MESARYA’DAN HATIRALAR…
DR. DERVİŞ ÖZER
Çocukluk işte. Büyükler savaşıyor, ama nerede silah sesi, biz çocuklar da orada. Bize kimse demedi ne işiniz var Rum köyünde, ne işiniz var savaşın kızıştığı anda, insanın insanı öldürdüğü, tecavüzün kol gezdiği zamanda, iki parça ganimet oyuncak peşinde, Rum köylerinde evlerin içinde, para ve oyuncak aramak sizin neyinize diye. Kimse de demedi ne işiniz var Rum köyünde diye, kimse de demedi bu bisikleti nereden buldun diye. Zaman öyle bir zamandı ki kimin ne yaptığı belli değildi. Tarlaların içinde yatan ve sıcaktan şişen ölüler, köpeklerin açlıktan ölü yediği zamanlar, yerlere atılmış askeri pantolon, miğfer, askeri gömlek, silahlar ve bombalar. Bunların arasında dolaşıp pantolonların cebini karıştırarak üç beş kuruş para bulmak veya tarlaların içine kaçanların ağır gelip attığı bavullar veya arabayla kaçarken ya benzini bitip ya da bozulup bırakılmış arabaları karıştırıp oynayacak bir oyuncak veya bakkaldan üç kuruşa Çıraklı lokumu almak için değerli, para edecek bir şeyler bulmak için aç susuz, sıcağın altında, tarlaların içinde dolaşıp dururduk.
İlk zamanlar köye yakın tarlaların içinde silah toplarken, ölüleri soyarken, daha sonraları Rum köylerine gidip evleri karıştırmaya, oradan para, oyuncak ve bisiklet aramaya, çalmaya başladık. Bulduğumuz değerli eşyaları ve silahları zulalarımıza saklar, onlarla, yani gerçek silahlarla savaş oyunu oynardık. Hepimizin birer köpeği vardı. Bu köpekler Rumların sevgiye ve yiyeceğe aç, sahipsiz kalmış köpekleriydi. Sahipleri ya kaçmış, ya kaybolmuş ya da esir düşmüşlerdi. Bir parça ekmeğe bütün gün peşimizden ayrılmayan dost köpeklerdi bunlar. Olanlara biz değil onlar da şaşırmıştı. Sadece onlar mı, kediler, inekler, eşekler bile şaşırmıştı. Ne olduğunu anlamadan aç, susuz kalma, sonra da ansızın sahiplerinin onları terk etmesi ve sahip değiştirme. Hiç bilmedikleri, tanımadıkları insanların peşinden bir damla sevgi için havlayarak dolaşmak, ona sokulmak ve kuyruk sallamak.
Evet hepimiz hayaliydi, yıllarca babalarımızdan istediğimiz köpek veya bir bisiklet alınması. (Ama aslında biz o zamanlar karne için bisiklet alındığını bilmezdik. Bisiklet de istemezdik, isteyemezdik, lafı bile edilmezdi.) Bir ayın içinde istemediğimiz kadar oyuncak, bisiklet ve köpeğimiz olmuştu. Mutluyduk (!)...
Rum köylerinde korkmadan dolaşabiliyorduk. Tek tük kalmış yaşlı Rumların evlerine kendi evimiz gibi girip çıkıyorduk ve istediğimiz her şeyi alıyorduk. Yaşlı Rumların bize bir şey söylemelerine aldırmadan girip çıkıyorduk. Aslında sonraları onlar da bize alıştılar. Bize değil de bizim hırsızlığımıza alıştılar. Hiçbir şey söylemiyorlardı, sadece gözlerinin kenarından bir damla yaş akıyordu. Bunu görüyorduk, yaşlı, sakat ve hasta insanları ağlattığımızı görüyorduk ama o zaman bu insanların ağlaması bize hiçbir şey ifade etmiyordu. Onları insan olarak bile görmüyorduk. Nasıl görelim ki, onlar kaybeden taraftı, kaybedenin hiçbir şeyi yoktu. Hepsi kazananındı ve biz kazanmıştık, her şey bizimdi. Bu bize böyle öğretilmişti.
Biz bunları yaparken, büyüklerimiz ne yapıyordu? Onlar da bir şeylerin peşindeydiler ama onlar bizim gibi oyuncak veya bisiklet aramıyorlardı. Onlar daha çok büyük şeylerin ve büyük miktardaki paraların peşinde idiler. Onlar kamyonlar, traktör arabaları ile veya ellerine geçirdikleri özel arabalarla yapıyorlardı bu hırsızlığı. Biz de çoğu zaman ne getirdiler diye onları seyrediyorduk. Bir gün köye gelen bir kamyonun arkasında çok büyük bir kasa gelmişti ve gizli bir şekilde gamininin ocağı içine bırakıldı. O kadar büyüktü ki onu indirebilmek için bir şiro getirmişlerdi. Bu kasa Değirmenlik’teki büyük bir kilisenin kasasıydı ve günlerce bu kasayı getiren beş kişi onu açmak için uğraşmışlardı. Kasaya silah sıkmışlar, kaynak yapmışlar, şironun ağzından yüksekten bırakmışlar, matsa ile günlerce dövmüşler, bomba bile koymuşlardı. Biz bütün bunları merakla seyrediyorduk. Bizi umursamıyorlardı bile, bizimle değil kasayla, içinden çıkacak para ile ilgileniliyorlardı. Günlerden bir gün heyecan son haddine gelmişti beş kişi arasında. Kasanın bir ucu kıvrılmıştı o kıvrığı büyüttüler ve kasayı açtılar. Heyecan yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. Kasanın içinden deste deste yazılı kağıtlar, bol miktarda porno dergi ve farklı farklı kadınların çıplak fotoğrafları çıkmıştı. Ne bir kuruş para, ne de bir gram altın çıkmıştı. Kasayı oradaki çöplüğe yuvarlayıp söverek gittiler. Biz de yarayan bir şey var mı diye gidip baktık, bizden büyük olanlar çıplak kadın fotoğraflarını ve porno dergileri aldılar ve gittiler.
Aradan yıllar geçti, o çöplük, kayıp kişiler komisyonu tarafından kazıldı ve kasa ortaya çıktı. Gidip tekrar inceledim üzerindeki kurşun, bomba ve matsa izlerini ama günlerce verilen emeğin, yani fotoğrafların ve dergilerin bir izi yoktu.
Neyse biz dönelim yine ganimet yani hırsızlık maceramıza, dedim ya günlerce gittik geldik Rum köylerine oyuncak aradık, para aradık. Köpeklerimizle gezdik, bisikletlerimizle dolaştık. Esir kampından geçtik, okul bahçesinde oynayan Rum çocuklarının bakışları altında bisikletlerimizi sürdük. Ama bir çocuk vardı ki aralarında, biz her geçişimizde okulun bahçe tellerine yapışıp, bizdeki bisikletleri göstererek ağlıyordu. Annesi gelip onu alıyor ve okulun içine sokuyordu. Belli ki bizim bisikletlerden biri onundu. Onun bisikletini çalmış ve caka satarak onun önünde dolaşıyorduk. Aslında çalmamıştık, bizim olmuştu. Bizim babalarımız savaşmış ve onların babalarını yenmişti. Onlar yenildiği için Rum çocukları da yenilmişti. Yani biz savaşmasak da babaları yenildiği için Rum çocukları da yenilmişti. Bunu kabul etmeliydiler. Onların oyuncakları ve bisikletleri bizim payımızdı. Onların, bindiğimiz bisikletlerde en ufak bir hak iddiaları olamazdı. Bunu sadece biz yapmamıştık ki büyüklerimiz, bizi yönettiğini iddia edenler de yapmıştı. Biz yendik diye her şeylerine el koymuştuk. Onların varlıklarını, yıllarca çalışıp biriktirdiklerini bir günde kendimizin etmiştik. Savaşı onlar çıkarmamıştı. Hele hele de çocuklar hiç çıkarmamıştı. Oyuncak silahla bile savaşmamışlardı ama bisikletleri, oyuncak tüfekleri bizim olmuştu.
Savaş böyle bir şeydi işte. Hırsızlık yapmayı, adaletsizliği öğretmişti bize. Bizim olmayanın bizim olmasını, çalışmadan kazanmayı, tembelliği öğretti. Savaştan herkes etkilendi, ailesinden ölenler, yaralananlar oldu, kayıplar oldu. Çocuklar babasız, anasız, oyuncaksız bisikletsiz kaldı ama her şeyden önemlisi dürüstlükten adalet kavramından uzak kaldılar. Ve bu da yetmezmiş gibi bu çocukların üzerine devlet inşa ettiler.
BASINDAN GÜNCEL…
“Kıbrıslırum okullarında din dersini eleştiren lise öğrencisine karşı fırtınalar koparıldı…”
“Geçtiğimiz günlerde Kıbrıslırum toplumunda gündemde olan olaylardan bir tanesi, bir Lise 2. sınıf öğrencisinin din dersi konulu bir makale kaleme alması ve yazısının okul gazetesinde yayınlanmasından sonra gelişti. Olay üzerine her ne kadar olmaması gerekse de içinde yaşadığımız toplum gibi toplumlarda beklenebilecek bir şey; dinci ve geleneksel çevreler hop oturup hop kalktı.
Öğrenci “okullarda din dersi; seçim mi yoksa zorunluluk mudur?” başlıklı yazısında Avrupalı ülkemizin öne çıkardığı çokkültürlü eğitimle din dersinin bağdaşıp bağdaşmadığı sorusunu irdeliyordu.
Bunun yanında sabah duası ve öğrencilerin kiliseye götürülmesi konusunu da irdeliyor ve “Bunlar çokkültürlü bir okulda ders zamanı kaybıdır zira eğitim sürecine hiçbir şey katmamanın yanısıra öğrencilerin büyük çoğunluğuna manevi bağlamda da bir şey kazandırmıyor” sonucuna varıyordu.
Öğrenci ayrıca din dersinin nasıl işlendiği konusunu da ele alıyor ve “okul, din dersinde ardı ardına 12 yıl boyunca her bir bireyin iyi bir Ortodoks Hristiyan olması için nasihatler veriyor” diyordu.
Okul gazetesi çıktıktan sonra, özellikle ilahiyat çevreleri ve tutucu kesimler, öğrenciyi de bu yazının okul gazetesinde yayınlanmasına izin veren öğretmenleri de sert ve aşağılayıcı ifadelerle eleştirme yoluna gitti. Sosyal medyadan olsun konuyu programlarında ele alan radyo programlarından olsun. Hani aforoz etme yetkileri olsa edecekler nerdeyse.
Konu bu şekilde seyredince Çocuk Koruma Hakları Komiseri Despo Mihailidu olaya müdahale eden bir açıklama yaptı. Mihailidu “çocuğa ve öğretmenlerine bu şekilde küçümseyici ifadelerle saldırmak ifade özgürlüğünü kısıtlamak ve eleştirel düşünceyi bastırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Şahsi aşağılayıcı nitelendirmelere derhal son verilmelidir” çağrısı yaptı. Çocuk Hakları Koruma Komiseri “farklı düşüncelerin, diyaloğun varlığının kabul edilmediği, fanatik tepkilere karşı çıkılmayan bir toplumda demokrasi var olamaz” dedi.
***
Çevreye, doğaya, hak ve adalete, insana karşı duyarlılığına yazılarında çok kez tanık olduğumuz Hristalla Hacidimitiru dün Filelefteros’ta çıkan “Bakan olmanın mutsuzluğu” başlıklı makalesinde bu konuyu ele alıyordu.
İfade özgürlüğü güçlü toplumsal grupların seçim ve arzularına göre belirlenemez. Onların yaptığı kendilerininkinden farklı görüşleri reddederek kendi görüşlerini dayatmaya çalışmaktır. Farklı düşüncelerin, diyaloğun varlığının kabul edilmediği, fanatik tepkilere karşı çıkılmayan bir toplumda demokrasi var olamaz”.
Bir öğrenci Eleştirel düşüncelerini ifade etme cesaretini gösterdiği için ateşte yakılmasına ramak kalması olayı karşısında çağdaş bir devletin Eğitim Bakanından duymak istediğimiz şey buydu. Ama Prodromos Prodromu’nun Fransa’daki eğitiminden ülkeye umut verici bir politikacı olarak döndüğü günden bu yana çok uzun zaman geçti. Bu yüzden de bir öğrenci hakkında öğretmeninin “Utanç verici! Rezalet! Dersimden yirmi almıştı, pişman oldum” sözleri karşısında susmayı uygun gördü.
Öğrencinin günahı ne miydi? Din dersinin eğitim biçimine dair soru işaretlerini dile getirmesi. Ve bazı öğretmenlerin de bu görüşlere okul gazetesinde yer verme cesaretini göstermesi. Bu gazete neden çıkıyor? Tam da bunun için; Konuşma özgürlüğünü ve eleştirel düşünceyi geliştirmek için.
Bu olayı neler izledi neler. Gerçekten şaşırtıcı. Hz Muhammet’e ilişkin soru işaretleri ortaya koyan Fransızlar olsaydı söz konusu olan biz Je suis Paris, diyecektik. Gel gör ki bu durumda söz konusu olan Hristiyan Ortodokslar ve üstelik İsalarına ilişkin şüpheler de değil ortaya konmuş olan düşünceler. Bir görüş ortaya kondu. Hepsi bu.
“Okul gazetelerini kendi malı farz edenler “okul gazeteleri onun bunun arka bahçeleri değildir” dedi.
Ve işin en şaşırtıcı yanı şu ki; Söz konusu makaleye tepkilerin çoğu eğitimcilerden, öğretmenlerden geliyor. En azından eleştiri sahipleri kendilerini öğretmen olarak adlandırıyor. Öğretmen olarak adlandırıyor dememizin sebebi var. Zira şunun gibi bir görüşün çocuklarımızı eğiten insanlar tarafından söylendiğine inanmak çok zor: “Hayatımda hiç bu kadar utanç duymamıştım. Ama aynı zamanda da derinden üzüldüm. Çünkü Orta üçteyken ona 20 vermiştim. Okuldaki ilk yılımdı bilmiyordum. Yazık! Belki hak eden bir başka öğrenciden esirgedim bu notu.”
Eğitim Bakanı bütün bunlar karşısında sustu ama Çocuk Haklarını Koruma Komiseri susmadı ve dedi ki: “Görevimiz çocuklarımızı susturmak değil, tam tersine seslerini güçlendirmektir. Zira ifade özgürlüğü demokratik toplumun yapı taşlarından biridir. Toplumsal gelişimin ve bireylerin kişilik gelişiminin önde gelen önkoşullarından biridir”. Taliban olmayan bir devletin Eğitim Bakanının söylemiş olması gerekenleri söyledi.
(RIK - KIBRISLI RUM KÖŞE YAZARLARINDAN – 1.7.2020)