Bir Kıbrıslırum şahit, bize yazarak yardım talebinde bulundu ve şöyle dedi:
“Sevgili Sevgül,
Sen beni tanımazsın ama ben ....’nın yeğeniyim... Adım ....’tır.”
(Sözkonusu Kıbrıslırum şahidin sözünü ettiği yeğeninin babası “kayıp” idi ve biz de onun gömü yerinin bulunmasına yardımcı olmuştuk... S.U.)
BİR TEK BEN HAYATTA KALDIM...
Sözkonusu Kıbrıslırum şahit, başından önemli bir şey geçtiğini, 25 kişilik bir asker grubunda kendisi hariç herkesin öldürülmüş olduğunu gördüğünü belirterek yaşadıklarını bize şöyle anlattı:
“1974’te Balabayıs yakınlarında bir çarpışmada idim...
25 kişilik bir asker grubuyduk ve ilk yaralanan bendim ve geri çekilip ölü taklidi yapmıştım ve tüm diğerlerinin öldürüldüğünü görmüştüm, hayatta bir tek ben kalmıştım bu gruptan.
O nedenle bu insanların başına ne geldiğinin izini sürebilecek birisiyle bu hikayemi paylaşmak istedim ve bana senin kendini bu konulara adamış olan bir şahıs olduğu söylendi... O nedenle sana yazıyorum...
TÜRK ASKERLERİNİ İZLEMEK İÇİN GÖNDERİLMİŞTİK...
20 Temmuz 1974’te ben Balabayıs yakınlarına konuşlanmış olan …. numaralı birliğe bağlı olarak görev yapmaktaydım. Ertesi sabah benden, 20-25 kadar askerle birlikte ordu barakalarının bulunduğu yerin kuzeyindeki dağın tepesine gitmemiz istenmişti – maksat bir tür öncü birlik oluşturarak Girne’ye doğru ilerlemekte olan Türk ordusu askerlerinin durumunu izlemekti.
Dağın tepesindeki bu küçük yerdeki noktadan aşağıya doğru baktığımızda, burada iki küçük beyaz bina görebiliyorduk. Oraya vardığımızda ve o gün boyunca ve ertesi günü de, Türk tanklarının Girne’den Gönyeli’ye doğru yolda ilerlediğini görebiliyorduk ki onlar bizim batımızda kalıyordu.
ATEŞKES OLDUYDU AMA...
İki tarafın ateşkes hakkında anlaşmış olduğu 22 Temmuz 1974 günü, olduğumuz yeri terketmemiz ve Balabayıs’a doğru dağa dönmemiz emredilmişti. Ben bu bölge hakkında biraz bilgi sahibi olduğum için, grubumuzu olduğumuz yerin doğusuna doğru götürmeye, onlara rehberlik etmeye başlamıştım. Buralarda bir yerde Balabayıs’a giden bir yol olduğunu biliyordum...
BALABAYIS’A GİDEN YOL...
Ancak o yola varabilmek için önce küçük bir vadinin (boğazın) altlarına doğru inmemiz ve sonra da yukarıya tırmanmamız gerekirdi ki o zaman Balabayıs’a giden yolu görebilecektik...
O vadiden birkaç metre uzaklaştığımız anda, bir harnıp ağacının altında bir grup askerin oturup dinlenmekte olduğunu ve sigara içmekte olduğunu gördük... Birkaç askerin de saldırı pozisyonu aldığını görünce, bunların Türk askerleri olduğunu anladık. Ben herkese seslenerek saklanmalarını söyledim, ben de öyle yapıyordum, bacağım havadayken bir kurşunla diz altımdan vuruldum.
VADİYE DOĞRU GERİ GİTTİM...
Kendi silahlarımızdan maada bir de Bren’imiz vardı. O anda ben Bren silahının kurşunlarının bulunduğu kutuyu taşıyordum, Bren silahı ise benden birkaç metre ilerideydi. Tuzağa düşmüş olduğumuzu anlayınca, hemen elimdeki kurşun kutusunu Bren’i taşıyan adama doğru savurttum ve biz kaçmaya çalışırken bizi korumasını istedim.
Yaralı olduğum için orada bir yararım olmayacağını anlamıştım, böylece vadiye doğru geri geri emeklemeye başlamıştım…
Vadinin doğu tarafından aşağıya doğru emeklemeyi başarmıştım, sonra da batı tarafına doğru emekliyordum ki 5 tane Kıbrıslırum askerin koşarak kaçtıklarını, onları da yukarıdan Türk askerlerinin takip ettiğini ve teslim olmaları için Rumca bağırdıklarını görüp duydum…
ÖLÜ TAKLİDİ YAPIYORDUM...
Olduğum yerde donup kaldım, ölü taklidi yapıyordum ancak olup biteni de izliyordum...
Askerler silahlarını atıp teslim oldular, Türk askerlerine doğru yürümeleri söylendi kendilerine ancak yaklaştıkları zaman ateş açıp hepsini de öldürdüler.
Yolun kenarında 20 kadar asker öldürülmüştü ve 5 tanesi de öldürüldükleri yerde yani o boğazın/vadinin dibinde kalmışlardı...
HİÇ HAREKETSİZ KALDIM...
Hiç hareket etmeden olduğum yerde kaldım, ta ki tüm Türk askerleri vadinin yukarısından ayrılsınlar ve sonra da sürünerek bu boğazın tepesine doğru çıktım.
Tek ayak üzerinde durarak bölgeyi inceledim ve güneydoğuya doğru iki evin olduğunu gördüm, bunlar anayolun yakınındaydı. Saat 10.30 gibiydi...
İNGİLTERE PLAKALI BİR ARAÇ...
Böylece bu evlere doğru gitmeyi planladım ancak vadinin dibine indiğimde tükenmiş vaziyetteydim ve saat da 6 olmuştu. Orada uyumayı, gücümü toplamayı ve sabahleyin yoluma devam etmeyi kararlaştırdım... Böylece yine yukarıya doğru, eve yakın bir yere doğru emekleyerek tırmandım. Tam yaklaşıyorken bir araç gördü, İngiltere plakası vardı araçta ve bu evlerden birine gidiyordu. Onlara İngilizce olarak seslendim, iki tane orta yaşın üstünde adam bana doğru gelip bana su getirdiler. Beni Girne hastanesine götürmeyi teklif ettiler, onlardan beni oraya götürmemelerini istedim çünkü hastanede artık Türk askerleri vardı ama beni dinlemediler çünkü Rum askerlerine yardım eder gibi görünmek istemiyorlardı – hastaneye gittiğimizde beni almayı reddettiler ve böylece bu iki İngiliz beni Dome Otel’e götürdüler. Oradan da Birleşmiş Milletler tarafından Lefkoşa Hastanesi’ne götürüldüm...
BU YERİ BULAMADIM...
Bu insanların öldürülmesini rapor etmek maksadıyla birkaç kez bu yeri bulmaya çalıştım ama başaramadım. Sözkonusu İngilizler’e ait o iki evi bulmayı da başaramadım.
Belki bu bölge daha geniş askeri bölgeye mi dönüştü ve kamuya açık bir yer değil midir artık?
İşte o nedenle seninle ilgili birşeyler duyduğumda, bu konuyu senin dikkatine getirmeyi düşündüm, böylece bu konuyu aydınlığa kavuşturabilirsin belki diye... Benim maksadım, bu insanlar bir noktada toplanmışlar mıydı ve nereye gömülmüşlerdi – maksadım bunu öğrenebilmektir, öğrenebilirsek eğer... Arkadaşlarımın akıbetini öğrenebilmek için lütfen bana yardım ediniz...
Selamlar ve çok teşekkürler...
(Adı yanımızda mahfuz)...”
KAYIPLAR KOMİTESİ’Nİ BİLGİLENDİRDİK...
Konuyla ilgili olarak Kayıplar Komitesi’nin Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum yetkililerini bilgilendirdik ve kendilerinden yardım istirham ettik. Kayıplar Komitesi yetkililerinin sözkonusu Kıbrıslırum şahitle temasa geçmesi için gerekli bilgileri de sağladık... Bu konuda Kayıplar Komitesi yetkililerinin harekete geçmesini bekleyeceğiz...
Bu arada, sözkonusu Kıbrıslırum şahidin sözünü ettiği iki İngiliz’e ait evlerle ilgili kendi araştırmamızı da sürdürüyoruz ve bu konuda topladığımız bilgileri de Kayıplar Komitesi yetkililerine aktaracağız.
Umarız kısa süre içerisinde, bize yazıp yardım istemiş olan Kıbrıslırum şahit Kayıplar Komitesi yetkilileri eşliğinde kuzeye gelerek sözünü etmekte olduğu bölgeler hakkında yerinde bilgiler verebilir...
OKURLARIMIZA ÇAĞRI...
Konuyla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi sahibi olan okurlarımızı da isimli veya isimsiz olarak bizi 0542 853 8436 numaralı telefonumuzdan aramaya davet ediyoruz. Kayıplar Komitesi’yle temas etmek isteyen okurlarımız da 181 ihbar hattını arayabilirler...
“1958’ler ve bir okka kiraz...”
Belgin DEMİREL
Ben, kirazlar kasalarla bakkallarda veya marketlerde görünmeye başlayınca, babamın sıkıntısını anımsarım. İşte bu yüzden de kiraz, Salihli Kirazı da olsa, Troodos Kirazı da, bende buruk bir etki yaratır.
Ellili yılların sonuna doğru, (muhtemelen 1958 olmalı,) “Türk’ten Türk’e Kampanyası”nın başladığı günlerden bir gün, benden bir yaş büyük ablamla büyükannemde yediğimiz kırmızı ve güzel meyveden babamın da alması için tutturmuşuz. Babam, bu kırmızı ve güzel meyvenin kiraz olduğunu anlayıp, dedeme nereden aldığını sormuş. Köyün birkaç bakkalından biri ve aynı zamanda büyük dayımız olan Hasan Bakkal’dan aldığını anlayınca, bakkalın yolunu tutmuş. Hasan dayımız, kirazların sadece bir kasa olduğunu, onu da bitirdiğini söylemiş. Babam, bizi mutlu etmek düşüncesi ile yanına arkadaşını da alarak,motora atlayıp, Lefkoşa’ya gitmişler. Osman Paşa Caddesi’nde yer alan, çok iyi ve çok çeşitli mallar satan Blacky isimli Türk bakkala uğramışlar. Bir okka kiraz istediğini söylediği Blacky, “Kirazım yoktur,” demiş. Bunun üzerine babam, kapı önünde sergilenen iki kasa kirazı göstererek, “Bunlar ne peki?” diye sorunca, Blacky, “Onları yalnız İngiliz ve Ermeniler’e satabilirim. Türkler’e satmam yasak,” demiş. Babamla arkadaşı motorla, aynı cadde üzerinde bulunan, Ziya Onbaşı’nın dükkanına gitmişler, ama kiraz olduğu halde ondan da “Yok” cevabı almışlar. Bunun üzerine babam, o dönemde çalıştığı merkezi cezaevinin yanındaki Rum bakkalı anımsayıp, motoru oraya sürmüş. Kirazı aldıktan sonra, Bakkal Santos’a başından geçenleri de anlatmış. Santos, “Sizde de mi var bu? Benim de kasabım Türk’tü, şimdi etimi ondan alamıyorum,” demiş. Bu konuşulanlara orada bulunan ve Barclay’s Bank’ta şöförlük yapmakta olan Turgut Bey, babama, “Dönüşte geldiğiniz yoldan değil de aksi istikametten gidin. Ne olur ne olmaz. Sizi takip etmiş olabilirler,” diye uyarıda bulunmuş. O günlerde üç ve dört yaşındaki iki çocuğuna bir okka kiraz almak için, bu sıkıntıları yaşayan babama yıllar sonra, bu kampanyayı kimlerin düzenlediğini soruyorum. Broşürlerle mi, gazetelerle mi halka duyuruluyordu bu tür kampanyalar?
“Kulaktan kulağa duyuruluyordu,” diyor. “Yazılı bir şey yoktu. Etrafta dolaşan 3-5 it edavat, herşeye ve herkese müdahale ediyordu. Lokmacı Bögesi’nden bizim tarafa geçmeye çalışan ve üzerinde sigara bulunan bazı kişilere, o sigaraları yedirmeye çalışmışlardı. Yağma mıydı karşı gelmek? Ne diklenmesi o zamanın zamanında? Adalet mi vardı?”
Oysa resmin büyüğüne bakıldığında, 3-5 kişiyi zengin etmekten başka bir şey değildi bu kampanya. Türkler’e satış yapan Türk tüccarlar da o malları Rumlar’dan alıyorlardı sonuçta. Eziyeti ise normal yurdum insanları çekiyordu...