iksir-i hayat diyorlar. Eau de vie dedikleri, insanları hastalıklardan koruyor, iksir, büyü. Keyif maddesi değil de salgın hastalıklardan koruyan mucizevi bir su, sıvı, iksir. Onun Diyarbakır’daki karşılığı da çok birbiriyle örtüşüyor aslında. İksir-i hayat, hayatın iksiri. Şimdi düşünün öyle bir sıvı var ki elinizde, ruh daha doğrusu; hastalandığınızda şifa oluyor ama ona biraz bal ve pekmez katıp seyrelttiğinizde keyif verici bir maddeye dönüşüyor. Bunun için çok kıymetli, ‘roh’tan liköre evrilme süreci. Yani ‘roh’ dedikleri çok doğru bir tanım çünkü likörü hangi maddeyle yapıyorsanız onun özünü alıyorsunuz. Likör budur, bir maddenin, meyvenin özünü almak.

***  Likör doğum, bayram, evlilik gibi kutlamaların içeceği, sihirli iksiri. Ama kitapta beni çok etkileyen bir şey, yastan çıkma, yeniden hayata dönmenin de bir simgesi. Orada da bir likör ikramı, liköre bir yer var. Bunu biraz anlatır mısınız?

Benim çocukluğumda bizzat tanık olduğum şöyle: Yaslı aileler size misafirliğe geldiğinde ona likör tutmazsınız. Likör o gün ortaya çıkmaz. Eğer daha kalabalık bir bayram ya da bir göz aydına gelinmişse onlarla birlikte birçok insan o anda sizin misafirinizse sıradan geçersiniz, onu yok saymazsınız, o alırsa alır, ona bırakırsınız seçimi. Yas sahibinin evinde likör ikram etmeye başlaması ise ‘Artık yastan çıktım, likör hayatıma tekrar girdi, dağıtabilirim, içebilirim’in simgesi, sembolüydü. Bunu çok kıymetli buluyorum, bir likör üzerinden yasın yaşam kültürü içindeki yerini belirlemek çok kıymetli.

***  Likör kadar hayatın içinde bir lezzet daha var ki o da çörek. İmece usulü bayramlarda düğünlerde yapılan mahalle fırınlarında pişirilen. Bereketin simgesi. Biraz da Diyarbakır’ın çöreklerinden söz eder misiniz?

Aslında düğün çöreği, bayram çöreği ayrı. Düğün çöreği cuma akşamı yoğrulur, erkekler yoğurur, hayatları boyunca ilk kez hamur yoğururlar. Üç dört tane bakır leğende birden yoğrulur. Çünkü kalabalık bir düğün olacaktır. Kalabalığız çünkü, hepimizin minimum 4-5 çocuğu var 6-7-8 çocuğu olan da  var. Un zaten bolluk berekettir, buğday o. Şeker yoktur bizde, sonradan konur. Süryaniler koyardı. Tuz ağız tadı ve içine konan mahlep, rezene, çörek otu gibi baharatlar da hayatın acı tatlı çeşnileri, gençlerin evlilik yolunda karşılarına çıkacak çeşniler. Bu niyetlerle o çörek yoğrulur. Hem misafirlere ikram edilir hem de her eve dağıtılır. Diyarbakır Süryanilerinde ise düğün çöreği nişan çöreğidir. Bizde düğündür onlarda nişan. Papaz gelir nişan yüzüklerini okur kutsar ve nişanlanan çiftin başlarında da vaftiz babaları tarafından çörek dualarla kırılır. Çörek kırmak diye bir tören vardır. Yani çöreğin hem normal hayatta hem bayramlarda hem de düğünlerde olması bir şeyin bolluğunun bereketinin lezzetinin dilenmesi lâzım, temennisi de aslında. Umarım anlatabildim.

Röportajın tümü için link:

https://www.agos.com.tr/tr/yazi/30371/lezzetin-sirri-heves-heyecan-hayal?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTAAAR2Hs4KAU57dBcFDgg4RiYgsBX5jniSd5k7MXa0Q-JX_kVwYZqFg_VBew-U_aem_AVjiWxiCXZ3_MWOU3Il_LNM676klLa2p8NBZEP_2MH831lYytWR4-pULKdUXLF3JEcauqi1tAG7k23PT_g1GT3G1

(AGOS – Ebru KARŞIN – 28.5.2024)