Abdurrahman Saygılı
kamusal@hotmail.com
Akademideki bizler bir konuyu ele alırken, adet gereği, bir girizgâhla işe başlarız. Konuyu doğrudan anlatmak yerine, konunun cemaziyelevvel’den başlayarak şimdi geldiği noktaya kadar bir sürü kelam ederiz. En sonunda da asıl meseleye gelir, okuyucunun ruhunu teslim etmesinden az önce, tekrar ruh üfleriz ona. Şüphesiz ki, henüz ruhunu teslim etmemişse… Oysa bazı konular vardır ki, böylesi girizgâhları ve top çevirmeleri temelden reddeder. Başka bir ifadeyle, bu konulardan bahsederken sözü dolandırmamak gerekir. İşte çevre gibi bir konu söz konusu olduğunda böylesi cambazlıklar gereksiz kalır. Farsça da söylenen “gȃh u bi gȃh”, yani vakitli vakitsiz deyimini akılda tutarak, konuya girmek farz olur. Lafı uzatmayalım o vakit.
KKTC’de “Anayasa Değişikliğine İlişkin Yasa Önerisi”nin 40’ncı maddesinde çevrenin korunması başlıklı bir düzenleme var. Düzenleme şöyle:
(1) Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
(2) Gerçek veya tüzel kişiler, hiçbir amaçla, insan sağlığını bozacak veya doğa varlıklarını tehlikeye düşürecek nitelikteki sıvı, gaz ve katı maddeleri çevreye akıtamaz veya dökemez.
(3) Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını ve biyolojik çeşitliliği korumak ve çevre kirlenmesini önlemek, Devletin, gerçek ve tüzel kişilerin ödevidir. Herkes, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını ve biyolojik çeşitliliği korumak ve çevre kirlenmesini önlemek amacıyla yetkili makamlara başvurma ve dava açma hakkına sahiptir.
(4) Devlet, çevre ile ilgili tüm faaliyetlerini, kirleten öder, önleyicilik ve katılımcılık ilkeleri çerçevesinde yürütür.
(5) Devlet, milli parklar oluşturulması ve milli parkların korunması amacıyla gerekli önlemleri alır.
Bu kısa yazıda, hükmün tamamı üzerinden bir değerlendirme yapmam mümkün olmadığı için sadece ilk fıkraya değineceğim. Ancak bir cümleyle de olsa; özellikle diğer fıkraların çevrenin korunması için çok önemli hukuki enstrümanlar ve olanaklar getirdiğini ve bunun KKTC’de yaşanan çevre talanına dur demek için büyük bir fırsat yarattığını söylemeden geçmeyeyim. Bu güzellemeden sonra, hemen ilk fıkraya dönelim.
Önerinin 40’ncı maddesinin ilk fıkrası çevre hakkını düzenliyor. Ancak doğrudan bir düzenleme yapmak yerine, tercihini dolaylı bir yoldan kullanıyor. Şunu demek istiyorum: çevre hakkını doğrudan bir hak olarak görmeyip başka bir hakla, yani yaşam hakkıyla birlikte düşünmeyi yeğliyor. Oysa çevre hakkı, artık, birçok anayasada doğrudan bir hak olarak yer almakta. Konuyu netleştirmek için örnek üzerinden gidelim. “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” cümlesi; çevre hakkının yaşam hakkıyla birlikte var olan, ona bağlı bir hak olduğunun hukuki formülüdür. Fakat “herkes çevre hakkına sahiptir” cümlesi, çevre hakkını tek başına, yani başka herhangi bir hakla bağımlı kılmadan tanınmasının hukuki karşılığıdır. Dolayısıyla, formülasyon bir niyeti de gösterir: çevre hakkı yaşam hakkına bağlı, dolaylı bir haktır.
Elbette böylesi bir düzenleme çevrenin korunması açısından infial yaratmaz. Zira yaşam hakkı en temel haktır ve buna bağlı bir hak onun güçlü korumasından yararlanır. Lakin günümüzde çevrenin durumu karşısında, dolaylı düzenlemeler yerine onu kendi başına bir hak olarak hukuk metinlerine, özellikle de anayasal düzeye çıkarmak, korunması açısından önem arz eder. Böyle bir tavır, başka haklarla çevrenin korunması çatışma gösterdiğinde bir dengeleme niyetini gösterir. Gündelik yaşantımızda mülkiyet korunması ile çevrenin korunması biteviye karşı karşıya geldikleri için, eşit bir düzeyde bir tanıma mülkiyet hakkının o asabi kullanımını engellemek bakımından hukuken bir olanak sunar. Zira çevre hakkı, çevre sorunlarının algılanması ve bu algının yarattığı muhalefetin çevrenin korunmasını sağlayacak bir araç olarak hukuku görmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, çevre hakkı, çevre sorunlarının fark edilmesiyle, bu sorunların çözümüne yönelik çarelerin hukuki örneğini teşkil etmektedir. Çevre hakkı, diğer haklarla kıyaslandığında; hem hukuki niteliği, hem öznesi ve hem de sağladığı güvenceler açısından diğer birçok hakta bulunmayan özelliklere sahiptir. Çevre hakkı tüm hak ve hürriyetlerin varlık sebebi olduğu ve sağlıklı bir çevre olmaksızın insanların bekalarını sürdüremeyeceği için diğer hakların bir ön koşulu haline gelmiştir (1).
İşte bu çerçevede, çevre hakkının yaşam hakkıyla çok doğrudan bir ilişkisinin olduğu ileri sürülebilir. Yaşam hakkının var olabilmesi, yani insanların maddi ve manevi bütünlüklerine dokunulmaksızın yaşayabilmeleri için bir ön koşul olarak sağlıklı bir çevrede yaşamaları gerekir. Yaşamın idame edilmesine uygun olmayan bir çevrede, yaşama hakkının özünün sağlanmasına da imkân bulunmaz. Bu noktada, çevre hakkının yaşam hakkının bir türevi mi, yoksa onun bir ön koşulu mu olduğu bir soru olarak zihinleri meşgul eder (2). Kestirmeden söyleyelim: çevre hakkı, yaşam hakkını güçlendirmek, onu sağlamaktan öte, onu aşan bir özelik sergileyen bir haktır. Dolayısıyla yaşama hakkının parçası olmak yanında, aynı zamanda onu aşar. Bu yüzden yaşam hakkından onu bağımsızlaştırmak, çevreyi koruma niyetimizi hukuki olarak daha belirgin hale getirir. Böylesi bir formülasyon; diğer enstrümanlar ve olanaklarla birlikte çatışmalarda çevrecilerin elini güçlendirir.
Son cümle. Öneri çevrenin korunması için oldukça önemli bir olanak sağlıyor. Bu fırsatlar da, kısa yaşamlarımızda her zaman karşımıza çıkmıyor. Kıbrıs, oralı olmasam da, hayatımda önemli bir yere sahip benim. Yaseminlerin tüttüğü bir ada olarak hafızamda ve kalbimde yer tutan memleketinize sahip çıkıp çıkmamak ise, sizin elinizde. Bu fırsatı kaçırmayın, en azıdan gelecek nesilleriniz için. “Yaseminler sonsuza kadar tütecek burada” diyebilmek için…
(1). Can Hamamcı, “Çevre Hakkı Üzerine Düşünceler”, İnsan Hakları Yıllığı, Cilt: 5-6, 1983-1984, s. 179
(2). Bu tartışma için bkz. Mehmet Semih Gemalmaz, “Çevre Koruma Sorunu, Çevre Hakkı, Çevre Yasası ve Düşündürdükleri”, İBD, Cilt: 61, Sayı: 1-3, s. 64-65.