Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com
ABD’nin tüm dünyada olan biten her şeyi şekillendirmeye çalışması elbette ki her zaman mümkün ya da kendisi açısından her zaman kazançlı değildir. Amerikan kamuoyu ve devlet mekanizmasında ABD’nin sınır ötesi meselelerde batının lideri olarak, gerekirse askeri gücünü de kullanarak ağırlığını hissettirmesi gerektiği fikri kadar, ABD’nin kendi halkının refahından kısacağı harcamalara girmemesi gerektiği fikri de geçerli görülmektedir. Belki daha da önemlisi, uzun yıllardır ABD’nin Orta Doğu’ya müdahil olması ve cihatçı yapılarla çekişmesinin ABD içi ve dışında Amerikan hedeflerine yönelik saldırıları körüklediği inancı vardır ve bu inanç sadece kamuoyunda değil, dış politikayı şekillendiren kadrolar arasında da kabul görmektedir. Dolayısıyla ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi Washington açısından bir “hüzün resitali” olmaktan ziyade, hem kamuoyunda hem devlet mekanizmasında uzun zamandır beklenen ve ABD’ye bir tür “rahatlama” getirmesi arzulanan bir gelişmeydi. Net olan şu ki, ABD Afganistan’a hürriyet getir(e)memiştir. Bu yazıda ABD’nin Afganistan’da oynadığı rolün ve ülkedeki askerlerini çekmesinin üzerinde duracağım. Bugün olup bitenlere anlam verebilmek için yakın dönem Afganistan tarihine kısa bir bakış faydalı olacaktır.
Afganistan Kralı Muhammed Zahir, 1973 yılında kuzeni Muhammed Davud’un yaptığı askeri darbeyle devrilmiş ve Afganistan Cumhuriyeti kurulmuştu. 1978 yılındaysa Afgan komünistlerin gerçekleştirdiği devrimle alaşağı edilen Davud katledilmiş, Demokratik Afganistan Cumhuriyeti kurulmuştu. Komünist iktidarı benimsemeyen muhafazakar gruplar rejime karşı gerilla savaşı başlatmış, Sovyetler Birliği ülkedeki muhafazakar güçleri bastırmak için Afganistan’a askeri müdahalede bulunmuştu. ABD ise o yıllarda Pakistan’ın ve çeşitli İslam ülkelerinin de katkısıyla muhafazakar grupları desteklemişti. Bu gruplara silah yardımı yapan ABD, Sovyetler Birliği’nin Afganistan yenilgisinde önemli rol oynamıştı. Muhafazakarların güç kazandığı süreçte 1996 yılında Taliban Afganistan’da iktidara gelmiş, 11 Eylül 2001 günü ABD’yi hedef alan terör saldırıları sonrasında ABD saldırıların baş mimarı olarak bilinen Usame bin Ladin’i yakalamak ve Afganistan’a “ebedi özgürlük” getirmek amacıyla bu ülkeye askeri müdahalede bulunmuştu. Müdahalenin başlarında ABD güçlerine İngiltere ve Fransa gibi batı ittifakının önde gelen ülkeleri de takviye yapmıştı. ABD, Afganistan’da bulunduğu süre zarfında bazı reformlara öncülük etse ve halk iradesine dayalı bir seçim sistemi kurmak için bazı kademeli adımlar atılsa da, Afganistan hiçbir zaman makul düzeyde özgür ve demokratik bir ülke olmamış, dünya genelindeki demokrasi ve özgürlük endekslerinde alt sıralarda yer almıştı. Dolayısıyla ABD askerlerinin Afganistan’da bulundukları dönemde ülkeye imrenilecek bir demokrasi ya da özgürlük geldiğini iddia etmek gerçekçi olmaz.
2021 yılı itibariyle ABD Afganistan’da 2,500 askeri bulundurmaktaydı, ve bu, ülkedeki toplam 10,000 kişilik yabancı askeri varlığın en kalabalık bölümüydü. ABD, Afganistan’a ilk olarak müdahale ettiği 2001-2002 döneminde bu ülkede 20,000’den az asker bulunduruyordu ve Taliban’la en yoğun biçimde savaşan güç ABD’nin desteklediği Taliban karşıtı yerel bir grup olan Afganistan İslami Milli Kurtuluş Cephesi (diğer adıyla Kuzey İttifakı) idi. ABD ülke yönetimini ve güvenliğini Taliban sonrasında kurulan hükümete devretmek istiyordu fakat 2008 yılından itibaren ülkedeki silahlı muhalefet yoğunlaşmış, Afganistan giderek istikrarsızlaşmış ve ABD’nin ülkedeki askeri gücü 2011 yılında 100,000 kişiye ulaşmıştı. ABD’nin Afganistan’daki askeri personelini çekmesi uzun zamandır gündemdeydi ve bu çekilme aslında Biden döneminden çok daha önce başlamış, 2015 yılında Afganistan’daki Amerikan askeri sayısı 10,000 kişiye kadar düşmüştü. Dolayısıyla, 40 milyonluk nüfusa sahip Afganistan içerisinde ABD’nin toplam asker varlığı, özellikle ülkeye ilk müdahale ettiği yıllarda devasa boyutlarda değildi ve savaş büyük oranda ABD’nin Afgan müttefikleri ile Taliban arasındaydı. Usame bin Ladin, ABD’nin Afganistan’a müdahale etmesinden ancak 10 yıl sonra, Pakistan’da yakalanarak öldürülmüştü. Afganistan’daki insan hakları ve özgürlükler ise ne 2001’den günümüze, ne de 2011’den günümüze parlak bir tablo çizebilmişti. ABD’nin Afganistan’da bulunduğu sürenin genel olarak istikrarlı geçtiğini iddia etmek de mümkün değildir. ABD istikrarı koruma çabalarında müttefiklerinin de ellerini taşın altına koymalarını istemiş, NATO ülkelerinden askerlerin oluşturduğu bir gücün kendi askerlerine refakat etmesini sağlamıştı. Nihayet Joe Biden’ın göreve gelmesiyle birlikte ABD Afganistan’ı tamamen terk etme kararı aldı.
Soğuk Savaş döneminde dünya siyasetine bir yanda SSCB ve müttefiklerinin, diğer tarafta ABD ve müttefiklerinin yer aldığı iki-kutuplu bir düzen hakimdi. Soğuk Savaş sonrasında, yani komünist rejimlerin çöküşü ve SSCB’nin dağılışının akabinde, ABD’nin tüm dünyayı kontrol altında tutabilen bir güç olacağı ve bunun sonucunda tek-başlı (tek-kutuplu) bir dünya düzeninin doğabileceği yönünde beklentiler vardı. Örneğin, Birinci Körfez Savaşı esnasında SSCB çökme ve dağılma sürecindeydi. ABD Saddam Hüseyin’i Kuveyt’ten çıkararak Orta Doğu’daki krizleri etkin biçimde çözebileceğini yeniden ortaya koymuştu. Eski Yugoslavya topraklarındaki krize müdahaleyi de ABD ve müttefikleri gerçekleştirmiş, Miloseviç’i saf dışı bırakmışlardı. Rusya bu süreçte yeterince etkin bir rol oynayamazken Avrupa Birliği Avrupa’nın göbeğinde patlak veren bu krizi ABD’nin yardımı olmaksızın kontrol altına alamayacağını görmüştü. Fakat, 11 Eylül saldırıları sonrasında devlet olmayan aktörlerin (örneğin terör örgütleri) dünya çapında etkiler yaratabilecek kapasiteleri olduğu ve ABD’nin bu kapasitelerle baş etme kabiliyetinin aslında “sınırsız” olmadığı belirginleşti. Öte yandan, Rusya Putin’le birlikte yeniden yükselişe geçti. Gürcistan’daki Güney Osetia ve Abhazya operasyonları sonrasında Avrupa’da da gücünü göstererek Kırım’ı ilhak etti. Ayrıca Çin ekonomik bir dev olarak hatta Orta Doğu’da da önemli yatırımlar yaparak büyüdü. Avrupa Birliği askeri ve güvenlikle ilgili konularda ABD’ye muhtaç halinden uzaklaşamadı, klasik tabiriyle “ekonomik bir dev, siyasal bir cüce” olarak kaldı. Fakat doğuya doğru genişlemesinde ve Avrupa’nın bütünleştirilmesinde başarılı oldu. Güney Amerika’da Arjantin ve Brezilya gibi, Batı Asya’da Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail gibi bölgesel güçlerin hareket kabiliyetleriyse ciddi oranda arttı. Dolayısıyla, mevcut çok-kutuplu dünya düzeninde ABD ya da başka bir aktör, planladığı her sonuca kolaylıkla ulaşabilecek durumda değildir.
ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi dünya basınında geniş yankı uyandırdı ve genellikle eleştirel tepkilere neden oldu. Amerikan kamuoyunda bu çekilmeden memnun olanların yanı sıra, “ülkeyi Taliban’a terk ettik” ve “dostlarımızı (ABD müttefiki Afganlar) yarı yolda bıraktık” ifadeleriyle kendini gösteren memnuniyetsizlikler de mevcuttur. Afgan halkının, özellikle kadın ve çocukların hak ve özgürlükleri konusunda dünya genelinde endişe duyulmaktadır. Ayrıca, ABD’nin artık Avrupa’nın güvenliğinde eskisi kadar aktif bir rol oynamak istememesi Avrupa Birliği ülkelerini de geniş kaygılara sevk etmiş durumdadır. Taliban, ABD Afganistan’a 20 yıl önce müdahale ederken iktidardaydı. Şimdi yeniden güçlendi ve uluslararası alanda tanınmasa bile iktidarını ilan etti. Önemlidir ki, Taliban’ın hükümet kurduğunu ilan etmesi sonrasında BM, Taliban’ın “BM temsilcisinin” Genel Kurul’a hitap etmesine izin vermedi. Fakat hem Rusya hem ABD, Taliban’ın fiilen kontrolü kaybeden Afgan hükümetiyle barış müzakeresi yapmasından yanadır ve her ikisi de ülkenin geleceğinde bu aktöre söz hakkı verdiklerini ortaya koymaktadırlar.
Uluslararası ilişkileri, insan haklarını, sınıf çelişkilerini, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumları, kadınların eşitlik mücadelesini, devletlerin ve toplumların kimlik algılarını ve ticari ilişkileri göz ardı edip salt “güç” kavramıyla açıklamaya çalışmak resmin bütününde pek çok önemli kareyi görmemizi engeller. Dolayısıyla ABD’nin Afganistan’a girişini ve bu ülkeden çıkışını “güç” kavramından ibaret bir yaklaşımla ele almak yeterince aydınlatıcı bir bakış açısı sunamaz. Ancak, mevcut çok-kutuplu dünya düzeninde ABD’nin eskisi kadar etkin bir rol oyna(ya)madığı kolaylıkla reddedilebilecek bir argüman değildir. Örneğin, ABD “Arap Baharı” başlangıcında pek çok Orta Doğu ülkesindeki ayaklanmaları körükleyecek bir rol oynamış, fakat bu ayaklanmalar sonrasında dengeleri belirleyebilecek etkin adımlarla hareket edememiştir. ABD halen daha hegemonik, emperyal ve devasa bir güçtür ve bu güç kesinlikle hafife alınamaz. Bununla birlikte, mevcut çok-kutuplu düzende ABD’nin dünyanın geri kalanını etkileyebilme kapasitesi iki-kutuplu Soğuk Savaş düzenine kıyasla daha sınırlıdır. Örneğin, sosyal yaşamda çoğu zaman, siyasal yaşamda da bazen duyduğumuz ve dile getirdiğimiz “Amerika isterse Kıbrıs’ta çözüm olur, istemezse olmaz” benzeri yaklaşımlar bugün gerçekçi saptamalardan ziyade Soğuk Savaş döneminden kalma birer mite benzemektedir.