1974’ün sessiz çığlığı: Palekitire ve Muratağa’da öldürülen çocuklar...

Sevgül Uludağ

14 yaşındaki bir Kıbrıslıtürk okurumuz, Palekitire (Balıkesir) katliamında öldürülerek “kayıp” edilen küçük Yannis Suppuris’le ilgili kaleme aldığı yazısını bize gönderdi... Bu okurumuz, bir barış aktivistinin torunu ve kendisi de küçük yaşına rağmen, barış mücadelesinde yerini almaya çalışıyor...

Bu küçük okurumuz “1974’ün sessiz çığlığı” başlıklı yazısında şöyle yazıyor:

“Geçen gün, Palekitire (Palekythro-Balıkesir) köyünde gezdim… Etrafta savaşın bıraktığı izleri de vardı… Ama, başka bir şey beni o köye çekmişti. O gün, her zaman olduğu gibi savaşın izleri halen daha taptazeydi, ama bu köyde başka bir şey vardı... Sanki geçmişin hayaletleri hâlâ burada dolanıyordu.

O köyde, Güney’de ve Sevgül Uludağ’dan, 1974'de öldürülen Yannis Suppouris'in hikayesini duydum... Küçücük bir çocuktu o.. Süt dişleri yeni dökülmeye başlamış, belki de sokakta arkadaşlarıyla oyun oynarken, belki de ailesiyle sıcak bir yaz günü geçirirken…

Herkesin bir hikayesi var bu adada... Ama Yannis’in hikayesi, başka türlü dokunuyor insana... Masumiyetin nasıl da savaşın acımasızlığında kaybolduğunu gösteren bir örnek-hikaye... Bir çocuk, kimsenin düşmanı olmayan, bir tarafa ait olmayan, sadece yaşamak isteyen bir çocuk… Ama işte, savaş bunu da ayırt etmiyor!

Güney’de Palekitireli bir tanıdığım anlatmıştı ilk bana aslında, Yannis’in hikayesini… “O kadar küçüktü ki,” demişti, “O kadar masum…” Sanki hala onun o masum yüzünü görür gibi oluyordu, yaşlı gözleri uzaklara dalıp giderken...

“Bir çocuğun ölümünden ne çıkar ki?” dedim kendi kendime... Bu savaş, kimseye yararı olmadı… Ne Rumca ne de Türkçe konuşanlara… Sadece kayıplar, acılar ve hiç kapanmayan yaralar bıraktı geriye. Bu acılar içinde, Yannis’in hikayesi, bir nebze olsun sesini duyuramayanların sesi oldu benim için... O, hiçbir savaşı hak etmeyenlerin simgesi oldu...

Bu hikayeyi duyduktan sonra çok düşündüm... Belki da diyorum, geçmişle bu kadar haşır neşir olmayı bırakmalı, geleceğe bakmalıyız... Ama nasıl? Yannis’in ve onun gibilerin hatıraları hep taze iken, biz nasıl unutabiliriz ki? O, bizim unutmamamız gereken bir hatıra... Bir daha aynı hataları yapmamamız için, bir daha hiçbir çocuğun bu acıyı yaşamaması için bir hatıra!

Birden fark ettim ki, Yannis’in yüzünü hiç görmemiş olmama rağmen, onu gözlerimin önünde canlandırabiliyorum.. Belki de tüm kayıpların bir sureti oldu benim için... Savaşın anlamsızlığının bir simgesi. Yannis’in hatırası, barışın ve huzurun ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor bana... Onun anısına, her çocuk için daha iyi bir dünya kurmak zorunda olduğumuzu hatırlatıyor...

Palekitire’den ayrılırken, Yannis'in hayaleti benimle geldiydi sanki... Onun masum bakışları, sessiz çığlıkları... Onu unutmak mümkün mü? Ve aslında unutmamak gerek... Her zaman hatırlamalı, her zaman onun ve onun gibilerin sesi olmalıyız... Çünkü Kıbrıs’ın bu karanlık tarihinde, Yannis gibi çocuklar ışığımız olabilir…

Bazen düşünüyorum da, belki de gerçekten bir şeyler yapabiliriz... Belki de henüz geç değil! Yannis’in anısına, onun ve onun gibilerin hayallerini gerçekleştirebiliriz. Daha barışçıl, daha huzurlu bir Kıbrıs için…

Yannis’i unutmayacağım... Ve onun gibi tüm masumları da... Onlar bizim hafızamızda, bizim yüreğimizde yaşamaya devam edecek... Çünkü Kıbrıs, işte böyle bir yer.. Her köşesinde bir hikaye, her hikayede bir ders saklı... Ve biz, bu dersleri asla unutmamalıyız.. Çocuklar, mermi yerine şeker yesinler, ölmesinler...

Kıbrıs’ın geleceği, geçmişteki bu hikayelerde saklı...

İki toplum barışı bulunca, belki Yannis de bulunur...”

ERATO KOZAKU MARKULLİS’İN YAZDIKLARI...

Çok değerli arkadaşımız, Kıbrıs Cumhuriyeti eski Dışişleri Bakanı, her dönemin barış atkivisti Erato Kozaku Markulli, bu yıl da 14 Ağustos’ta profil resmini değiştirerek Muratağa-Sandallar’da katledilmiş çocukların sınıf fotoğrafını koydu sosyal medya hesabına ve 2016 yılında bu konuda özür dilemiş olduğunu hatırlattı. Erato Kozaku Markulli, EOKA-B’ci Kıbrıslırumlar’ın Muratağa-Atlılar-Sandallar’da 126 Kıbrıslıtürk kadın, çocuk ve yaşlı insanı katletmesinden ötürü üzgün olduğunu açıklayarak özür dilemişti ve bu özür üzerine çok ağır saldırılar altında kalmış, ölüm tehditleri almıştı... Markulli, Dohni katliamı için de özür dilemişti...

Biz de Erato Kozaku Markulli’nin özür yazısını bu sayfalarda 2020 yılında yeniden yayımlamıştık. Erato arkadaşımız Muratağa köyünde toplu mezarlar açılırken çekilmiş olan resimleri de paylaşarak şöyle diyordu:

“14 Ağustos 1974’te EOKA-B aşırı unsurları tarafından Muratağa-Atlılar-Sandallar köylerinden 126 kadın ve çocuğa karşı ve Dohni köyünden 85 sivil erkeğe karşı (aralarında 12 yaşında bir de çocuk vardı) işlenen korkunç suçlar nedeniyle kamuoyu önünde samimi biçimde Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızdan özür dileme ihtiyacı hissediyorum.

Ne yazık ki resmi Kıbrıs Cumhuriyeti devleti aradan geçen 42 yıl süre boyunca, bu cinayetlerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarmak için herhangi bir soruşturma yapmadı ve bu suçları işleyenlerden hiçbiri de adalete teslim edilmedi.

Yakın geçmişte yaşanan Kıbrıs trajedisinin arkasında yatan gerçeği etkili biçimde ortaya çıkarmak için bir Hakikat Komisyonu kurmanın artık zamanı gelmiştir çünkü gerçek ortaya çıkarılmadan, yeniden uzlaşma olmayacaktır, yeniden uzlaşma olmazsa da barışçıl birlikte bir yaşam mümkün değildir.

Gerek Türkiye’nin işgal ordusu, gerekse Kıbrıslıtürk aşırı unsurları tarafından ağırlıkla sivil olan masum Kıbrıslırumlar’a karşı işlenmiş korkunç suçları son 42 yıldır uluslararası alanda güçlü biçimde kınarken, kendi aşırı unsurlarımızın ve faşistlerimizin masum ve sivil Kıbrıslıtürkler’e karşı işlemiş oldukları suçları görmezden gelemeyiz.

Burada yayımladığım resimler Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde vahşice öldürülmüş Kıbrıslıtürkler’le ilgilidir ve Birleşmiş Milletler arşivlerinden alınmışlardır.”

Muratağa'da öğretmen ve en arkada ayakta sağdan ikinci çocuk Şafak Nihat dışında sınıftaki tüm çocuklar öldürülmüştü...


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...

Dilara Balcı’dan “Yeşilçam’da Öteki Olmak...”

Dilara Balcı’nın Yeşilçam’da Öteki Olmak adlı kitabının yeni baskısı Ayrıntı Yayınları etiketiyle yayımlandı.

Kitapla ilgili olarak tanıtım bülteninde şöyle deniliyor:

“Türkiye sinema tarihi üzerine birçok çalışması, film, afiş ve fotoğraf koleksiyonu bulunan Yaşar Üniversitesi Film Tasarımı Bölümü Dr. Öğretim Görevlisi Dilara Balcı’nın Yeşilçam’da Öteki Olmak adlı kitabı, Ayrıntı Yayınları tarafından yeniden basıldı. Birçok gayrimüslimin de görev yaptığı Yeşilçam’ı farklı bir boyuttan ele alan çalışma, Türkiye sinemasında gayrimüslim vatandaşların temsil biçimlerine ve karikatür tiplemelerin arkasında yatan ötekileştirmeye dair eleştirel bir bakış sunuyor. Fotoğrafların ve film karelerinin de eşlik ettiği Yeşilçam’da Öteki Olmak, Dilara Balcı’nın yeni baskıya özel kaleme aldığı önsözüyle okurları bekliyor.

Türkiye sinemasında gayrimüslimlere dair yapılmış en kapsamlı araştırmalardan biri olarak görülen Yeşilçam’da Öteki Olmak, Ayrıntı Yayınları’nın Sinema Dizisi kapsamında yeniden yayımlandı. Dilara Balcı’nın ilk olarak 2013’te basılan bu önemli çalışması, daha sonra sinema ve televizyon yapımlarında “öteki” konusunu inceleyen çok sayıda kitap, kitap bölümü ve bilimsel makalenin kaleme alınmasına da öncülük etti.

1940-1977 yılları arasında çekilmiş doksan bir filmin değerlendirmesinden oluşan Yeşilçam’da Öteki Olmak, çözümlemeleriyle 1977 sonrasını da işaret ediyor. Bir yandan tarihselliği içinde Türkiye sinemasını ele alan kitap, sinemayı var eden oyuncusundan yönetmenine, laboratuvarcısından yapımcısına bütünlüklü bir fotoğraf sunuyor. Dilara Balcı, Yeşilçam’da Öteki Olmak’ta filmlerde yer alan “öteki”lerin karakter tahlillerini yaparken azınlıkların sinemadaki temsiliyet biçimlerini de ele alıyor: Bazen yalnız, isimsiz, gülünç, kimi zaman “hain”… Ve o insanların bu temsiliyetlerle iç içe geçmiş meslekleri…

Tiyatro ve edebiyat ile sinemanın etkileşiminin de bir yaklaşım olarak araştırmayı tamamladığı Yeşilçam’da Öteki Olmak’ta “öteki”lerin hikâyesi kavramsal bir eksen etrafında örülüyor.”

DİLARA BALCI HAKKINDA

1985 yılında İzmir’de doğdu. Üniversite eğitimine 2003 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV bölümünde başladı. Lisans öğrenimi boyunca Metin Erksan, İlhan Arakon, Nedim Otyam, Memduh Ün, Duygu Sağıroğlu, Feyzi Tuna, Serdar Akar gibi sinemacılardan dersler aldı. Bu süre içinde aralarında çeşitli festivallerde gerçekleştirdiği kısa filmleri gösterildi; televizyon yapımlarında reji ve kurgu asistanı olarak çalıştı. 2011 yılında Marmara Üniversitesi’nde, Sinema Bilim Dalı’nda tezli yüksek lisans programını; 2016 yılında da aynı üniversitede yine Sinema Bilim Dalı’nda doktora programını tamamladı. 2016 yılında Damla Güçer ile birlikte çektiği Körler Müessesesi adlı kısa film ile Bursa Kısa Film Festivali’nde birincilik ödülü kazandı. 2010 yılından bu yana, çalıştığı Yaşar Üniversitesi’nde Film Tasarımı bölümünde, Dr. Öğretim Üyesi kadrosunda Dünya ve Türkiye Sinema Tarihi, Kurgu Çalışmaları, Modern Sinema, Sinema ve Sanat, Belgesel Film Teorisi gibi dersler vermektedir. Çok sayıda bilimsel makalenin yanı sıra Yeşilçam’da Öteki Olmak ve Feyzi Tuna: Her Film Bir İmtihandı adlı kitapların da yazarıdır.

(www.edebiyathaber.net  - 17 Ekim 2023)

HÜRRİYET’İN YAZDIKLARI...

Kitabın ilk baskısına ilişkin Hürriyet gazetesi ise “Gavur Yeşilçam” başlığı altında 7.9.2013’te şöyle yazmıştı:

“Dilara Balcı, ‘Yeşilçam’da Öteki Olmak’ adlı kitabında, Türk sinemasında gayrimüslim vatandaşların nasıl temsil edildiklerini ve karikatür tiplemelerin arkasında yatan ötekileştirmeyi analiz ediyor. Oysa ki ilk sinema işletmecilerinden tutun, yönetmenlere, oyunculara, ışıkçılara ve yapımcılara kadar sektörün önemli ustaları gayrimüslimler arasından çıkmış.

EVSİZ VE AİLESİZ BİR TEMSİL...

Sinemada her kesimden Müslüman/Türk ailenin evi temsil edilirken, gayrimüslimlerin yaşam alanlarının görünür kılınmasından büyük oranda kaçınılmış. Pekçok filmde gayrimüslim karakterlerin çoğunlukla işyerlerinde, eğlence yerlerinde ve dış mekanlarda gösterilmesi bunun örneği. Neredeyse hiçbir Rum, Ermeni ya da Yahudi karakter evinde ailesiyle, günlük yaşantısını sürerken gösterilmez.

RUM MU DEDİN?

Osmanlı döneminde geçen filmlerde Ermeni ve Rum karakterlerin meslekleri arasında kantoculuk ve tiyatroculuk başta gelmektedir. Dönem filmlerinde Rum kadın karakterlerin daha çok genelevlerde çalıştıkları, Ermeni kadın karakterlerin ise çoğunlukla meyhanelerde kantoculuk yaptıkları görülür. Bununla birlikte tiyatro işleten ya da müzisyen olan Ermeni karakterlere de rastlamak mümkün. Özellikle 1960-80 arası dönemde çekilen filmlerde dikkati ilk çeken unsur Rum kadınlarına yönelik olumsuz yakıştırmalar. Rum kadının cinselliği, diğer gayrimüslim kadın karakterlere kıyasla çok daha ön planda tutulmuş. Üstelik bu karakterlerin cinselliklerini kullanarak para kazandıkları özellikle vurgulanmıştır. Kısacası, Yeşilçam filmlerinde Rum kadın, potansiyel bir fahişedir. Buna uygun olarak filmlerde rastlanan Rum kadın kişilerin en çok genelev işletmeciliği/randevuculuk, fahişelik ve kaçakçılık yaparak geçindikleri görülür.

DOLDUR BE BARBA!

İncelenen filmlerde rastlanılan 26 Rum erkek karakterden sekizinin meyhaneci/lokantacı, dördününse garson ya da barmen oldukları görüldü. Yeşilçam filmlerinde, İstanbul’un kozmopolit yapısını ve Rumların meyhane kültürü içindeki yerini vurgulamak maksadıyla, meyhanecilik yapan Rum tiplerine oldukça sık yer verilir. Rum meyhaneci temsilleri, çoğunlukla filmin içinde önem teşkil etmeyen tipler olmaktan öteye gidemez.

ADABI MUAŞERET...

Adabımuaşeret ya da görgü öğretmenliği, yabancı kaynaklardan uyarlamalar sonucu Yeşilçam’a giren ve güldürü filmlerinde çok tutulan bir meslek türü. Bu filmlerde taşradan şehre gelmiş ya da şehrin kenar mahallelerinde yaşamış ve sonradan keşfedilmiş karakterler, görgü öğretmenlerinden aldıkları eğitim sonrasında hanımefendi ya da beyefendi olmaya hak kazanıyor. Gazino patronunun genç kadını yetiştirmek için tuttuğu adabımuaşeret hocalarının arasında gayrimüslimler de bulunuyor.

BİR DOSTLUK ÖYKÜSÜ: ÜÇ ARKADAŞ...

Yeşilçam filmlerinde Hrisantos gibi Türk düşmanlarının yanı sıra nadir de olsa Türklerle arkadaşlık ilişkisi kuran, iyi kalpli ve yardımsever gayrimüslim karakterlere de yer verilmiş. Dostluk, sevgi ve kardeşlik mesajları veren ‘Üç Arkadaş’ filmi, aynı evde yaşayan iki Türk ve bir Ermeninin arkadaşlığını anlatan ender bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Filmde eski ve sahipsiz bir köşkte yaşayan, kazandıkları üç-beş kuruşu paylaşan, akşamları birer kase şehriye çorbası içerek mutlu olan Murat, Artin ve Mıstık isimli üç arkadaşın öyküsü anlatılır.

BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN TİMSALİ: HRİSANTOS

Yeşilçam filmlerinde Rumlar, gayrimüslim gruplar arasından en sevilmeyen karakterler. Rumlara yönelik düşmanlık Osmanlı dönemini ve milli mücadeleyi anlatan filmlerde daha çok belirginleşiyor. Dönem filmlerinde yer alan Rum erkek karakterlerin tamamı, Megalo İdea için mücadele veren çete üyeleri olarak temsil edilmişler. Başlangıcından günümüze Türk sinemasında yer verilen ender tarihsel gayrimüslim kişiliklerden biri, İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda yaşamış, çok sayıda Türk polis öldürmesiyle nam salmış bir kabadayı olan Hrisantos’tur. Kurtuluş Savaşı’nı konu alan pek çok filmde Hrisantos’tan korku ve nefretle söz edilir ve her geçen yıl Hrisantos’a yüklenen olumsuz özellikler katlanarak artar. Kıbrıs sorununun alevlendiği yıllara doğru gidildikçe hem filmlerin öyküleri sertleşir hem de Hrisantos karakteri, kabadayı ve katil olmanın da ötesine geçerek şeytani bir boyut kazanır.”

VECDİ SAYAR’IN SÖYLEDİKLERİ...

BİRGÜN gazetesinde geçtiğimiz günlerde yayımlanan köşe yazısında Vecdi Sayar ise kitapla ilgili olarak şöyle diyor:

“Dilara Balcı’nın yazdığı “Yeşilçam’da Öteki Olmak”, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne gayrimüslim vatandaşlarımızın sinema alanındaki üretimleri üzerinde durarak, başlangıcından bu yana sinemacılarımızın gayrimüslimlere ancak yan roller biçtiklerini ve ‘prototip’leri aşamadığını gösteriyor. Edebiyat ve Sinema Etkileşimi ile Tiyatro ve Sinema Etkileşimi üzerinden Türkiye Sineması’nda ‘gayrimüslim temsilleri’ni inceleyen yazar, Ermeni, Rum ve Yahudileri konu alan edebiyat türlerinin başında halk hikâyelerinin, tiyatroda ise meddah, Karagöz, Ortaoyunu gibi geleneksel seyirlik oyunların geldiğini belirtiyor.

20. yüzyıla yaklaştıkça, gayrimüslimlerin anonim eserlerde çok daha sert bir dille anılmaya başlandıklarını, çağdaş Türkiye edebiyatında milliyetçi yorumların öne çıktığını, edebiyatta bir ölçüde var olan hümanist yaklaşımın Yeşilçam sinemasında (Tomris Giritlioğlu’nun “Salkım Hanım’ın Taneleri” ve “Güz Sancısı”, Yeşim Ustaoğlu’nun “Bulutları Beklerken”i ve televizyon dizisi “Kulüp”gibi birkaç örnek dışında) söz konusu olmadığını ifade eden Balcı, geleneksel tiyatro türlerinde gayrimüslim tiplere yönelik ötekileştirmenin sinemamızda sürdürüldüğünü söylüyor. Balcı’nın andığı isimler arasında Özcan Alper, Emin Alper, Kazım Öz gibi yönetmenlerimiz de yer alabilirdi diyelim ve Ayrıntı Yayınları’na uzun ömürler dileyerek bitirelim.”

(BİRGÜN – Vecdi SAYAR – 25.8.2024)