KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Leyla Kıralp
74 sonrası, yeni bir yer, yeni bir hayat, yeni bir düzen... Kolay mıydı 55 senelik ömrünü köyünden hiç ayrılmadan yaşayan, kendi eliyle, emeğiyle, alın teriyle yaptığı evden ve yerlerden ayrılmak? Kolay mıydı 55 senelik alışkanlıklarından, işinden gücünden vazgeçip yeni alışkanlıklar, yeni iş edinmek? Kolay mıydı kayıplar listesindeki ailesinden birçok kişinin, yıllarca bulunmasını beklemek, yıllarca köyüne evine gidememek...
Babam, geçmişinden gelen disiplinle, her sabah traş olurdu. Her zaman kıyafetleri temiz ve düzgün, ayakkabıları boyalı olurdu. Her sabah en yakın bakkala gider, kasaptan da alacaklarını alır, eve bıraktıktan sonra da Maraş’tan ta Mağusa Bandabuliyası’na yürüyerek gider, sebze ve meyve alırdı. Hiç bir zaman ganimet gaylesine düşmedi ve kendisine tahsis edilen o beton evi tamir ederek, boyayarak, bahçesini mamur ederek günlerini geçirdi.
Köyde, evlerine ilk buzdolabı, televiyzon ve tüpü dolap içinde gaz ocağı alanlardan biri de babam olmuştu. 74 sonrası köydekilerden daha eski ve kullanılmış olarak verilen buzdolabını, televizyonu, gaz ocağını ilk fırsatta değiştirip yenisini aldı ve eskileri de garaja koydu. Karyolayı da, şilteyi de değiştirdi. Maraş’taki eve gelip televizyonu, buzdolabını ve gaz ocağını yeni görüp de “Size, niçin yeni verdiler da bize eski verdiler acaba” diyenlere, babam, o çok şey anlatan sert bakışlarıyla cevap verirdi.
En büyük keyfi annemle birlikte sayısız kahve içmekti. Aradı taradı ve köyde kahve içtiği fincanların aynısını bulup satın aldı. Ondan sonra “Kahvenin gerçek tadını şimdi buldum” dedi...
Kareli alışveriş çantasını alır bakkala giderdi. İlk zamanlar hiçbirşey almadan çanta boş geri dönerdi. Anneme, boş çantayı verir ve “Hiçbir şey yoktu be Seni” (Seniha’yı kısaltarak “Seni”) derdi. Hiçbir şey yok değildi aslında, herşey vardı fakat babam bakkal dükkanında, köy bakkalları Nihat dayıyı, Nusret dayıyı, İbrahim dayıyı görmek istediği ve göremediği için hayal kırıklığıyla eve çanta boş dönerdi ve boş dönüşün adını, “hiçbir şey yoktu” koyardı.
Bunu farkettik çünkü köydeki bakkallarda babamın bir ayrıcalığı vardı. Mesela “Nihat, Maraş portokalı getirdi ve bize de ayırdı, bak be Seni, ne güzel portokallar” diye yüzündeki gülümseme ile bu ayrıcalığı fakettirirdi. Portakal şehrine gelmiştik güya fakat köyde yediğimiz Maraş portakallarının ağaçları ne yazık ki lahmacun fırınlarına yakacak olmuştu. Annem bu eve boş çantayla dönüşlerden sonra, “aman aman babanız bu Maraş’a alışamaycak da napacayık” diye endişelenirdi.
Çok zor oldu, çok zor. Kendilerine verilen evin dışında hiç birşey istemediler, hatta söz konusu bile etmediler. Başkaları ganimet peşinde koşarken annemle ikisi kendilerini kahve içmeye ve küçük bahcede ağaç yetiştirmeye verdiler.
Köydeki evimizde iğde ağacı vardı. Babam bir yolunu buldu ve iğde fidanı alıp o küçük bahçeye ekti. İğde büyüdükçe babamın yüz hatlarında bir rahatlama oldu. Hele bir de Mayıs ayında çiçek açmaya başlayınca yüzü iyice güldü. İğde, sonraki yıllarda kökünden fidan vermeye başladı. Bir fidan söküp Maraş’ta benim oturduğum evin bahçesine ekti. İğde tuttu, büyüdü ve hala bahçede canlı canlı duruyor. Biz de o iğdeden fidan alıp Melandra House’a ektik. İğde tuttu ve her yıl Mayıs ayında sarı, küçük, mis kokulu çiçeklerinin kokusuyla bize geçmişin güzelliklerini yaşatıyor.
Babam sakin bir insandı, sinirlendiği enderdi fakat sinirlendiği zaman da kolay kolay sakinleşmezdi. Bir gün kareli çantasını alıp Mağusa Bandabuliyası’na gitti. Çok güzel siyah incir görmüş, canı çekmiş ve almış. Fakat gelene kadar, incirler eridi, suları aktı, kalanlar da çantaya yapıştı. Çantanın halini ve incirleri o halde görünce sinirlendi, hem nasıl sinirlendi. “Bizi buralara niçin getirdiler, incir bile yeyemez olduk. Yahu köyümüzde böyle miydik? Uzat elini, kes inciri ye. Amma yere getirdiler, amma düzene getirdiler bizi”.
O sinirle tekrar dışarı çıktı, aradı taradı ve nereden bulduysa incir fidanı ile geri döndü. Kendi bahçesinde yer olmadığı için “Yürü gidelim da senin eve ekelim bu inciri” dedi. Ektik ve incir de iğde gibi büyüdü. Ve her sene meyve verdi ve hala vermeye devam ediyor.
O incir ve iğde, babamdan bana kalan hazine değerinde iki hatıra. Ganimet düzenini kabullenmeyen bir babadan bana kalan, bir başkaldırı, bir protesto simgesi. Babamın hatırası olan bu iki ağaca gözüm gibi bakıyorum . O iki ağaca ne zaman baksam babamı, köyümü hatırlıyor bu ganimet düzenine biraz daha öfke duyuyorum.
Mayıs ayına az kaldı. İğde yine küçük, sarı çiçekleriyle, babamla olan anılarıma taç ve ganimet düzeninin yarattığı 74 travmasına, her Mayıs olduğu gibi bu Mayıs da ilaç olacak...