Koççinodrimitya’da bir kuyuda kalıntıları bulunan “kayıp” Ertan Ali, 1945’te dünyaya gelmiş olduğu Lefke’de dün toprağa verildi…
Burada yıllar önce bizi YENİDÜZEN’de ziyaret ederek bize “kayıp” kardeşi Ertan Ali’nin öyküsünü anlatan rahmetli Salahi Baysan’ı da anmak istiyorum: “Kayıp” kardeşinden geride kalanların bulunduğunu göremeden göçüp gitti bu dünyadan… Ömrü yetmedi kardeşinin bulunmasını ve Lefke’de defnedilmesini görmeye… Salahi Baysan, Ocak 2007’de yani bundan tam on yıl önce “kayıp” kardeşi Ertan Ali’yi bize şöyle anlatmıştı:
“Ertan süper bir kardeşimizdi, en küçüğümüzdü ama en akıllımız, en çalışkanımız... Ve bugün etrafında olan arkadaşları avukattır. Mesela Lefke’de Özgün Öykün, sınıf arkadaşıdır... Ona sorabilirsiniz, Ertan’ın süper bir çocuk olduğunu anlatabilir. Rahmetlik İnci Dayıoğlu, Salih Dayıoğlu’nun karısı, aynı sınıftaydı. Ortaokulu bitirdiydi, o dönem yüksek tahsil yapacaktı, onun için liseye yolladık. Sanat Okulu değil, liseye gönderdik. O imkanım olmasa, gönderebilir miydim kendini? Ben sanatımı Lefkoşa’da öğrendiğim gibi, o da tahsilini Lefkoşa’da yapacaktı – onun sorumluluğunu ben üstlendim, babasının yokluğunu hissettirmemek için. Benim gümanım vardı bunu yapmak için... Çalışırdı da... Derslerine çalışırdı... Onun bütün güvencesi bendim. Örneğin hafta arası arkadaşlarla biz Lefkoşa’ya alem yapmaya gelirdik, ben yurttan geçerdim, cep harçlığını bırakırdım – geç vakit geçerdik yurttan, yurt sorumlusu da Altay diye bir spor hocasıydı... Ona harçlığını bırakırdım. Erken gittiğimde kendini bulurdum. Bu hocası, Lefkoşa’da Rum-Türk olayları patlak verdiğinde, Erenköy’e un götürmeye gitti – bu kamuflajdı... Un taşıyan otomobilde, teşkilata silah getirmeye gitti... Güya un taşırdı... Esas merkez Yeşilırmak’la Erenköy’dü, eski ismi Koççina. Oradan dönüşte silah getirirlerdi. Dönüşte bizden geçti, bu gizlilik devrinde olan bir olay tabii... Ve hoca atıldı otomobilden, elbiseleri un içindeydi, ben hoca olduğunun farkında bile değildim, yanıma gelince tanıdım kendini... Dedi “Ertan’ı ilk fırsatta Lefke’ye getir çünkü olayların en önünde gider talebelernan...” İngiliz da o zaman bastırmak için hareketler yapardı, bizimkisi da genç, macera tabii...Ve getirdik kendini biz Lefke’ye... Ne var ki 21 Aralık 1963 olayları patlak verdiğinde, her birimiz ayrı bir dağdaydık görevde...
Ertan’ı hadiselerde getirdik Lefke’ye dedik ya... Tabii ki o günler her birimiz bir taraftaydık, bir heyecan vardı... Ama Ertan’ın inanın ki ben en büyük sorumlusu, abisi olarak, buraya gidip da yanlarında portokala gidecek da bir yere gidecek diye bir şey kesinlikle yoktu. Olsa, benim müsadem olmazdı zaten. Ve bunu mümkün mertebe gizli tutardı herhalde bizden. Nitekim bu adamın çıkış izni yoktu... Nasıl oldu da izin verildi?
O ısrarın karşısında sancaktar buna izin verdi. Bu arada Aziz Bey sancaktar değil serdar idi... Serdar, üstüne aktarırdı daima. Bütün bölgenin üstünde Sancaktar vardı, Türkiye’den gelmiş. Esas ismi Osman Tütüncü idi ama “Orhan Bey” idi kod ismi... Buna, bu fazla ısrarından dolayı Çamlıköy’den Cengiz Topel Hastanesi’ne çıkan bir yol var... Çamlıköy’den sonra Cengizköy var, buradan Pendaya’ya çıkan bir yol vardır. Bu yol yarı yarıya Rum askeriyle Türk mücahitlerinin kontrolü altındaydı. Buna verilen izin, arabasını orta yerdeki hududa kadar götürüp, oradan da Rum vasıtası gelecek ve aktarsın oraya portokallarını... Bizim askerle onların EOKA’cılarının kontrolünde olan bu yolda nakledecekti portokalını. Ama bunları kontrol edecek bir özel güç yoktu... Yalnız bir öneriydi, öyle olurdu. Bundan faydalanarak, bu otorite boşluğundan faydalanan Rifat Bey çıkış yaptı. O çıkış yaparken götürdüğü çocuk da bizim kardeşimizdi o gün. Biz bundan hiç haberdar değildik...
Araştırdık tabii... Şimdi o gün, kesim günüydü da aynı zamanda. Birçok arkadaşıyla beraber gider, portokal keserlermiş. Bu da daha evvelden götürdüğü arkadaşları varmış galiba, benim duyduğum kadarıyla. O gün bizimkini götürmeye karar verdi, bizimki da gitti. Aldı götürdü... Hiçbir haberimiz yok bizim...
Çamlıköy’den çıktılar gittiler... Görevli kimse da saymadı orada... O zaman çıkıp da dönen tüm araçlar rapor verirdi yukarı, yolda olanlar ve gördükleri hakkında. Rumlar’ın yaptığı terbiyesizlikleri mesela... Mesela bir şey gelecekti, torbalar delik deşik gelirdi. Rumlar şişlerdi torbaları, içinde bir şey olmasın! Hep indirirdi aşağıya portokalları, karpuzları, neysa meyveler, ondan sonra gönderirdi. Bunlar hep içeride rapor edilmiştir. Bu gitti... Nedir? Hacısotiriu’ya son bir kamyon portokal götürecekti ve alacağı para vardı, alsın. Nitekim götürmüş da, almış da. Aldığımız istihbarata göre bir gece de kalmış Lefkoşa’da. Maaşlarını alıp da bozduramayanlar vardı – abim da alamadıydı mesela birinci aylığını, 21 Aralık’ta oldu olaylar diye. Ödemeye gelen Rum, aldı ve kaçtı, ödeyemedi kendilerini... Rifat Bey orada bazı memurların maaşlarını bozdurmuş, nakit parayı geri getirirken – o da yardımcı oldu bunların tutulmalarına büyük bir ihtimalle... Tutuldu, külliyetli bir miktar para üstünde, yardımcı oldu kendilerine... O zaman istihbaratta olan arkadaşlarımız vardı, gidip gelenden öğrendiğimiz kadarıyla Koççinodrimitya’da, dönüşte tutulduğunu bilirik biz.
Kolu kesik EOKA’cı, Koççinodrimitya’daydı görevli... EOKA’nın aşırı militanlarındandı. Neden kolu kesikti? EOKA’cıyken, İngilizler’e karşı savaşırken, İngilizler kolundan vurduydu kendini...Yani bir mücadele esnasında koptu kolu, “Kesik Kollu” derlerdi...
Kardeşimin “kayıp” olduğunu aynı gece anladıydık…
Annem bilirdi gideceğini... Anne bilirdi ve “Abine söyleyeceğim” dedi. Tartışmışlar!... Annesi konuyu bilirdi, büyük bir ihtimalle çünkü ben öyle anladım ki sonradan, bu bir kere daha gitmeyeceğine söz verdiği için annemiz bize söylemedi…
Ben görevliyim o gece... Karargahta... Ben karargah sorumlusuydum çünkü 17 tane personel vardı. O akşam, kış gecesi, Şubat... Saat 11’de gece, bir ayak sesi... İnanın böyle duyduğumda, tüylerim da kalktı... Kadın ayak sesi... Belli yani böyle annem pabuçlarını sürükleyerek geldi, karargaha geldi!... Aplıç’ın içindeydi zaten, Aplıç’ın çıkışına doğru bir yerdeydi... Bir baktım, annem!... “Ne var anne?” dedim, “hayırdır!...” “Bu saat oldu, saat 12’de göreve gidecek Ertan da gelmedi” diyor... “Nerdedir da gelmedi?” dedim. “E bilir miyim?” dedi, “İşte gitmiş da portokal götürmüşler” dedi, böyle yarım yamalak falan... Başladık telefonlara! Aşağı sancaktara mesaj verdik falan filan... Meğer bunlar aşağıda bizden evvel duyduydu, gelmeyinca... Gelmesi lazım gelen bir saat vardı, o saat gelmeyinca... Annem bekledi 11’e kadar ve geldi – biz da 12’de çıkarık, başka arkadaş gelecek. Telefonlara sarıldık, kaybolanın evine, Sancaktarlığa, onlar da aynı şeyi paylaşmaya başladı... Gidiş o gidiş, bir daha da... Ondan sonra poliste görevli abim Ayhan telsizdeydi, irtibat subayları vardı gidip gelen, o zaman üçlü karargah vardı Rum-Türk-İngiliz, helikopterle gidiş gelişler vardı... Onlardan bilgi toplamaya çalıştı...
En son öğrendiğimiz, Mağusa’ya gitti, teslim etti ürünleri, aldı parayı, bir gece Lefkoşa’da kaldılar ve geldiğinde biz Koççinodrimitya’da kaybolduğunu biliriz…
Koççinodrimitya’dan sonra ne oldu sorusuyla ilgili herhangi yeni bir şey gelmedi... Ta ki siz yazasınız gazetede... Yazdıktan sonra duyduklarımızdır... “İnşallah” diye sevindim ben...
Ben tabii yazı yazılmaya başladıktan sonra yeni baştan bir heyecan duydum... En azından bize bu çocuğun kemiklerini de olsa, o rütbesine, kendi vatanında geride kalan Türkler’e bu çocukluğun kemikleri bulundu ve şehitlikte yatır denmesi... İçimizdeki en büyük acı ve yara, kardeşimizin nerede gömülü olduğunu, nasıl öldürüldüğünü bilmeyişimizdir. Anlatabildim? İnşallah bulunur ve bir mezarı olur ve gömülsün. Onurlandırılsın... Başka bir şey istemeyik... Şimdi herşeyden önce sizin bu güzel katkılarınızı başarıyla sürdürmenizi temenni ederim. Çok duygulandık, siz bunu gündeme getirdiğinizde. İnşallah başarılı olursunuz da, yaşatırsınız.. Yani bu çocuğun kemiklerini bulup da...
Kardeşimizin yokluğu, kayıp olması, bizi çok etkiledi... Aylarnan, senelernan örneğin annesi şeker hastası oldu, tansiyonu yükseldi, düştü, kalçasından kırdı ayağını, hep onu düşünürdü. Biz, aynı şekilde, aynı duyguları paylaşırık. Kardeşimiz bir gün gelecek, gelecek, gelecek, içimizde bekleyiş içine giren bir nesil olduk yani böyle... Bunları duyduğumuzda da sevindik değil, üzüldük değil, nasıl karşılarsan karşıla da, en nihayet bir yerini olsun öğreneceyik diye artık – öyle düşünmeye başladık... Başka ne söyleyebilirim size? Çok duygulandık...”
Rahmetli Salahi Baysan, “kayıp” kardeşi Ertan Ali’yi işte böyle anlatıyordu…
Bugünü görmeye ömrü yetmedi…
Onun yerine Salahi Baysan’ın oğlu Çağan Baysan, amcası “kayıp” Ertan Ali’den geride kalanların bulunması ardından yaşanan süreçlerle ilgilendi, diğer yeğenleriyle birlikte… Salahi Baysan göçüp gitmişti ama oğlu Çağan Baysan bizi arıyordu, babadan oğula devredilmiş bir “kayıp” mirasın takipçisi olarak…
Şimdi artık tüm aile rahat bir nefes alacak…
Ertan Ali’nin yeri belli olacak…
Bekleyişler son bulacak…
Bu konuda yürüttüğümüz son on yıllık çabalardan ötürü biz de huzurluyuz…
Rahat uyu sevgili Ertan Ali…
Seni ilk kez, laboratuvarda gördüm, Kayıplar Komitesi’nin ara bölgedeki laboratuarında… Beyaz örtülü bir masaya dizilmişti senden arda kalanlar… Bir başka masada potinlerin, çorapların, boynuna astığın muskadan geride kalanlar vardı…
Vurulmuştun, öldürülmüştün, bir kuyuya atılmıştın, yarım asır boyunca beklemek üzere…
Anneciğin de, kardeşlerin de, yeğenlerin de hep seni beklediler…
Kimisi göçüp gitti bu dünyadan ama geride kalan yeğenlerinde fotoğrafında gördüğüm senin gözlerindeki yemyeşil ışıltıları gördüm…
Onlar yaşıyor ve seni unutmadılar, unutmayacaklar…
Biz de öyle…
Seni isimsiz bir “kayıp” olmaktan çıkardık, hayatını anlattık, izlerini sürdük…
Elbirliğiyle nerede yattığını bulduk, oradan çıkarılman için on yıl boyunca çaba harcadık…
On yılın sonunda ailene geri döndün…
Aralarında tıpkı senin gibi yemyeşil ışıltılı gözleri olan, seni çok seven ailene…
Artık “kayıp” değilsin…