9.5 yaşındaydı savaşla tanıştığında.
Önceleri hep arkadaşlarıyla oyunlarının bir parçasıydı. “Savaşçık” derlerdi adına.
Bir yerlere saklanarak ateş ederlerdi birbirlerine, kan akıtmaksızın, acı duymaksızın.
Oyun işte, eğlenceliydi çocukluklarında.
Nice farklı oyunları da vardı ama “savaşçık” bambaşkaydı işte.
O güne kadar ne kendisi ne de kendi yaşıtları -biraz küçüğü biraz büyüğü- savaşın gerçekliğiyle yüzleşmemişlerdi.
Sonra Makarios’a darbe yaptılar dedi evdeki büyükler. Darbe nedir bilmezdi de, ilk kez silah seslerini uzaktan duymaya başlamıştı kulakları.
Aklında ve kulaklarında sadece bir gümbürtü vardı o güne kadar. O da bayramlarda ramazan topunun sesiydi. Ne kadar da güçlü geliyordu ona.
Bir keresinde topun patlatılacağı alanın çevresini oluşturan duvarlara çıkıp oturmuştu arkdaşlarıyla. O sesi ve hafiften sarsılmayı biraz olsun yakından izlemek adına. Korkuyla zevk iç içe geçmişti o an.
Ne gümbürtüydü o diye “darbe” dedikleri o güne kadar aklında kalandı.
Evinin önünden askeri arabalar geçiyordu zaman zaman. Bunlar Kıbrıslı Türklerin değil darbeyi gerçekleştirenlerin ya da buna maruz kalanların arabalarıydı.
Gecenin derinliklerine yol alırken gün, balkonda oturup sesleri merakla dinlemeyi sürdürürdü.
“hah gene patladı, hah taramacık kullanırlar” diyerek.
O gecenin ardından beş gün geçince bire bir yüzleşmişti savaşla. Ama nasıl bir silah bomba sesleriydi o! Ne ramazan topuna benzerdi ne de sinemada izlediği savaş filimlerdeki seslere.
Nasıl bir patırdı nasıl bir cayır cayır eden silah sesleriydi.
Gerçek savaşla yüzleşti ne olacağını nasıl davranması gerektiğini bilmeksizin.
Sanki bir rüyadaydı, nasıl olsa bitecek ve uyanacaktı. Ya da sinemada izlediği Malkoçoğlu, Tarkan filmlerindeki aksiyon gibiydi. Nasıl olsa perde arası verilecek ve gerçek dünyaya bir an olsun dönecek diyerekten.
Saatler geçtikçe, bomba ve silah sesleri arttıkça anlam veremiyordu bir türlü. Nasıl bir rüyaydı ki bu, ne iter ne biter. Bir türlü savaşın böyle birşey olduğunu idarak edemiyordu.
Büyükler daha bir korku içindeydi, daha önceki savaş deneyimlerinden olsa gerek. Ama o... daha 9.5 yaşında.
Tahtadan yaptıkları silahcıklarından başka bir şey tutmamış elinde. Ne de görmüştü gerçeklerini. Bundan dolayıydı pek de anlam veremeyişi olanlara.
Etrafından bağıran ağlayan insanlar yanında bir köşeye sinmiş, korkulu gözlerle etrafına bakınan ağzı mühürlenmiş bir başkaları.
Sonra “teslim olduk” diyen sesler duyulmaya başladı etraftan gelen. Bir susukunluk çöktü bulundukları evin her köşesine. Onlarca insana bir anda “tıp” demiş gibi, fermuar çekilmiş ağızlara. Çok da uzun sürmeyen bir bekleyiş olmuştu ta ki kapılarına sertçe vurarak Rumca, dışarı çıkmaları emredilene kadar.
Herkes köşesinden yavaşça ayağa kalktı birbirlerine sarılarak.
Kapıdan çıkarken namluların işaretinde yürürlerken, gökyüzünün kızıla çalan rengi ve etraftaki keskin barut kokusu çekmişti dikkatini.
Her evden her köşeden insanlar çıkıyordu korkunun tutsağında.
Kümeler birleştikçe hastahanenin avlusunda büyük bir kalabalık olmuşlardı sonunda.
Teslim olmak böyle birşeydi diye düşünmeye başladı.
Halbuki savaşçık oynarken hiç teslim olmamıştı arkadaşları karşısında, ne onlar ne de kendisi.
Sonra o oyunlarda arkadaşlarının yüzü gülerdi tıpkı kendisi gibi. Ama şimdiki suratlar bir başkaydı gözüne ilişen.
Akşamdan sabaha kadar binlerce insanın arasında bir su damlası gibiydi, ayaklarını göğüsüne çekip yere oturduğunda.
Esir olmak da buymuş meğer diye geçti aklından.
Ertesi gün izin verilip de evlerine gittiğinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görecekti. Oyuncaklarına yenilerini katmıştı bu arada... Mermi kovanları...
Ve gün gelip de oyuncaklarını, evini, mahallesini, arkadaşlarını, oyunlarını terk edip başka bir yere, bilmediği bir şehre geldiğinde artık burasının onun yaşayacağı yeni bir yer, yeni bir yaşam olduğunu günler geçtikçe anlamaya başladı.
O rüya o kabus hiç bitmemişti. Demek gerçekti.
Rüya olduğunu ve sonlanacağını, eski günlerine döneceğini düşünmekten vaz geçti sonunda. Çünkü gerçek artık buydu.
.....
Üzerinden onlarca yıl geçti 9.5 yaşındaki çocuğun.
Büyüdü adam oldu iş tuttu evlendi çocukları oldu.
Sonra bir gün, “Koronavirüs” diye bir illetin tüm dünyayı sarmaladığını duydu.
Kendisi küçük bir ada’da yaşıyordu ya, nasıl olsa bize ulaşmaz diye düşünse de, öyle olmadı işte. Küçük büyük yerleşim yeri, memleket dinlemedi Koronavirüs.
Her şey bir günde allak bullak oldu tıpkı o savaş günleri gibi.
Erzak depolamaya başladı insanlar ne olacağını bilmeksizin, tıpkı savaş günleri öncesi gibi.
O günlerde bir Bayrak Radyosu’nu dinlerdi insanlar haber alabilmek durumu anlayabilmek için.
Bugün iletişim ve teknolojinin “muhteşem” ağında tüm haberleri; yalan yanlış doğru abartılı şekliyle televizyonlardan ve sosyal medyadan izlemeye başladı.
Bir kez daha yaşamın eskisi gibi olmayacağını anladı.
Yeni bir yaşam başlıyordu kendisi ve herkes için.
Kurşunlar bombalar değildi canını yakacak olan da bu görünen bir düşman olmadı şöyle boylu poslu. Eskiden kurşunun nereden geleceği bilinmezdi derlerdi şimdi de virüsün. Buruk bir gülümseme takıldı dudaklarına bunu düşününce.
Tıpkı o savaş günleri gibi evde kapalıydı.
Akşamüzerleri sokağa çıkma yasağı vardı o günlerde, bugün de “kısmi” denilen şekilde.
Bu da bir rüya değildi işte.
Tıpkı geçmişte 9.5 yaşında bir çocuk olarak yeni bir ev yeni bir mahalle yeni bir okul ve yeni arkadaşlarla yeni bir dünya kurduğu gibi, bugünden sonra da insanları yeni bir dünya anlayışı, imkanları ve davranış biçimleri bekliyor diye düşündü.
Bahçesinde oturduğu zeytin ağacının altında, kahvesinden son bir yudum daha alarak evine doğru yeniden adım attı.