Dünya bizi üstünden atmaya çalışıyor olmalı. İnsan cinsi olarak öyle çok zarar verdik, dengesini öylesine bozduk ki onun, belli ki kurtulmaya çalışıyor bizlerden. Felaket üstüne felaket yaşanmakta. Salgın filan derken sonunda alevler teslim aldı dünyayı. Cehennem görüntüleri her yanda. Zaten tadı kaçmış bir hayat daha da tatsızlaştı.
Dehşetle seyrediyoruz olan biteni. Her felaket bir aydınlanma bir muhasebe demek bir yandan da. Her felaket yanlışı, yapılmaması gerekeni de işaret ediyor. Kol gezen ölüm hayatın ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor, yitirilen arkadaşlar geride kalanlara daha sıkı sarılmamızı getiriyor. Kaybetme tehlikesi anın değerini yükseltiyor.
Pandemi ile birlikte hayal kurmayı, plan yapmayı bırakmıştım. Seyahat planları örneğin… Biraz normalleştik sanıyoruz ya da normalleşme taklidi yapıyoruz ya kendimce bir planım vardı Ağustos için. Yine de elim varmıyordu bilet almaya. Olan oldu işte. Ağır ol insan kızı diyor dünya.
“Boşuna çekilmedi bunca acılar” diyebilecek miyiz bilemiyorum. Benim içimde hala gençlik yıllarımın Marksist “ tarihsel iyimserlik” öğretisinden ötürü her şeyin daha yiye doğru gideceğine dair bir inanç var. İnsan hayatına bakılırsa insan ölüme doğru yürüyen bir canlı. Yani kendi yıkımımıza, yaşlılığa doğru yol alıyoruz. Bir yükseliş döneminin ardından inişe geçiyoruz. Bu evrende bir toz tanesiyiz zaten ama bütün evrenin tahayyülünü içimizde taşıyoruz bir yandan da. Hem çok önemsizim hem de çok önemliyimi aynı anda içinde taşıyor olmak ne kadar zor bir beceri.
Kendi küçük dünyalarımızı, gündelik problemlerimizi, saplantılı aşklarımızı filan öylesine önemsiyoruz ki gören de boşlukta dönen bir mavi bir top üzerinde bir zerre değilmişiz sanacak. O mavi topa da etmediğimizi bırakmamışız bir yandan. Denizlerini kirletmiş, ormanlarını yok etmiş, bencilce hırpalamışız onu.
İnsan kendi sabahına uyanıyor sonuçta. Belli bir yaşta, belli bir yüz ve gövdeyle, ülkeler içinden bir ülkede, bir şehir, bir köy, bir mahallede ve anılarının yüküyle. Görüş alanı bazen yalnızca kendi odası, kendi evi ve yakınındakilerle sınırlı. Anı, günü kurtarmaya çalışıyor. Ağrıyan karnı, aramayan sevgilisi en önemli problemi oluyor. Her şey birbiriyle bağlantılı aslına bakılırsa. Nasıl bir dünyada yaşadığımız, nasıl bir ülkede, mahallede, evde yaşadığımızı da belirliyor. Hiyerarşinin bir basamağında duruyoruz işte. Dünya nimetleri ve dertlerinden payımıza düşen bu.
Her şey değişiyor elbette, hayat demek değişim demek en başta. Bireyler olarak pek çok şeye muktediriz. Hayatlarımızı değiştirme şansına sahibiz şu ya da bu oranda.
Bazen durup kendine doğru bir bakmalı insan. Kendimize bakmaktan korkuyor olabiliriz kimi zaman ve haklıyızdır bu konuda. Her yaşın farklı bir yükü, farklı bir paniği var. En çok da geriye bakarken parçalanıyor içim. Daha iyi yaşanabilecek o yılları nasıl da böyle heba etmişim diye. Oysa sonsuz çaresizliklerle doluydu o zamanlar. Şimdi belirsizleşen pek çok detayla doluydular.
Geçmişi bırak bugüne bak diyorlar ya, bugün fena halde karnında taşıyor o geçmişi, hazmedemiyor bir türlü, gelecek ise korkulu bir bekleyiş halinde bu günlerde.
Çok karamsar şeyler yazdım biliyorum ama hayatın her anının değerinin farkındayım. Bir dokunsak güzelleştirebiliriz onca çirkin şeyi. Masanın tozunu alıp üstüne bir çiçek koyabilir, bir gülümseyişle odayı ışıtabilir, bir müzikle büyülenip başka bir boyuta geçebiliriz.
Ya çok çaresizsek, bir kibritçi kız kadar çaresizsek örneğin. O zaman da yapacak bir şey vardır. Soğukta ölmek yerine bir kapıyı çalabilir, yüzümüze kapanırsa başka bir kapıya geçebiliriz. Sokağın ortasında insanları etkileyecek, onların kalplerine dokunacak bir konuşma yapabiliriz.
Hayat acı-tatlı bir serüven sonuçta. Pes etmemek, direnmek en önemli erdem. Kalbimiz çok fena kırılmış, karanlıklar içinde kalmış olabiliriz. Ne olursa olsun, en berbat durumda bile, en koyu karanlıkta bile yakılacak bir mum vardır. Hayaller kanatlandırır insanı. Yeter ki vaz geçmeyelim hayal kurmaktan.