Bazen yazmak zor gelir… Yazacağınızın başkalarına ağır geleceğinden değil de kendinize ağır geleceğinden zor gelir… Başkalarını üzeceğinizden değil de kendinizi derin üzüntülere sokacağınızdan zor gelir… Gene de yazmak, bir not düşmek, paylaşmak ağır basar ve yazarsınız…
Elli yıl geçmiş o günlerin üzerinden… Her türlüsünden silahlar, havan topları, roketatarlar, tanklar, savaş uçakları… Hepsi faal… İnsanlar ölümle yüz yüze… Kan ve çığlık birlikte… Korku ve cesaret karşı karşıya… Acı her yerde, her yerden… Ve bir inanç, bir umut, bir düş kafalarda… Kurtulacağız… Yaşayacağız… Bizden sakınılanları bize alacağız… Bizden esirgenenleri geri alacağız…
Elli yıl sonra, o günlerin muhasebesi, bugünlerin muhasebesi… Ne tuhaf; muhasebe defterleri, kayıtları neredeyse aynı… Aynı kalmayan kafalardaki inanç, umut ve düşler… “Yaşayacağız”’ı yaşıyoruz; “Kurtulacağız” da aynı… Elli yıl öncenin öncesi ile bugüne gelen sonrası aynı…
Elli yılın öncesinde ülke yönetiminde yoktuk… Devletimiz vardı ama bizi o devletten attılar… Niyet bizi azınlık yapmaktı… Anayasa vardı, anayasada yerimiz vardı… Kayıtlarda kaldı… Ekonomide sadece tüketici rolü kalmıştı… Özgürlüklerimiz kısıtlı, girişimlerimiz engellerde… Ada dışına çıkış yollarımız başkalarının denetim ve insafında… Geleceğimiz belirsiz, yurtdışı çare…
Elli yıl önce “Kurtulacağız - Yaşayacağız” ile yola çıktık… Yanlış kavramlara takılmışız… “Kurtarılacağız ama kurtulmayacağız” sürecine girdiğimizi nereden bilecektik?! “Yaşayacağız ama var etmeyecekler” sürecine girdiğimizi nereden bilecektik?! “Azınlık yapmak istiyorlardı, “artık böyle bir tehdit ile karşılaşmayacağız” diye gurur dolu idik; esamesi bile okunmayan bir azınlık haline geleceğimizi nereden bilecektik?!. Güvenlik sorunumuz vardı, “artık olmayacak” kahramanlığına büründük; kapılarımıza çifte kilidi koymamıza rağmen korkularımızı aşamayacağımızı nereden bilecektik?!
Dürüsttük, temizdik, onurlu idik, kararlı idik, bilinçli idik, eğitimli idik… Ama saftık…
Elli yılın öncesinde olanlar elli yılın başladığı süreçte kabuk değişerek süregeldi… Devletimiz var ama gene biz yönetmiyoruz… Azınlığız… Anayasamız var, anayasamızda yerimiz var; kayıt üstünde… Ekonomide mal ve hizmet üreten olalım dedik, dilenen olduk… Özgürlüklerimiz kısıtlı, ada dışına çıkış yollarımız başkalarının denetim ve insafında… Geleceğimiz belirsiz, gençler için çare yurtdışı…
Saftık, saf kaldık…
Halbuki elli yılın öncesindekilere saf değildik… İngiliz “Müslüman Kıbrıslılar” dedi, “Türk Kıbrıslılar” diye direndik, mücadele ettik… Elli yılın başladığı süreç içinde hep “Yeterince Türk, yeterince Müslüman değilsiniz” dediler; sürecin ilk otuz yılında her yere Atatürk büstü ve Türk bayrağı kondurdular, son yirmi yılında da camiler… Halbuki Atatürk onlarda tartışmalı hallerde, bizde tereddütsüz izlenmede… Halbuki din onlarda, tarikat örgütlenmesi ile devleti parselleme operasyonunda, bizde tanrı ile kulu arasında…
Saftık, saf kaldık…
Bizim kendi içimizde fire olacağını düşünemedik… Elli yılın öncesinde firemiz yoktu… Elli yılın başladığı süreç içinde firelerimiz üremeye başladı… Ganimet bizi bozdu, firelere yataklık etti… Tuhaf olan da firelerin kendilerini “en iyi” olarak pazarlamasındaki başarıları… Saftık, saf kaldık ve muhataplarının firelere itibar etmeyeceğini sandık… Bir de fireler ithal ettik… Saftık, saf kaldık, fireleri bilemedik… Halbuki firelerin nasıl olduğunu biliyorduk; filmlerde görüyorduk mesela… Ve filmlerde gördüğümüz mafya babalarını sokaklarımızda fark edemedik… Yobazları filmlerde gördük; içimize girmişler göremedik…
Saftık, saf kaldık…
Yalakalık, yağcılık bilmez idik… İçimizdeki fireler yalakalıkta başarı grafiğini yükseklere taşıdı, yağcılar graso bırakmadı memlekette… Hak ederek bir yerlere gelmek normal tavrımızdı; firelerimiz marifetiyle terk etmişiz… Kimliğimizi İngiliz’e, Rum’a karşı koruyabilmişiz elli yılın öncesinde, elli yılın yol aldığı süreç içinde kimliğimizi firelerimiz nedeniyle törpülemişiz…
Saftık, halen de safız…
Elli yılın öncesinde İngiliz’i, Rum’u bize pazarlayan İngiliz ve Rumlar vardı; “şirinliklerinin” reklamlarını yapanları vardı. Onlara saf değildik, kandıramazlardı… Son elli yılın başlayıp ilerlediği süreçte Türk’leri (biz Türkiyeli deriz) bize pazarlayanlar var. Onlara safız, kandırabiliyorlar, özellikle de firelerimiz marifetiyle kandırabiliyorlar…
Saftık… Saf olmaya devam mı edeceğiz?! Elbette “temiz” olmak anlamında saf olmaya devam edeceğiz; “kandırılabilecek” anlamında saf olmamak gerek artık… Önderliği sol siyasetin unsuru olan örgütler yapmalı…
Elli yılın sonunda vardığımız görünüm bu… Temmuz 74 öncesinin ve sonrasının toplumsal muhasebe defterlerinde görüntü değişimleri var ama içerik ve kayıtlar aynı… Fes gitti, şapka geldi ama kafa aynı… İşte bunları yazmak zor geliyor… 20 temmuz 1974 sabahı kafasında bir inanç, bir umut, bir düş ile, bizden sakınılanları bize alacağız, bizden esirgenenleri geri alacağız, kurtulacağız – yaşayacağız diye Mağusa’da Çifte Mazgal’da elinde silah ile yer almanın dayanılmaz güzelliğinin elli yıl sonra çirkef yatağına döndüğünü yazmak zor geliyor, zoruma gidiyor…
Bugün “50. Yıl” ile başlayan süreç bir dönüşüm süreci olsun, o muhasebe defterleri atılsın, geleceğe yeni ve temiz bir muhasebe defteri ile başlayalım… Deftere bizi dürüst, temiz, onurlu, kararlı, bilinçli, eğitimli yazsınlar; bir de “saf ama kandırılamaz” desinler…