Belgin DEMİREL
Atatürk, 1927’de Nutuk’ta, “Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgsizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin simgesi gibi oturuyordu,” diyordu.
Fesin Osmanlı tarihinde yaklaşık yüz yıllık bir mazisi vardı. Fransız İhtilali’nin etkileri dalga dalga Osmanlı ülkesine gelirken, devletin içine düştüğü zor durumu Batı tipi reformlarla aşmaya çalışan II. Mahmud için giyim kuşam meselesi, halk arasında hızla yaygınlaşan eşitlik taleplerinin karşılanması açısından sembolik öneme sahipti. Bu alanda aldığı kararlar nedeniyle adı “Gavur Padişah”a çıkacak olan II.Mahmud’un, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı lağvettikten sonra kurduğu askeri birliklerde önce şapka kullanmak istediği, ancak annesinin itirazı üzerine feste karar kıldığı söylenir. Bunda şapkanın siperliğinin namaz sırasında engel çıkarmasının etkisi de söz konusuydu. Her ne kadar fesin İslam’a uygun bir başlık olduğuna dair Şeyhülislam’dan fetva alındıysa da, tutucu çevreler fese hemen alışamadılar ve
“PÜSKÜLLÜ BELA...”
“Püsküllü bela” adını taktılar. Şapkaya alışamamak da ileriki yılların bir özelliği olacaktı.
İlk Türk milliyetçilerinden Ömer Seyfettin, 1911’de Trablusgarb’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesinin ertesinde, Selanik şehrini ‘Primo Türk Çocuğu’ adlı hikayesinde, kahramanı Kenan’ın gözünden şöyle tasvir ediyordu: “Tramvayın içine baktı. Kadın erkek herkes şapkalıydı. İğne atılsa yere düşmeyecek olan bu koca müteharrik ve umumi meskenin içinde kendisiyle beraber ancak üç fesli vardı. Diğer iki fesli de tramvayı idare eden adamla biletçi idi. Yalısına yaklaşmıştı, neden sonra tekrar dikkat etti. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı…”
“ŞAPKA İSTEMEYİZ!”
Bu öykünün yazılışından yaklaşık yüz yıl sonraya denk gelen günümüzde, gündelik hayatın bir parçası olan şapka, Türkiye’de özellikle dinci ve muhafazakâr kesimlerin çok büyük direnç göstermesine neden olmuştu. Başta Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun,Trabzon ve Gümüşhane olmak üzere pek çok yerde, “Din elden gidiyor,” “Gavur memur istemeyiz,” “Şapka istemeyiz” sloganları ile gösteriler başladı. Erzurum’da yaşanan olaylar ancak silah zoruyla bastırıldı. Rize’de İmam Şaban ve Muhtar Yakup Ağa’nın öncülüğündeki bir grubun, “Din elden gidiyor,” diyerek başlattıkları protesto gösterileri 10 gün sürdü ve köylere kadar sıçradı.Olayları bastırmak üzere görevlendirilen Balkan Savaşları’nın ünlü Hamidiye zırhlısı, Rize’de isyancıların yığınak yaptığı noktaları iki gün boyunca bombaladı. Bu olayın mirası, “Atma Hamidiye atma / Lahana tarlalarını bompoh edeysun / Vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz” diyen halk türküsü oldu.
“FESLE İLGİLİ İKİ ÖNEMLİ OLAY...”
Yazar Falih Rıfkı, “Mustafa Kemal bir tatlı su Türk’ü değildi. Fes ve şapkanın medeniyet demek olmadığını elbet biliyordu. Fakat başlık değiştirmenin din ve iman değiştirmek olmadığını göstermek istedi,” demişti. Mustafa Kemal’in fes karşıtlığının genç yaşarında yaşadığı iki olayla ilgili olduğu da söylenir. Bunlardan ilki, 1908’de Mustafa Kemal’i Trablus’a götüren vapur Sicilya’ya uğradığında yaşanmıştı. Mola sırasında üstü açık bir fayton kiralayıp, şehri dolaşmaya çıkan Mustafa Kemal, mahalle çocuklarının bu ‘fesli yabancı’yı limon kabuğu yağmuruna tutması üzerine epey sıkıntılı anlar yaşamıştı. Daha sonraki yıllarda, “Sicilyalı çocukların terbiyesizliğine değil, neden böyle yabani bir başlığa esir olduğuma kızmıştım,” diyecekti.
İkinci olay ise 12-18 Eylül 1910’a Fransa’daki Picardie Askeri Manevraları sırasında yaşanmıştı. Değişik ülkelerden gelen subayların tartışmaları sırasında, Kolağası Mustafa Kemal, Avrupalı uzmanların savunduğunun aksi bir tez savunmuş, dinleyiciler bu sözlere dudak bükmüşlerdi. Oysa Mustafa Kemal’in haklılığı ertesi gün manevralar sırasında anlaşılmıştı. O zaman bir yabancı albay bu dudak bükmenin nedenini şöyle açıklayacaktı: “Sizin görüşünüzün doğru olduğu dün akşamdan belliydi. Fakat ne diye bu tuhaf başlığı giyersiniz? Başınızda bu oldukça kafanıza kimse itibar etmez.”
FESLER TOPLANIYOR!...
25 Kasım 1925’te Şapka İktisası Kanunu (Şapka Giyilmesi Kanunu, kısaca Şapka Kanunu) mecliste geçen ateşli tartışmalar sonucunda yürürlüğe girdi. Durumun hassasiyetini anlayanlar, telaşla başlarına koyacak uygun bir başlık arayışına girdiler. Ancak Türkiye’de henüz yeterli sayıda şapka yoktu. Kimi başına kâğıt şapka,kimi erkekler de kadın şapkası takmak zorunda kalırken, bazıları şapkaları görünmesin diye şemsiye ile gezdi.
İstanbul’da Şapka Kanunu çıkar çıkmaz Haliç Köprüsü’nün iki başı ile anayol kavşaklarına yerleştirilen polisler, fesleri ve feslileri toplamaya başladılar. Hilal-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay) de Ankara’da fes toplama kampanyasına girişerek, topladığı fesleri yoksullara terlik yaptırdı.
BORSALİNO KARDEŞLER’DEN BİR GEMİ DOLUSU ŞAPKA...
Bu zorlayıcı tedbirlerin da etkisiyle tüketim o kadar çok artmıştı ki, dünyaca ünlü fötr şapka imalatçısı İtalyan Borsalino Kardeşler’e ait bir gemi dolusu şapka, Karaköy Limanı’nda anında satılmıştı.Çeşitli Avrupalı şapka imalatçıları da ‘şapka seferleri’ düzenleyip fötr, Panama, kasket gibi şapka türlerini İstanbul’a götürdüler. Sonunda fiyatlar çığırından çıktı ve şapkaya narh konması gerekti. Hükümet, Yozgat Milletvekili Ahmet Hamdi Başar’ın önerisiyle, şapka almakta zorluk çeken memurlara, “şapka avansı” adıyla, bir yıl vadeli olmak ve ileride maaşlarından kesilmek üzere borç vermeyi kabul ettti. Ardından yerli üretim teşvik edildi. Bugünkü Vakko’nun nüvesini oluşturan Şen Şapka Firması bu teşviklerin sonucu ortaya çıktı.
VE KIBRIS...
Kıbrıs’ta Atatürk İlke ve İnkılapları’nın çok çabuk ve kolaylıkla kabul edildiği anlatılır hep. Benim ailemde de böyle olmuştur. Örneğin annemin babası Tahir Yeşilada dedem, İngiliz Ordusu’nda çavuşluk rütbesi olan bir askerdi. İngiliz’i hiç sevmedi. Onun, ‘Gahbe İngiliz’ diyen sesi hala kulaklarımdadır. Gönyeli’nin belki de yeniliklere en açık insanıydı denilebilir. Bu yeniliklere açıklığı, onun İngilizler’le çalışıyor olmasından da kaynaklanıyor muydu, bilemiyorum. Otuzlu yılların sonunda erkek çocuklarına şapka ve pantolon, kızına da şık elbise giydirerek, ailece fotoğrafçıya gidilmiş. Büyükannemi ben böyle çarşafla hiç hatırlamıyorum. Muhtemelen bu resim çekildikten sonraki yıllarda çarşafını atmıştı.
“BAYRAMLARDA MİLLİ KIYAFETLER GİYİLİRDİ...”
Büyükbabam Hüseyin Demirel’i de bilge kişiliği ile anımsarım. Pantolonlu ve kasketli halini bilirim. Fotoğrafı otuzlu yılların ortasında çekilmiş. Bugünlerde 95 yaşının üzerinde olan Babam, “Ben 8-10 yaşlarında idim bu fotoğraf çekildiğinde. Bir bayram günüydü. Bayramlarda milli kıyafetler giyilirdi. Onun için dedenin üzerinde bu kıyafetler var,” diyor.
Tarih ve fotoğraflar geçmişe böyle bir yolculuk yaptırdı. Geçmişe yolculuk yaparken, Ayşe Hür’ün “Mustafa Kemal Atatürk Dönemi’nin Öteki Tarihi” kitabı bana yardımcı oldu.
Bugünümüze olumlu katkı koyan herkes huzurla uyusun.
Yeşilada ailesi...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...
“Bir mübadil romanı: Bir avuç mazi...”
Bir Avuç Mazi - Fügen Ünal Şen’in Everest Yayınları’ndan çıkan romanı... Beşinci baskısı ise Mona Kitap tarafından yapıldı... Bir Avuç Mazi, mübadelenin yarattığı travmaları ele alan bir roman...
“Gün batmak üzereydi. Küçük Olimpos Dağı'nın eteklerinde, nazlı gelin duvağı gibi asılı duran sis bulutu, günün cılız ışıklarından kaçıp yamaçlarda oyalanıyor, oradan da ovaya iniyordu; ağırdan.
Uzakta, o yüzünü hiç göstermeyen puhu kuşunun kısık ve kesik ötüşü dağın gri kayalarında yankılandı. Hep sevdiği ses, iliklerine işledi bu defa. "Ya hayra alamet değilse bu" diye geçirdi içinden, korktu.
Öyle çok korkar olmuştu ki son zamanlarda... Son zamanlarda, son zamanlardan korkar olmuştu....”
Bir Avuç Mazi, 1924'te Selanik'ten gemiyle Türkiye'ye gelen mübadil Fethi Bey ve ailesinin romanıdır.
Bir Avuç Mazi, İstanbul'dan Selanik, Alasonya'ya gönderilen Türkiyeli Rum Bayan Mitra'nın romanıdır.
Bir Avuç Mazi, bir mübadele romanıdır; ve elbette en çok da duyguların, özlemlerin ve hep canlı tutulan umutların romanı...
(Tanıtım Bülteninden)
BİR AVUŞ MAZİ’DEN ALINTILAR...
“Ne kalmak, ne durmak, ne gitmek... Beklemek öylece şu anda takılı kalıp beklemek...”
“Anasının mezarına bir daha çiçek götüremeyeceğini bilmekmiydi,doğduğunda dikilen ağacın dalına asılan komşusunun soğuk cesedine dokunmak mıydı bir seher vakti? Dokunacak gücü bulmak ve o güçle yaşamak zorunda kalmak mıydı hazır olmak? Yola çıkacakları gece,hemen oracıkta ölmek istemek miydi,yol boyu can vermemeyi dilemek mi?”
“O an memleketi anmak akasyanın taze yeşilini kızıl kana bulamaktı, anladı. Alasonya'yı düşünmek suyu çekilmiş ağaçtan, sorgun bir yaprak olup kopmak,”savrulmaktı...”
“Sesi titredi. Göz pınarlarında biriken yaşları yakıcı güneş kurutur umuduyla yüzünü göğe çevirdi.”
“Son zamanlarda, son zamanlardan korkar olmuştu.”
“Öyle çok korkar olmuştu ki son zamanlarda. Son zamanlarda, son zamanlardan korkar olmuştu...”
“Koca bir hiçti zaman...”
FÜGEN ÜNAL ŞEN KİMDİR?
İstanbul'da doğdu. Anadolu'da büyüdü. Ortaokul ve Lise'yi Suadiye Lisesi'nde okudu. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Sosyal Antropoloji ve Etnoloji Bölümü'nü bitirdi. Gazeteciliğe 1985'te GÜNAYDIN GAZETESİ'nde başladı.
1991-2001 yıllarında SABAH GAZETESİ HABER MERKEZİ'nde çalıştı.
1989'da Başbakanlık Basın-Yayın Enformasyon Müdürlüğü'nün bursuyla Amerika'da New York, New Jersey Monmouth Collage'de İngilizce eğitimi aldı.
1992'de, İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik okudu.
İlk kitabı " SONBAHAR YAKIN" 1997'de yayınlandı.
Sonraki yıllarda "BİR ANI PAYLAŞMAK", "KUYTUDA BÜYÜR HAYAT" ve "KUZEY YANIM AYAZIM" isimli kitapları okurla buluştu.
Mübadele günlerini anlatan BİR AVUÇ MAZİ isimli kitabı Ocak 2012'de yayınlandı.
(MARDİN LIFE – Ağustos 2022)
BİR AVUÇ MAZİ HAKKINDA...
Fügen Ünal Şen, bu kitabı hakkında şöyle yazmış:
“BİR AVUÇ MAZİ…
O kadardı gerçekten.
Bir avuç…
Hepsi o…
Ne yaparsam yapayım, artmayan, çoğalmayan.
Artamayan, çoğalamayan…
Çocukluk anılarım, masal diye dinlediğim “an”lar, anlamını bilmediğim kelimeler, tadı sanki ve mutlaka sadece bizim aileye özel yemekler, kimilerinin komik bulduğu adetler, sarısı her şeyden fazla fotoğraflar, kırık ve titrek bir Türkçe’de can bulan RUMELİ hatıraları.
Ah benim en sevdiğim yanım.
Yarım, kanım.
Rumeli tarafım.
O kadardı gerçekten.
Bir avuç.
Hepsi o.
Bir kitap yazdım ben. Adını Bir Avuç Mazi koydum. Bir yanımla zamana kattım kendimi, bir yanımla zamanda dondum.
Arkadaşlarım, gazeteciler “Neden yazdın bu kitabı?” diyorlar.
Ben yazmadım ki…
İtiraf ediyorum işte ben değilim kitabın yazarı. Burnunu kırıştırarak gülerken sesine, soluğuna, bırakıp gelmenin hüznünü gizleyen anneannem yazdı. Birazını da Balkan Harbi zamanı Rum çetecilerin elinden yine bir Rum komşusunun yardımıyla kurtulan yüzünü hiç görmediğim büyük dedem.
Patlıcan Böreği yapıp yanına da misket üzüm koyan, biz börekleri yerken, kırık Türkçesi’yle Rumeli zamanlarını anlatan ciciannem yazdı bir de…
Yok, hayır ben yazmadım bu kitabı, gün be gün “sonsuza” yol alırken hasta yatağında “Cevriye’den ne haber?” diye soran Tetem yazdı…
Alasonya yazdı, Selanik yazdı.
Mersin ile Adana yazdı…
Ah, topyekün genlerim yazdı.
Ben onların söylediklerini yazıya dökendim sadece.
Hepsi o…
Eğer sizin de bir sorunuz varsa, ” E hadi okuduk kitabı, neyle karşılaşacağız satırlarda?” diyecek olursanız cevabım şudur:
“Mübadillerle… Giden mübadillerle ve gelenlerle… En çok da duygularla. Mutlaka savrulmuşlukla, inatla, hayatla, aşkla, hınçla, ölümle, yaşamla…”
Sonra da ekleyeceğim, “Benimkine benzemese de maziniz, aman ha kıymetini bilin. Sorun, soruşturun, köklerinizi sağlamlaştırın. Zira bir an geliyor bir de bakıyorsunuz ki size kalan sadece BİR AVUÇ MAZİ…”