Ghadir Golkarian*
gh.golkarian@gmail.com
Altı Gün Savaşı’ndan elli yıl sonra Ortadoğu, görünüşte sürekli krizde olan bir bölge olarak kaldı. Bu nedenle, bölgeye hitap ederken politikacıların, diplomatların ve insani yardım topluluğunun tipik olarak buradaki duruma odaklanması hiç de şaşırtıcı değildir. Ancak modern Orta Doğu'nun kriz döngüsünü kırmaya devam edersek, geleceği görmezden gelmemiz imkansız. Çünkü Arap dünyası ile ilgili önümüzdeki on yıl sürecinde 5 önemli eğilim ister istemez yeni sorunlara sebep olacaktır.
İlk eğilim El-Maşrık ve siyaset tabiriyle Levant'ı etkileyecektir. Bir asır önce ortaya çıkan Osmanlı öncesi düzen - laik Arap milliyetçiliğine dayanan bir düzen - zaten çöktü. Bu sisteme ağırlık veren iki ülkede, Irak ve Suriye’de, merkezi otoritelerini kaybederek bugüne dek parçalanmış siyasi ve toplumsal kutuplaşmayı yeni kuşak bile sürdürmektedir.
Lübnan'daki Şiiler nüfusun 3’de 1’ni oluşturmalarına rağmen hâlâ eski anayasa gereği siyasetin kurumsallaşmış döngesinde gerekli ve haklı yeri bulmamaktadırlar. Dolayısıyla, belirleyici özelliği olmayan bir siyasi hayata devam ediyor Lübnan. Ürdün ise mülteci doyum noktasına ulaşmış durumda ve devam eden girişler ise her zamankinden daha fazla baskı altında olup sınırlı kaynakların yerleştirilmesine devem ediliyor. İsrail-Filistin ihtilafına gelince, siyasi ufukta çıkmaza neden olabilecek yeni bir girişim ya da durum söz konusu değildir.
Avrupa kıtası hâlâ Orta Doğu’yu diğer kıtalara göre orantılı olarak daha sakin bölgelerinden sayıyor. Ama 2008 yılından itibaren gerçekleşmiş siyasi krizlerin yanı sıra Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelerde patlak vermiş iç savaşlar problemi gerek göç dalgasını gerekse ekonomi alanında ithalat- ihracat alt yapılarının dengesizleşmesini kritik durumda altüst ederek AB’yi tedirgin etmektedir. AB şu anda çok sayıda insanın göç etme hareketiyle yüzleşeceğinden emindir. Orta Doğu ayrıca, ulusal kimlikler üzerinde yoğunlaşan yarışmalar ve belki de sınırların yeniden çizilmesi ile bile - daha fazla çatışma yaratacak süreçler - karşı karşıya kalma ihtimalini taşıyor.
İkinci büyük eğilim, Kuzey Afrika'yı etkiliyor. Bölgenin en kalabalık devletleri - Cezayir, Mısır ve Fas - sömürge sonrası tarihinin son altmış yıl boyunca yerleşmiş olan toplumsal ve siyasi emirlerini sürdürecektir. Bu ülkelerdeki iktidar yapıları, geniş çaplı kabullenmelerin yanı sıra emek ve çiftçi sendikaları gibi etkili kurumların desteğinden yararlanmakta ve bunu planlamaktadır. Ancak bu gibi sendikalaşmalar devletlerin çıkarı doğrultusunda değillerdir. Dolayısıyla, Afrika Arap ülkeleri göreceli istikrarı sağlamak amacıyla etkili baskı kolları mekanizmalarıyla birlikte halkı ve toplumu gerileme sürecine itmek için kullanmakta olup bu aşmanın devam etmesi için baskı sistemi görevi yapabilmektedir.
Ancak bunların hiçbiri bu hükümetler için düzgün bir yelken açılmasını garanti edemez. Aksine, 30'dan küçük 100 milyondan fazla kişinin oluşu, ayrıca 2025 yılına dek Kuzey Afrika'da ev içi iş yapımı (ev atölyeleri) ve ürünlerin pazarlamasına sebep olacaktır. Tabi ki genç kuşak bu bağlamda kendi hayatını sürdürmek için ilkel pazarlama sistemine uyum sağlamayıp iş arenasında gençlik çatışması Afrika- Arap ülkelerini sıkıntıya sürükleyecektir. Bu gençlerin büyük çoğunluğu başarısız ürünler üretip eğitim sistemleri, toplumsal hareketlilik şansı sunan birçok iş için tamamen niteliksiz olacaktır. Afrika kıtasındaki Arap ülkeleri gençleri eğitim amacıyla tercihen başka ülkelere burslu öğrenci statüsünde gönderiyorlar. Bu bağlamda birçok öğrenci ülkemiz KKTC’ye geliyor. Fakat bu çerçevede alt yapı oluşmadan gönderilen gençlere eğitim sonrası iş olanağı sağlamak başka bir kritik sorunlardan birisi olarak Afrika- Arap ülkelerinin karısına çıkıyor.
Eğitimsel açıdan yetiştirilmiş bu gibi Arap gençler ancak iyi donanıma sahip olurlarsa turizm, inşaat ve tarım sektörlerinde kendilerine iş imkanları sağlayabilecekler, aksi takdirde işsizlik oranı bu gibi ülkelerde git gide artacaktır. Unutmamalıyız ki turizm sektörü Afrika- Arap ülkelerinde gelişmemekte ve geleneksel yaklaşım ve hayat tarzlarından dolayı turist çekiminde de yetersiz kalmaktalar. Kuzey Afrika için diğer kritik sorun ise siyasi istikrarsızlık ve terör saldırıları riskidir ki bu sorun bölge ülkelerini her türlü sıkıntıya maruz bırakacaktır. Ayrıca Militan İslamcılığın canlanması konusu ise turizm sektörünün başarılı olamayacağı gerçeğinin önemli nedenlerinden sayılmaktadır.
Avrupa gıda pazarının azalan payı yanı sıra gayrimenkul yatırımlarının azalması da tarım ve inşaat kapasitesinin genç işçilerin özümsemesine neden olmaktadır. Kuzey Afrika'nın genç topluluğunun yoğunlaşması muhtemel sonuçları ortaya çıkaracak. Bu bölge genç kuşağı ise sosyal huzursuzluklardan dolayı durumu kabullenemeyip büyük olasılıkla AB’ye bir potansiyel olarak büyük çapta göç akımlarını sağlayacaklar. Tabi ki bu sorun kendiliğinde bile evrensel tehlike sayılmaktadır. Bu gibi göç dalgası hem demografik düzeni hem de nüfus dağılımı dengesini bozmaktadır.
Üçüncü eğilim ise Ortadoğu’nun önemli noktası olan Körfez bölgesi ile ilgilidir. Körfez, bölgesel bir güvenlik valfi rolünü sağlamaktadır. Yarım yüzyıldan fazla bir süredir Körfez ülkeleri, esas olarak Arap komşularının alt, orta sınıflarından milyonlarca işçi emdi. Körfez, aynı zamanda, yatırım sermayesinin ana kaynağıydı. Birçok Arap ülkesi çok gelirli Körfez ülkelerinin maddi desteği ile ayakta kalıp ve en azından genç kuşağı Arabistan, Katar, Arap Emirlikleri, Kuveyt ve bu gibi ülkelerde iş olanağı elde etmişlerdir. Fakat Körfez ekonomileri ise şu anda çeşitli endüstriyel değer zincirlerini artıran bir yükseltme aşmasını geçiriyorlar. Bunun sonucunda düşük becerili yabancı işçilere olan bağımlılıklar azalacaktır. Dolayısıyla, Körfez ülkelerinin önümüzdeki yıllarda Arap dünyasının geri kalanından daha az işçi ithal etmesi ve ona daha az sermaye yatırması öngörülmektedir.
Bu durumda Körfez ülkeleri giderek istikrarı bozabilirler. Bilindiği gibi Körfez bölgesi pek fazla politik stabiliteye sahip değildir. Nitekim Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinden sayılan Yemen’de koalisyon güçleriyle Hûsiler savaşmaktadır. Bu savaş ise kısmen mezhepsel bir vekâlet savaşı olarak sonu pek yakında görülmeyen savaş sayılıyor. Şu anda birkaç Sünni güçler onlarca yıldır sürdürdüğü bölgesel bir stratejiyi terk etmemek amacıyla çelişkili siyasete başvurmaktadır. Eğer bugün Katar- Arabistan arası kriz büyüyorsa ve hatta Kuveyt gibi Arap ülkesinin arabuluculuk yaklaşımı işe yaramıyorsa demek ki Arabistan gibi ülke geçmişe özenip hâlâ Arap ülkelerine “Körfez İşbirliği Konseyi” çerçevesinde iktidar sağlamak peşindedir. Bugünkü Körfez krizi zaten 1990 yılında Saddam’ın Kuveyt’e askeri baskınıyla gerçekleşmiş ve konsey ise Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, BAE işbirliğiyle daha da güçlenmiş ve ayakta durmuştur. Fakat unutmamak gerekir ki Körfez bölgesi Krallık Arap ülkelerinin arkasındaki dayanak ABD ve onun bölgesel çıkarlarıdır. Trump’in iktidara gelmesiyle birlikte Arabistan ve Katar bölge güç denge sağlama mekanizmalarını elde tutmak amacıyla rekabete girmekte ve Arabistan geçmişe özenmeyle elde tuttuğu gücü bırakmamak niyetindir. Dolayısıyla, Körfez Arap ülkeleri arasındaki gerginlik ve özellikle Katar- Arabistan arasındaki münakaşa hem Körfez ülkelerinin siyasal- ekonomik alt yapılarını sarsacak hem de Körfez İşbirliği Konseyi’nin varlığını zayıflatacaktır. Bu da orantılı olarak Arap ülkelerindeki problemlerin artmasına sebep olacaktır. Arabistan kendi iktidarını sağlamak hedefinde olarak gerek İsrail gerekse ABD ile yakından temaslarda bulunmaktadır. Bu gibi politika ise Arap- Sünni ülkelerde yaşayan insanların Arabistan’a karşı İsrail ile işbirliğinin kınanmasına neden olup ayrıca, Arabistan artık olgu ülke ve Haremyin Şerif Hâdimlik görevinin suistimal edilmesi ithamı altında kalmasına sebep olacaktır. Bu durumda Arap Yarımadası boyunca oluşan baskılar daha fazla siyasi şok yaratabilecektir.
Teknolojik açıdan anlayışlı ve küresel düzeyde angaje olmuş bir genç vatandaşın reform için yerel baskıyı artırması göz önüne alındığında, bu gibi siyasi yaklaşımlar devrimlerin patlamasına zemin hazırlayacaktır. Yüzyıllarca süren toplumsal ve siyasal yapıların yeniden düzenlenmesi zorunlu olacaktır.
Dördüncü eğilim, tüm Arap dünyasının yanı sıra İran ve Türkiye'yi de etkiliyor. Dinin toplumsal rolü giderek çelişiyor. Son altı yılda yaşanan savaşlar ve krizler, 2011'de Arap Baharı ayaklanmaları adı verilen on yıl önce siyasal İslam'ın kaydettiği ilerlemelerin çoğunu tersine çevirdi. Bu gibi ülkelerde hükümet tarafından Radikalizm giderek yerleştirilmekte olsa bile, öte yandan genç Müslümanlar İslam'ın ruhuna yönelik bir aydınlanma ve din anlayışlarının değişilmesi duygusu altındalar. Başka bir deyişle, devlet mekanizmasıyla ortaya çıkmış radikal dinci kuşaklar ve İslamî Rönesans evrimi yaşamakta olan kuşaklar arasında büyük bir uçurum oluşmaktadır. Hiçbir cephe diğerini çekememekte ve öfkeli bir halde hayatlarını sürdürmekteler. Bu gibi ortam ve dinsel -mehsepsel sorunlardan ortaya çıkmış bölgesel savaşlar zaten silah tüccarlarına paha biçilmez fırsatlar yaratmaktadır. Dolayısıyla, bölgenin şu andaki durumu Ortadoğu gençliğinin uyanmadığı müddetçe devam etmesi öngörülüyor ve bu da en tehlikeli krizlerden biri sayılmaktadır.
Beşinci eğilim ise daha çok etkin ve tehlikelidir. Bilindiği üzere Ortadoğu Arap ülkelerinde Pan-Arabism artık yerini kimlik kazanımı temayülüne vermekte ve bu temayül ön plana çıkmaktadır. Zaten bu sistem öteden beri Arap dünyasının bazı bölgelerinde devam etmektedir. Bariz örnek olarak Ürdün ülkesini ve yahut Arabistan ve diğer Körfez Arap ülkelerini gösterebiliriz. Ürdün sanki yalnız Hâşimi aile ve aşiretine bağlıdır ve ülkenin adı ise Krallık Ürdün-i Hâşimi adıyla tanımlanmaktadır. Katar, Bahreyn, Umman, Kuveyt ve diğerleri de aynı durumda ve bugün eğer genç Muhammed bin Salman, Suudi Arabistan veliahdı ve aynı zamanda içişleri bakanı, savunma bakanı olarak görev alıyorsa demek ki oligarşi sistem tam hızıyla Ortadoğu Arap ülkelerini kapsamaktadır.
Bu bağlamda karşı kutupların oluşması, yeni ülkeciklerin ortaya çıkması hiç de olanaksız görülmemektedir. Arap ülkelerinde laik- demokratik siyasi yapının uygulanması yerine oligarşi sistemlerin tercih edilmesi a) etnik tezatların oluşmasına b) kavimler arası savaşların ve kutuplaşmaların ortaya çıkışına sebep olmasına c) başka güçlü ülkeler kendi çıkarını bu ortamdan sağlamak için kurnazca diplomatik iletişimlerde bulunmalarına neden olacaktır.
Böylesi bir durumda küçücük ülkeler çok büyük krizlerin başlaması için “start” düğmesine basmış olacaklardır. Örnek olarak önümüzdeki yılların en tehlikeli savaşı hakikaten su kaynakları üzerinde olacaktır. Sadece Irak ülkesini düşündüğümüzde oradaki önemli su kaynağı olan Dicle ve Fırat ırmakları için çeşitli kavimsel ülkelerin ortaya çıkmasıyla birlikte ülkeler arası kanlı savaşlar ve krizlerin ortaya çıkacağı pek de hayal ürünü sayılmamaktadır. Bugün ise eğer Muhammed bin Salman, İsrail’e meyilli olduğunu, genç ruhu ile iktidarı elde tutmak için her türlü kirli politika yürüttüğünü aynı zamanda beklenmedik protokollere imza attığını düşündüğümüzde hangi krizlerin ortaya çıkacağı açıkça göz önündedir. Arap dünyasının siyaset başlıklı müfredatının Filistin konusu olduğunu dikkate aldığımızda Arabistan- İsrail işbirliği gölgesinde bu kavramın hangi yöne sürüklenebileceğini düşünmek bile korkutuyor insanı.
Bu beş eğilimin ima ettiği sorunlar, Arap dünyasının içindeki veya dışındaki etkenler, özellikle de Batı'da yükselen halkçılık dalgasıyla karşıt duyguların oluşumu büyük krizlerin ortaya çıkacağı tahminini gerçeğe yakın göstermektedir. Bugün bölgedeki Arap olmayan ülkeler- İran, Türkiye ve Pakistan- bu tip sorunların engellenmesinde kilit rolü oynamaktadırlar. Sadece Arap dünyasındaki krizleri onlara özel olarak görmemeli; kendi jeopolitik gücünü sağlamak için krizi göz ardı etmemelidirler. Bu gibi ülkeler gelecek kuşakların dünya savaşı veya en azından bölge savaşından uzak tutmak amacıyla bölünmeleri, kutuplaşmaları engellemek zorundadırlar. Politik rekabetten ziyade sosyoekonomik konular üzerine odaklanmalıdırlar.
Irak, Yemen, Suriye ve diğer ülkelerin bölünmesi ve bağımsız bölgelerin icat edilmesi Ortadoğu’nun bugünkü ülke halklarını yok etmeye sürükleyecektir. Arabistan gibi bir ülkede oligarşi sistemin yaygınlaştırılması, Katar ve Arabistan arasında ortaya çıkmış krizin körüklenmesi, Kürdistan ülkesi yaranması ve benzeri konular şuanda hiç de makul değildir.
Arap ve Orta Doğu ülkeleri Batı ve özellikle ABD senaryosu doğrultusunda Ortadoğu’da sınırları yeniden çizme veya yeni ülkeleri şekillendirme konusunda illüzyonlara yenik düşmemelidirler. Çünkü bu tür çabalar felaket yaratacaktır. Son derece umut verici bir seçenek, Arap dünyası için tam kapsamlı bir Marshall Planı oluşturmak olacaktır. Ancak, bu küçülme döneminde birçok Batı ülkesi belki durumdan hoşlanmaktalar fakat çığın büyümesiyle dünya krizi de kaçınılmaz görünmektedir.
Ortadoğu Arap ülkeleri liderleri bunu anlamalılar ki bu kez Arap Baharı değil Arap fırtınası onlarla birlikte toplumlarını da tehlikeye sürükleyecektir. Demokratik yaklaşımlar kesin çözüm anahtarıdır. Hem bölge içinde hem de dışındaki liderlerin yapabilecekleri şey, ilk ve orta öğrenim, (Arap ekonomilerinin omurgasını oluşturan) küçük ve orta ölçekli işletmeler ve yenilenebilir enerji kaynaklarını (bu projelerin temelini oluşturan) büyük çaplı ve akıllı yatırımlar yapmaktır. Bölgesel değer zincirlerinin yükseltilmesi en başta olan amaçlardan olmalıdır.
Irkçılık, etnik ve aşiret kimlikleri üzerinden oyun oynamaktansa gençlerin sosyoekonomik sıkıntılarını gidermeye çalışarak harekete geçmek bütün 5 eğilimin tehlikesini uzun vadede olsa bile belirgin şekilde hafifletecektir.
*Prof. Dr., YDÜ Öğretim Üyesi, Siyasi Analist