Lambası kötü dürtüldüğü için sandıktan kırık dökük çıkan Cin, sandığa geri kaçmıştı ya…
Sonra, “Gökten dört elma düşmüş; Haşmetli yine kükremiş” ve “Nereden çıktı lan bu dördüncü elma… Masalların bile tadını kaçırdı bu beslemeler… Kelle isterüm kelle…” diye haykırmıştı ya…
O günden sonra ülkede kan gövdeyi götürmüş; baş üstünde baş, taş üstünde taş komamış, bizim öfkeli padişah…
Sağa sola saldığı casuslar yetmemiş; tebdili kıyafet bütün ülkeyi gezip; aleyhine kim laf eylediyse kafasını uçurmuş..
Ama ne yapsa ne eylese nafile!...
Yeniçeri ocağında kazanlar kaynamaya devam etmiş; o saldırdıkça halkın hoşnutsuz sesleri daha da yükselmiş…
Yedi kıta uzağa kaçan Pensilvanya Şeytanı’nın sinsi tuzakları da ha keza!...
Padişah bakmış koltuk sallanır; Şehzade’nin kelle sallantıda; bir çare bulmak lazım!..
Yağcı başının öğütlerini tutup; Şehzade’yi Gavurilleri’ne göndermiş… “Biraz hasretlik yaşayacan ama, oralara gitmiş iken biraz ilim irfan da öğrenirsin..” demiş…
İçinde evlat acısı; kıçında koltuk kaygısı, rüyalarında boyun ağrısı…
Bu vesveselerle uykuya daldığı bir gün, çocukluğunun aksakallı gulyabanisi duhul etmiş yine rüyasına…
“Tiz kalka gidesin Güney illerine… O su(a)lak topraklar diyarında ferah edesin” demeye kalmamış; çağıl çağıl sular boşalmış yatağına…
O utanç ve öfkeyle kalktığı gibi binmiş uçan halısına… Ver elini Güney illeri…
“Tiz haber uçurun Beslemeler diyarına, herkez huzura gelsin; 40 gün 40 gece şölen ola, tonlarca su fışkırtacam onlara!…
Doşanı, yenisi, tüm BAŞlar; BAKAN’lar toplanıp koşmuş huzura…
Padişah’da bir iştah; konuşmuş da konuşmuş… Dilinden, dudağından sıçrayan damlacıklardan barajlar dolmuş; çağıl çağıl sular akmış deryaların altından…
“O kutsal suya yüzünü vuran herkes ŞÜKRAN’a durmuş!..
Arada birkaç “çatlak” ses de çıkmış elbette; “bu su sidiklidir; tükürüklüdür; istemezüüük!” diye feveran eylemişler amma; “Padişahım çok yaşşaaa!” nidaları arasında İŞİDilmemiş bile…
Padişah, mutlu mesut!.. “Buraları çok sevdim; bu kadar SU(A)LAK olduğunu bilseydim; sarayımı buralara yapardım!” demiş, Veziriazam’a…
“Siz emreyleyin bir saray da buralara yaparık Devletlûm” demiş, Veziriazam… Hemen DUMRUL’u çağırtmış huzura; “bak bu ÂLÂ Köprü “sana emanet… Geçenden, geçmeyenden haracını topla; bir yazlık saray yapalım haşmetlimize” buyurmuş (rivayet eylenir ki, Dumrul o günden sonra kafayı sıyırmış.)
Neyse, uzatmaya gerek yok…
Padişah o güzel günlerin ardından AlSaray’a dönüp; kurulmuş altın tahtına…
Kızgınlığının geçtiğini duyan kutlamaya gelmiş… “Şükran’la Şükür” dolmuş saraya… Bütün pencerelere Pembe bayraklar çekilmiş; her köşeye bir lamba…
O toz pembe perdelerin sarayı karartığını bir tek ABası MER Sultan görmüş… Çekmiş kardeşini karşısına bak kardeşim; senin adına sevinmez değilim amma, bizim başımız KEL mi? demiş…
“Dile benden ne dilersen ABacığım; sen iste yollarına, kestirdiğim ağaçları döşeyim; sen iste…” “Yeteer..” diye feveran etmiş MER Sultan… “Artık kendine gel ve önündeki sandığa bak, yoksa halimiz duman!” diye uyarmaya çalışmış kardeşini…
Ama ne fayda; hırsın gözü kör!..
“Sen MERak eyleme ABacığım; bak ben kendime yeni bir sandık yaptırdım; içine de pırıl pırıl bir lamba koydum… Günü geldiğinde açacam sandığımı; okşaycam lambamı… İçinden 400 CİN çıkacak…”
“Vah zavallı kardeşim…” diye ağlaşıp durmuş MER Sultan… “Sana büyü yapmışlar kardeşim, o sandık, ayakkabı kutusundan çok Pandora’nın sandığına benziyor; görmüyor musun?” diye padişahı uyarmış; ama Padişah inat!.. Dediğim dedik, çaldığım Dolar(yok yahu düdük olacağdı) havasında…
Sonra gökten üç bakan(amannn, gene sürçi lisan eyledik!) elma düşmüş…