31 yaşındaki KKTC

Tümay Tuğyan

İlanının üzerinden 31 yıl geçmiş olmasına rağmen, KKTC’nin kuruluşuna ilişkin farklı iddialar, bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Kimine göre, KKTC doğal bir sonuçtur, mücadelenin taçlandırılmasıdır…
Kıbrıslı Türkler’in self determinasyon hakkıdır…
Kimine göre ayrılıkçı politikanın ilanıdır…
Uluslararası hukuk dışına çıkışımızdır, her türlü izolasyona davetiyedir…
Kimine göre ise Türkiye Dışişleri eski Bakanı İlter Türkmen’in savunduğu gibi, ‘Denktaş’ın devlet başkanlığının devamının sağlanmasının formülü’dür.
Ancak bu bebeğin doğum nedeni üzerine yapılan tüm bu tartışmalar ve savunulan tüm bu tezler, 31’inci yılını geride bırakmaya hazırlandığımız KKTC’nin ‘siyasi’ gerçekliğine ilişkin sonucu değiştirmez.
Dolayısıyla da bugün artık esas tartışılması gereken, neden kurulduğundan çok, üstlendiği misyondur:
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, çözümün bir ‘alternatifi’ midir yoksa çözümün, dönüştürülecek bir unsuru mudur?
Çünkü bu sorunun yanıtı, ileriye dönük politikaların temel taşıdır.
Ve malum sorumuza yanıt ararken, sanırım KKTC’nin ilan edildiği güne dönmekte fayda vardır.
15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilgili bölümünde aynen şu ifadeler yer alır:
“(…)  Aynı  adada yan yana yaşamaya mecbur bulunan iki halkın, aralarındaki bütün sorunları eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı biz çözüme ulaştırmalarının mümkün ve zorunlu olduğuna inanıyoruz. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez; tam aksine bir federasyonun kurulabilmesi için gerekli ön şartları tamamlayarak bu yoldaki samimi çabaları kolaylaştırabilir (…)”
Bildirgenin bu bölümünün kaleme alınış gerekçesi de elbette tartışmaya açıktır.
KKTC’yi ilan etme kararı  alanlar, bunu federasyon için bir gereklilik gördüklerinden mi böyle bir yola gitmişlerdir?

Yoksa bu ilana gerek güneyden gerekse uluslar arası toplumdan gelecek tepkilere verilecek yanıt için bir dayanak yaratmak amacıyla mı bildirgeye böylesi bir bölüm eklemişlerdir?
Sanırım yukarıda bahsettiğim ‘varlık’ tartışması gibi, bunu tartışmak da artık pek manalı değil.
Sonuç itibarıyla o veya bu gerekçeyle bağımsızlık bildirgesinde bu ifadeler vardır ve nihai hedefin ‘federasyon çatısı altında bir çözüm’ olduğu burada net bir biçimde belirtilmiştir.
Dolayısıyla bu ahde uygun davranmak, yani federal bir çözüm şansını sözde değil özde zorlamak, KKTC’nin varlık nedeni konusunda özellikle Rum tarafından gelen iddialara verilecek tek yanıttır.
***
Bugüne kadar yürütülen her müzakere sürecinde, illa ki tanık oluruz:
KKTC ‘kozu(!)’, halihazırda var olan bir alternatif olarak bir kenarda bekletilir ve süreç her sıkıntıya girdiğinde, müzakere masası ‘KKTC kozu(!)’ ile baskı altına alınmaya çalışılır.
Şu anda da benzer bir dönemden geçiyoruz:
‘Sabrımızın bir sonu vardır’...
‘Halkımızı, bir 46 yıl daha müzakere masasında tutmaya hakkımız yok’...
‘Anastasiadis masaya dönmezse biz de kendi yolumuza gideriz’...
Ve fakat tüm bunların, KKTC’nin ‘ayrılıkçı politikanın’ ilanı olduğu yönündeki argümanı desteklemekten öteye bir etkisi yok maalesef.
Hedef uluslar arası hukuk içerisine girecek bir yapı ise, bu hedefe yürünecek zeminin  KKTC olamayacağı, geride kalan 31 yılda tecrübe edilmiş bir gerçek.
2004’te Annan Planı’nı, yani Birleşik Kıbrıs çatısı altında bir çözüm modelini  reddeden taraf Güney Kıbrıs olabilir.
Bir sonraki olası referandumda da benzer bir sonuç çıkma ihtimali, tıpkı diğer ihtimaller gibi mevcuttur.
Ama bilmemiz gerekir ki çözüm metinlerinin Rum toplumu tarafından onay görmemesi, ya da Rum tarafının masadan kalkmış olması, bizim ayrı bir entite olarak kabulümüz sonucunu doğurmayacaktır.
Bu nedenle akılcı politika, KKTC’yi bir alternatif olarak sunmak değil, çözümün, dönüştürülecek iki unsurundan biri olarak görmek ve her türlü adımı, buna göre atmaktır.