Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Mayıs 68’te, başta Fransa olmak üzere Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da başlayan, ağırlıklı olarak ‘öğrenci- gençlik’ merkezli başkaldırı hareketleri, hem çok geniş ölçekli olmaları hem de siyasal-toplumsal talepleri ve sonuçları itibarıyla bir milât teşkil edecek kertede önem taşımaktadır. Siyasal ideolojik arka plânlarının en çok Sol olması ise bu hareketleri münhasıran Solun tarihsel serüveni açısından da ayrıca anlamlı kılmaktadır. Şundan; bu hareketlerle birlikte gelişmiş kapitalist ülkelerdeki Solun geleneksel siyasal/ideolojik konumlanışı ciddi biçimde sorgulanır/eleştirilir hale gelirken ve bu düzlemde farklı arayışları/önermeleri tetiklerken; aynı dönemde Türkiye gibi bu tarihsel seyri arkadan izleyen, siyasal/ideolojik konumlanışı açısından bu gecikmenin (geç modernleşmenin) yansımalarını taşıyan coğrafyada da Sol yine aynı hareketlerin rüzgârıyla bir dinamizm kazanacak, ancak bu, Batı’dakinden daha farklı -ve çok daha sancılı- olacaktır.
Batı’nın, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan uluslararası sistemin (İki kutuplu) sağladığı görece istikrar ortamında hız kazanan ekonomik kalkınması ve bunun yarattığı refah devleti/toplumu, 1968’e gelirken bizatihi sistemin kendisinin (vahşi kapitalizmin) ürettiği, giderek derinleşen krizle yüz yüze kalır, deyim yerindeyse ‘huzur’ bozulmaya başlar. Bu durum sistemin kurum ve kuruluşlarıyla meşruiyetinin sorgulanır hale gelmesine yol açarken, aynı anda mağduriyet yarattığı toplumsal kesimlerin tepkilerini tetikler. Bu toplumsal kesimler arasında ‘öğrenci-gençliğin’ öne çıkması ise, eğitim kurumunun da bu krizden doğrudan etkilenmesidir. Bilginin/düşüncenin özerk üretim merkezi olan eğitim kurumunun bu karakterinin, giderek sistemin mantığına uygun ve hizmetinde bir hüviyete bürünmesi, ‘öğrenci-gençlik’ tarafından kendi geleceğine yönelik bir tehdit olarak algılanır. ‘Mayıs İsyanı’nı tutuşturacak ilk kıvılcımın ‘eğitimde reform’ talebiyle başlaması da, bir bakıma bu tehdidin boyutlarını göstermektedir. Ancak tepkiler ve talepler bunlarla sınırlı kalmayacak, giderek doğrudan sistemin kendisini (kapitalist düzeni-liberal demokrasiyi) hedef alan bir mahiyet kazanacak ve dahası farklı sosyal kesimlerin katılımlarıyla (ör.Fransa’da dalga dalga yayılan grevlerle işçi sınıfı buradadır) niteliksel ve niceliksel olarak yoğunluk ve çeşitliliği içeren geniş ölçekli bir ‘isyan’a dönüşecektir. Şimdiden sonra güç kazanacak olan demokratik/siyasal tepkiler ve talepler, yaşamın her alanında yeni pratikler/deneyimlerle kendini gösteren; bir yandan siyasetin yukardan aşağıya işleyen dikey hiyerarşisini bozarak ona yatay genişlik/çeşitlilik kazandırırken, bir yandan da yeni toplumsal aktörlere/hareketlere alanlar açan doğurgan bir zeminin gelişimini teşvik edecektir.
Batı merkezli ’68 İsyanı’nın bir başka belirgin özelliği ise sadece yerleşik sisteme (kurum/ kuruluşları, kültür ve zihniyet dünyasıyla vahşi kapitalizme/liberal demokrasiye) yönelik bir başkaldırı değil; aynı zamanda 56 Macaristan işgaliyle açığa çıkan, 68 Prag /Çekoslavakya işgaliyle yeniden alevlenen, merkeziyetçi- bürokratik-otoriter yapısı ve uygulamalarıyla ‘reel sosyalizme’ yönelik de bir başkaldırı olmasıdır. O döneme kadar, gerek sistem içinde konumlanan geleneksel Sol’a, gerekse ‘reel sosyalizmin hâkim olduğu sosyalist sistemlere yönelik daha çok sol entelektüel/aydınlarla sınırlı kalan sorgulayıcı/eleştirel yaklaşımlar, ‘68 İsyanı’yla geniş ölçekli bir mahiyet kazanır. Başta özgürlük sorunu olmak üzere, kuramsal/kurumsal kapsamından siyasal pratiğine kadar Sol, ‘68 İsyanı’nın eleştiri oklarının hedefindedir. Bu bağlamda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi güdümlü, ‘devrim’i işçi sınıfı öncülüğünde belirsiz bir geleceğe havale ederek kış uykusuna yatan, bu şablona aykırı her türlü tavrı ihanet addederek baskılayan, atalet halindeki geleneksel komünist partiler ve buna zemin teşkil eden ideolojik bağnazlık karşısında; teorik açılımlarda ve pratik önermelerde bulunan karşı görüşler ciddi oranda taraftar bulur. Örneğin eleştirel teorinin güçlü temsilcisi Frankfurt Okulu üyesi Herbert Marcuse’un, ‘devrimci özne’ olma tekelini ‘İşçi Sınıfı’ndan alan, kapitalizmin gelişimi ve bunun üretim sürecine yansıması sonucu sömürüye tabi olan kesimlerin çeşitlenmesine yol açtığı ve ‘devrimci özne’nin de doğrudan mücadele pratiğinde belirleneceğine dair tespiti, kendine teorik dayanak arayan ‘öğrenci- gençliğin’ yeni sol referanslarından biri olur. Bu referansa ‘reel sosyalizm’in alternatifi olarak görülen Mao’nun Çini, Latin Amerika’daki gerilla savaşları, anarşizan eğilimler de eklemlenir.
Batı’da ‘68 İsyanı’nın ateşi uzun vadede giderek sönecek olsa da ardında, siyasal/toplumsal talepleri, yöntemleri ve deneyimleriyle siyasete ve toplumsal mücadeleye yeni alanlar açan, katılım zenginliği içeren bir miras bıraktığı aşikârdır ve bu miras, özellikle Sol açısından da, yeni açılımlara zemin teşkil eden ve geleceğe taşınacak olan doğurgan ‘teorik-pratik’ bir süreci başlatmış olması nedeniyle önemlidir. Daha net bir ifadeyle ’68 İsyanı’, belirsiz bir geleceğe havale edilen makro ölçekli ‘devrim’ projesiyle kendi içine hapsolan Solun derin uykusundan uyanmasında güçlü bir etmen olur. Özellikle bugünün dünyasında yeniden ayağa kalkma ve dönüştürme çabası/zorunluluğu içinde olan Sol’un arayışlarında daha somut bir biçimde karşılık bulacak olan; gündelik hayatın farklı alanlarında, farklı toplumsal kesimlerin katılımları ve talepleriyle mikro ölçekte çözümler üretmeyi hedefleyen toplumsal/siyasal pratikler, ‘teori-pratik’ perspektif zenginliği sunan ilk deneyimler olarak bu dönemde sergilenir. Bu Solun bugün çok fazla referans aldığı yeni kuramcıları (ör.M.Foucault, A.Badiou, G.Deleuze, Zizek, M.Hardt&A.Negri vb.) yine bu dönemin hasadıdır.
Batı dünyası dışında da karşılığı olan ’68 İsyanı’, başkaldırı hareketi olmanın benzerliğini taşıyor olsa da, mahiyet itibarıyla kimi farklar gösterir. Tarihsel gelişimin (geç modernleşmenin), sosyo-ekonomik arka plânın, siyasal/kültürel iklimin izlerini taşıyan bu fark, dışardaki bu dünyanın bir parçası olan Türkiye’nin ‘ 68 İsyanı’nda da gözlenir. Şöyle özetlemek mümkün: Türkiye’de 60’lı yılların başından itibaren giderek artarak dinamizm kazanan ‘öğrenci-gençlik’ hareketleri 1965 yılında ‘Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi-Sosyalist Fikir Kulübü’ olarak başlayan, sonrasında ülke genelinde yaygınlık göstererek ‘Fikir Kulüpleri Federasyonu’ adını alacak olan yapılanmasıyla, örgütlü mücadelesine geçişinin ilk adımını atar. Demokratik taleplerin siyasal taleplerle buluşmaya başladığı bu süreçte ‘öğrenci-gençliğin’ o güne kadar Solla olan ilişkisi Türkiye İşçi Partisi ile sınırlıdır. “Devrimciliğin Kemalist ve sosyalist olduğu düşünülen bir bileşim olarak kabul edildiği bir dönemde öğrenci hareketinin merkezi, taşıyıcısı ve siyasi alana nüfuz ettiricisi” (“Fikir Kulüpleri Federasyonu 1965-1969” K.Ünüvar. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. Sol. Cilt 8.s.821. İletişim Yayınları) olarak işlev üstlenecek olan FKF, bir bakıma, Türkiye Solu’nun Kemalist çerçeve içinde anlam kazanan -ve bugünlere kadar uzanan- genel karakterinin de resmidir. Türkiye Solu’nun siyasi ajandasında ‘İkinci Kurtuluş Savaşı’ söylemiyle karşılık bulan ve aynı dönemde dünyada anti-kolonyalist mücadelelerin hız kazanmasının ve Vietnam’da ABD saldırganlığına karşı sergilenen direnişin aurasından da beslenen bu ‘ulusalcı/milli’ karakteristik, yakın gelecekte, temel düşman olarak kabul ettiği emperyalizme karşı ‘anti-emperyalist’ mücadeleye ve ‘Bağımsız Türkiye’ kavgasına soyunacak olan ‘öğrenci-gençliğin’ bünyesinde de kendine kolayca yer bulur. Sol literatürle henüz ucundan kenarından, ‘bilinç’ seviyesinde değil de ‘inanç’ seviyesinde olan tanışıklık bu konumun ‘öğrenci-gençlik’ tarafından sahiplenilmesinde ayrıca rol oynar. Ancak, Batı’da ’68 İsyanı’nın örnek teşkil eden dinamizmi ve coşkusu bir yandan, aynı dönemde sol literatürün yoğun bir biçimde tercüme edilmesiyle ulaşılır hale gelmesi diğer yandan, bu etmenler, FKF’nin henüz ‘münazara kulübü’ olmaktan öteye geçemeyen masumiyetini bozar ve ‘öğrenci-gençliğin’ üniversiteyle sınırlı mücadele alanını o sınırların dışına taşır. Sonuç olarak 69’da FKF varlığını sona erdirir ve ‘öğrenci-gençlik’ hareketlerinde yeni bir döneme geçildiğini haber veren, bir başka ifadeyle ‘Türkiye 68 İsyanı’nın temel aktörü olacak olan “Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu” (Dev-Genç) kurulur.
Dev-Genç’in kuruluşu, ‘öğrenci-gençliğin’ Sol’la o güne kadar Türkiye İşçi Partisi üzerinden sürdürdüğü ilişkinin de sonudur. TİP artık gençliğin ‘devrimci’ taleplerine ve heyecanına karşılık vermeyen bir partidir. Bu tespitle, “öğrenci faaliyet alanı ile siyasi alanı birleştiren” ve buradan doğrudan hayata müdâhil olacak olan yeni örgütlenme biçimlerine yönelik arayışlar Dev-Genç’in gündemine oturur. Yeni dönem bu tür çabaların giderek yoğunlaşacağı, tartışmaların yaşanacağı, örgüt modellerinin gündeme geleceği, bunların kurulacağı ve harekete geçeceği çalkantılı bir süreç olacaktır. Bu sancılı süreçte, bir yandan o güne kadar eksik kalan ve sürdürülecek mücadelenin sol teorik çerçevesini belirleyecek ideolojik donanımı elde etmenin ve bunu Türkiye gerçeği ile buluşturmanın, bir diğer yandan bu mücadeleyi sürdürecek örgüt modelinin biçimi ve yöntemlerinin belirlenmesi çabaları, Dev-Genç’in gündemini ve yapısal karakterini belirleyen unsurlardır. Türkiye üzerine yapılan analizler, bunların yer aldığı dergiler, devrimci mücadeleye öncülük edecek örgütler, örgütlerin yöntem ve stratejileri, ittifak kurulacak güçler ve bunların harekete geçirilme çabaları hız kazanır. Geçmişte Sol adına, kolu kanadı kırılmış ve yeraltına çekilmiş TKP ve dar ölçekli yapılanmalardan ibaret, güçlü bir geleneğin olmaması ve halen legal sınırlar içinde hareket eden TİP’in düzeni değiştirecek güçten yoksun olduğu tespiti, bu süreçte devrimci gençliğin kendine öncü rolünü biçmesinin, aşırı güç atfetmesinin gerekçeleri olur. Niceliği ve niteliği itibarıyla ‘İşçi Sınıfı’ öncü rolü üstelenecek değil, mücadeleye katılımı sağlanacak toplumsal kesim olarak görülür. Onun yerine ‘zinde güçler’ öne çıkar; Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist karakteri, Solun Kemalizmle olan dirsek teması ve geçmiş künyesinde kazılı ulusal damar, ‘zinde güçleri’ devrimci gençliğin mücadelesinde müttefik kılar. Ne var ki bir süre sonra ufukta belirecek olan 12 Mart 71 Darbesi’nde bu ‘zinde güçler’, kınından çekeceği kılıcıyla önce devrimci gençliği tırpanlar. Darbe ‘Dev-Genç’in ve en çok onunla anlam kazanan ’68 İsyanı’nın, -yakın bir gelecekte başlayacak, üzerine ‘68 İsyanı’nın gölgesinin de düşeceği yeni döneme kadar- sonu olur.
50. yıl dönümünde, evrensel ölçekteki kapsamı ve sonuçları itibarıyla ’68 İsyanı’ yeniden değerlendirildiğinde, radikal değişimlere yol açan bir ‘devrim’ olmamakla birlikte, toplumsal/siyasal mücadele tarihinde yeni açılımlar sunduğunu; Sol açısından ise ‘teori-pratik’ ilişkisinde makas değiştiren bir süreci başlattığını söylemek mümkün. Türkiye ölçeğinde ise ’68 İsyanı’ diyeti çok ağır olan, Solun toplumsal-siyasal mücadele tarihinde, ‘öğrenci-gençliğin’ mücadelesi ve bu mücadelenin kapsamı itibarıyla sorgulanması ve eleştirilmesi, ancak idealleri ve bu idealleri gerçekleştirme yolunda sergilenen dayanışma, cesaret, özveri, fedakârlık timsali karakteriyle saygı duyulması gereken bir dönemi/süreci ifade eder.