90 yıllık hafızadan silinmeyenler…5

Sevgül Uludağ

90 yaşındaki Gönyelili emekli gardiyan Ahmet Demirel geçmişi hatırlıyor…

 

1928 Gönyeli doğumlu, emekli gardiyan Ahmet Demirel’le röportajımızın devamı şöyle:

SORU: Bir da geçmişte insanların ne büyük zorluklarla hayatlarını sürdürdüklerini anlatacaktınız bana…
AHMET DEMİREL:
Evet… Mesela bir köylü hanımın geçimi… O kadar zorluklar vardı ki…
Mesela benim annemin zamanını anlatayım…
Bir yemek pişireceğinde bile, tabii onu söyleyeyim, islim yoktu daha o zamanlar. İslimi benim dedem görmedi. Torunlarım da bilmez.
İslim, gazyağıyla yanan bir ocacıktır, onun üstünde yemek pişirilir ama o zaman, benim annemin zamanında daha islim da çıkmamışıdı… Ve bir hanım, bir yemek pişireceğinde, kaç saatta, kaç dakikada pişireceksa, o kadar saat ateşin önünde durmak mecburiyetindeydi.
Böyle koyup islimin üstüne da gitme yoğudu.
Elinde bir macacık… Maca dediğim tikendir böyle, onları kesecek, altına koyacak… Çünkü odun yakamazdı, hem odun paraynan olurdu, bu maca ovadan kesip getirdiğimiz bir şeydi, hem da yemeğin ateşini ancak macayla yaktığı ateşle kontrol edebilirdi. Nasıl bir ateş ister bir yemek? Bazı yemekler vardır, mesela kavrıntı yemekler vardır, farlı ateş ister. Ama bazı yemekler vardır ki sine sine yanacak ve o hanım, o kadar saat, o ateşin önünde durmak mecburiyetindeydi.
O zaman, hemen hemen bütün aileler evlerinde yoğururlardı ekmeği. Ekmeği da kendileri yaparlardı. Bu defa bir fırın yakacak… Haftada bir yaparlardı.
Ancak bir da çamaşır yıkaması var bir hanımın… O çamaşır yıkaması da bir sorundu çünkü gene o macayla vesaire suyu ısıtacak, o zamanlar tokucunan döverlerdi böyle – çamaşırları tokucunan döverlerdi.
Bizim köyde mesela su da yoktu ve kışın yağmur sularından biriktirilerdi, böyle küpler vardı, o küplere revan küpü derlerdi. Revan dediği da külü suya döker ve bekletirdi… Çok güzel temizlermiş yani… Yumuşatırmış ve deterjanlardan daha güzel olurmuş yani böyle bir küllü suyu derlerdi.
Zaten yani kapları da ya külünan yahut da saman tozuynan yıkarlardı, o zaman deterjan yoktu ve daha sıhhiydi muhakkak da.

SORU: Çocukluğunuzda ne yerdiniz yemek? Ne yaparlardı yemek?
AHMET DEMİREL:
O zaman yemek yalnız geceleyin olurdu. Gündüz bir atıştırma yani… Zamanın meyvesi neyisa. Örnek mesela zamanında kavun-karpuz, üzüm yenilirdi. Bunları hellim ile yerdin.
Mesela bizim babamız iyi geçinirdi, maksılımızdı hellim ve zeytin… Hellimle yerlerdi öğleyin. Sabahleyin herkes işe gidecek, sabah yemeği yok. Şayet yağmur olursaydı da çift koşulmaz, o zaman çorba yapılırdı sabah.

SORU: Ne çorbası?
AHMET DEMİREL:
Bulgur veya bulamaç olur, tarhana… Tarhana da maksıl…  Mercimek, o da maksıl… O zamanlar öyle bir çorba ama genellikte hayır. Genellikte sabah kalkarkandan ovaya gidecek, ovada ne korsa annemiz, yahut da hizmetkarısa, mal sahibi ne korsa onu yeycekti ama ekseriyetle zeytin, hellim muhakkak olurdu. Zeytin ekmek olurdu.

SORU: Gece ne yerdiniz?
AHMET DEMİREL:
Gece yemek yerdik. Yemek derken, pilav bile bir yemekti. Halbuki bir pilav şimdi yemeğin yanına garnitürdür!
Hatta salataynan, o gece yemek odur.
Şimdi bizim komşularımız, hepsi da fakir insanlardı. O kadar fakir insanlardı ki böyle bir komşumuz kolakas pişirecek, biz da çocuk, oynarız… O zamankı zamanda böyle yemek kurtarılırken yahut da yemek piştiğinde kokusu var diye çocuklara verirlerdi.
Ben da gittim böyle, otururum da beklerim komşu pişirdi da kurtarıyor.
Kolokas pişirdiydi. Kolokasın bir da eti yok, efendim macunu yok. Efendim yağı bakalım kaç damla koyabildi?
Böyle adeta esmer, böyle hiçbir şeye benzemez bir şey…
Dedim bekleyim ben da, bizim evde bembeyaz, pembe yani macunlu vesaire olduğu için, ben da bekleyim dedim.
O zamanlar bir şey varıdı – “standart ekmek” derlerdi, un ama içinde ufak tefek kum da olabilir, öyle o tipte bir ekmeğidi bu, ucuz olduğu için onu alırdı insanlar, fakirdi insanlar, çok fakir insanlardı bunlar. Onu alırdı. Bir sokum da bana o ekmeğinan beraber verdi – alayım dedim. Bir şeye benzetmedim, yutayım mı, yutamayım mı karar veremedim… Yani o kişilerin, o şekilde yaşantıları varıdı… Fakirlik çok varıdı.
Mesela harp durdu. Harpta zaten bir şey yoktu. Örnek vereyim mesela: Bir bisiklet lastiği bile, bütün ada, Rum’u, Türk’ü içinde, dilekçe yapacak, sıraya girecek ve bir çift lastik alabilecek. Ondan sonra bisiklet da biraz gelişti ama bu kadar yokluklar içinde yaşanırdı o zamanın şeyinde böyle…
Bütün yaşantımız bizim hepsi meseldir. Örnek mesela, şimdi derler bana “İş yoktur…” Halbuki buradan, Gönyeli’den Karmi’ye yayan gidecektik çünkü iki çuval saman götürecektik. O iki çuval samanı iki tane eşeğinan götürecen ve onun üstüne binemen çünkü boşalır gibi görünür saman.
Gittiğimiz zaman çuval heybelenir gibi olur ve satılması zor olur.
Zaten hayvanın üstüne da koyduğunda, hayvanın üstüne binebilsen bile irtibatın kesilir hayvanla çünkü samanın üstündesin. Hayvana bindiğinde, bacaklarının arasında olacak, kumanda edebilesin. Halbuki böyle olduğunda bacakların değil da kendin bile kumanda edemen… Bu defa dengen bozulabilir ama zaten bu şekilde olduğu için satamayık.
Ve buradan öğleyin başlardık doldurmaya o iki çuval samanı… Mükemmel dolduracan, bütün yol gittiğinde heybelenmesin… Ve bütün gece gidecen, yayan götürecen taa Karmi’ye ve şafak atar atmaz, orada olacan… Rumlar’ın bir da şöyle bir şeyi vardı, kiliseden çıkmayınca seni almazlar… Şayet kiliseye gitmeden evvel satabilirsan sattın, satamazsan bekleyecen onu… Erken gitmek mecburiyetindeydin.
Ve bir çuval samanın karşılığı bir şişe zeytinyağı…
Yani iki çuval saman götürdüğümüzde karşılığında iki şişe zeytinyağı alırdık. Yani bugünkü karşılığıyla 40 lira – 20 lira korsan bir şişe zeytinyağının fiyatını yani…
Yani bugünkü paraynan 40 lira parayı kazanabilmek için iki tane eşeğininan 24 saat çalışacan, malını da verecen ve karşılığı iki şişe zeytinyağıydı.
Artık siz görünüz, geçinmek için neler yaşandı o zaman… Neler yaşamıştık, neler gördük bizim zamanımızda. Tabii bunlara kimse inanmaz, “Ne?” der, “ben o kadar yayan gidecem o yere? Hiçbir şey olmasa bile ben o kadar yeri yayan gitmem” der şimdiki insanlar. Yani bu kadar yokluklar içinde yaşadık biz. Ve şimdi “işsizlik, parasızlık” var… Parasızlık, o zamanıdı…
Ve Lefkoşa’da hanlar varıdı… Ve hanlarda hayvanlar konaklardı. Ve o hayvanlara biz saman götürürdük. Oraya götürdüğümüzde altı kuruş… Yani dörtbuçuk kuruş yarım şilin idi o zaman – dokuz kuruş bir şilindi. Oraya götürürsaydık, altı kuruşa verirdik… Şimdi hemen hemen otopark olan yerler, hepsi da hanıdı… Ve o hanlara saman götürürdük biz. Hayvanlar varıdı hanlarda, Lefkoşa’nın içi hayvan doluydu…

SORU: Saray Otel’in yerinde da sanırım mandıra varıdı…
AHMET DEMİREL:
Ben yetiştiğimde barakacıklar varıdı, o barakacıklarda da bisikletçiler falan varıdı…

SORU: Bildiğim, İngilizler kaldırdıydı kendilerini işte Hamit Mandrez’e…
AHMET DEMİREL:
Belki sonraydı o…
Biz bu şekilde saman götürürdük ama şunu anlatayım, Rumlar da fakiridi… Yani biz saman götürdüğümüzde Karmi’ye, bir çuval saman alabilirlerdi, iki çuval saman alamazlardı. Bir çuval saman alırlardı ve ben çok götürdüm, götürdüğümde samanı yatak odasına döktüm ve yatak odasında gargolasının altına kordu samanı… Yani onun da başka bir odası, fazla bir odası yok. Bir ahırı var, ahıra saman koyamaz çünkü saman kokacak. Ahırda saman kokacak, dolayısıyle yatak odasına koyacaktı… Onlar da fakirlerdi yani… Yalnız biz değil, onlar da fakiridiler… Yani bir yokluk yaşanırdı böyle…

SORU: Peki Dikomo’yla nasıldı ilişkiniz?
AHMET DEMİREL:
Dikomo’yla pek şey değildi ama Yerolakko’ynan daha iyiydik. Dikomo’yla da vardı ilişkimiz ama onlar biraz daha kaba sabaydı, nasıl deyim? Şimdi köylü dersak ayıp olur. Çünkü köylü demek ne demektir? Daha yabanı gibin, daha şeydiler Dikomolular… Ama Yerolakko’ynan daha iyi karışırdık.

SORU: Karmi’ynan karışırdınız, başka kimiynan karışırdınız?
AHMET DEMİREL:
Kaymaklı varıdı… Kaymaklı’da da değirmen varıdı ve un öğütmeye giderdik oraya. Rumudu o değirmenin sahibi, bir ciraydı… İyi geçinirdik yani, bir şeyimiz yoktu.
Şunu da söyleyim: 1948’de Kulüp kurulduydu ve o zaman bizim Türk köylerinde kulüp yoktu. Yerolakko’da bir kulüp vardı – onlarda da iki tane takım varıdı: Biri sağcı, biri solcu…

SORU: Yerolakko karma mıydı?
AHMET DEMİREL:
Hayır, temiz Rum köyüydü… Ancak sağcı ve solcu takımları varıdı. Ve sağcı ve solcular, birbirleriynan maç yapmazlardı bunlar, böyle bir şeyleri vardı.
Ve biz giderdik, bazı hafta sağcılarnan, bazı hafta solcularnan top oynardık.
Hiç unutmam, biz şayet sağcılarnan oynarsak, kendi köylüleri solcular, bizim tarafımızı tutarlardı.

SORU: Ama solcularla oynadığınızda, sağcılar sizin tarafı tutmazdı herhalde?
AHMET DEMİREL:
Yok, tutardı… Çünkü kendilerini döversaydık, onlar da dövülsün isterdi.  Ama başa baş giderdik, bazan biz onları döverdik, bazan onlar bizi döverdi… Yani böyle bir şeylerimiz olurdu…
Ama dediğim gibi bir yokluklar şeyi varıdı – kazmir mesela…

SORU: Ayvasıl’nan bir ilişkiniz yoğudu…
AHMET DEMİREL:
Ayvasıl… Kenar şeyidi o… Bir ilişkimiz yoğudu onunla bizim. Ama bu tarafta en fazla bu iki şeyimiz varıdı. Karmi ve Yerolakko…
Bir da o zamanın giyimi, çizme giyerdik. Bu çizmeler o şekildeydi, çangar çizmesi derlerdi, bu bizim düz taraftaydı – mesela Yerolakko da, biz da aynı şeyi giyerdik. Onların özellikleri, istediğin ayağına giyen… Bugün sol giyen, yarın sağ giyen… O tip bir çizmeydiler.

SORU: Dizlik mi giyerdiniz?
AHMET DEMİREL:
Yok, benim zamanımda yoktu artık, ben pantolon giyerdim. Size gösterdiğim, Mustafa Gökçeoğlu’nun kitabındaki fotoğrafımda başımda gördüğünüz sarık da böyle bir şeydir, yemeni… Kadınların yemeni dedikleri şey… Onlardan biraz daha büyük, dörtköşedir. Ancak onu hava ılıman olduğunda, o şekilde sarardık. Sair zaman da başımızı koruyacak şekilde sarardık, soğuktan korunmak için… Sıcak pek omurumuzda değildi da soğuk olduğunda böyle bir şey yapardık kendini…
Ve kazmir yoktu… Ben kazmiri 17 yaşında giydim… Ondan evvel kazmir yoktu. Çünkü harp dolayısıyla bütün fabrikalar askere çalışırdı. Ve bize kazmir gelmezdi.
Zaten bir da İngiliz’in bir şeyi varıdı, yabancı memleketlerden bir şey ithal edemen çünkü kendinin üretimi olacak…
Yani geçimimiz böyle, bu şekildeydi… Çok zordu…

SORU: Gardiyan olduğunda kaç paraydı maaşın?
AHMET DEMİREL:
Gardiyan olacağımda, o zaman bir arkadaş dedi bize… Şimdi ben demirciyim da köye 1956’da elektrik geldi. Ve elektrik geleceğinde, elektrik mühendisi adam böyle bir baktı… “Ben demirciyim, elektrik kaynağı isterim dükkanıma alayım” dedim. Bu, böyle bir baktı, “Bu, elektrik kaynağı çekmez” dedi. “Lüzum trifaz olsun” dedi. O zaman da iki fazlıydı… “Lüzum trifaz olsun…”
Biz bu defa dedik, “Napacayık biz? Biz onu beklerik çünkü elektrik kaynağı yok, çalışamayık…”
Bir iki sene vardiyanlık yapalım, artıralım da Lefkoşa’ya bir dükkan açalım dedik.
Neysa, arkadaşın bir tanesi “Yazılacaysan, vardiyan yazıl” dedi bana.
O zamanlar böyle bir şey varıdı, EOKA zamanında herhangi bir kişi gider, sivil olarak “Ben geldim” derdi. Hükümet sivil olarak kor seni Rum tarafında gezesin, bir şeyler yapasın… Geldin, bir şey görürsan kendilerine söyleyesin diye…

SORU: Casusluk yani… Hafiyelik…
AHMET DEMİREL:
Bir yerde hafiye gibi gezen, bu kadar saat gezdim, geldim. Canın sıkıldı, gelin içeri, “Ben artık kaçıyorum” den… “Kaç saat gezdin?” “Bu kadar saat…”
Bu kadar saat yazılır sana!
Hükümet yani para vermek için şey arardı böyle! Bu şekilde beleş para alırdı yani kişiler…
“Ben da” dedim, “böyle bir işe gideyim, ben da böyle bir şey alayım!”
Arkadaşım, “Yok” dedi bana, “istersan vardiyan yazıl sen. Vardiyanlığın muvazzaflığı vardır” dedi.
Dedik “Yahu biz muvazzaflığı napacayık? Benim maksadım bu” dedim.
Dedik “Yahu 18 liradır bu…” O zaman, 18 lira alacayık…
Gittik yazılalım, bizi şey edecek olan çavuş, “Bilir misiniz ne kadar alacaksınız?” dedi. “25 lira alacaksınız” dedi. Kıbrıs Lirası tabii bu…
Biz sevindik, dedik “Madem biz bu kadar artıracayık…”
Gardiyan maaşı olarak ikinci ay çağırdılar bizi, geriye dönük bu kadar daha verdiler, yani gardiyan yazıldığım günden 30 lira aldım bu defa…
30 sene hizmetim vardır, hala daha artıramadım o paradan, o başka mesele!

 

(Devam edecek)